25 Haziran 2012 Pazartesi

The European deadlock



SEYFETTİN GÜRSEL

s.gursel@todayszaman.com

This week will probably be one of the most critical in Europe's history. On Thursday a European summit will decide how to handle sovereign debt, as well as the banking crisis and also the Greek economic crisis. We are used to seeing European summits ending in compromise. This time it could be different.


The positions of the protagonists on fundamental issues such as common debt, direct aid to shaky banks and the Greek crisis are so opposed, and the ground for compromise so narrow, that rather than compromise the summit may simply result in a deadlock.
Let's start with the most urgent issue, the Greek crisis. Early elections on June 17 finally produced a government, but quite a strange one. The winner of the elections, Antonis Samaras, leader of the New Democracy party, succeeded in forming a coalition government with the support of two leftist parties, the Panhellenic Socialist Movement (PASOK) and the Democratic Left (DIMAR), but these parties have declined to contribute ministers to the government, content to support them with a vote of confidence. Obviously the moderate left, facing aggressive opposition from the Coalition of the Radical Left (SYRIZA), does not want to take the full weight of government on its shoulders in case the attempt to renegotiate the current belt-tightening measures, which constitutes the backbone of the new government's policies, fails.
This failure is more than probable. Samaras has made it clear that the stabilization program of the troika -- the European Commission, the European Central Bank (ECB) and the International Monetary Fund (IMF) -- is not working, and that its results are so painful (you can have a quick look at my previous article, “Sisyphus and the Danaids”) that it should be renegotiated. Samaras has asked to postpone austerity measures, worth 12 billion euros for the period 2014 to 2016, and prolong unemployment indemnities for up to two years, further extending them to the self-employed. Furthermore, he intends to implement a series of tax breaks, such as decreasing VAT in restaurants from 23 to 9 percent to give a push to the tourism industry and lowering the tax on profits to 15 percent, aiming to encourage investment. To balance this, he says that he is ready to accelerate privatizations.
To put it simply, Samaras wants to increase public expenditure and decrease tax revenue, hoping that these measures will produce some growth. Indeed, a 4.7 percent contraction had been forecast for this year, but now experts are talking about a contraction of more than 6 percent, given the ongoing crisis. Even if the measures proposed by Samaras work, it is obvious that this will take time, and meanwhile Greece will have a much higher budget deficit than the 7.3 percent predicted for this year. I do not think that the promise to accelerate privatizations can convince even the supporters of renegotiation in Europe, given the fact that privatizations have yielded only 1 billion euros until now.
One can be sure that even a minimal compromise on renegotiation will require billions of euros in fresh European money. According to an expert from Brussels (published in Le Monde, June 21), each year of delay in the program will cost between 20 and 25 billion euros. But the problem is, whatever the amount, the extra funds risk falling into the leaky barrel of the danaids. Furthermore, Greece risks becoming a “bad example” for other countries suffering under the same kind of austerity measures. During the last week many German figures have said “Nein” to the renegotiation, and it is noticeable that they have been strongly supported by the president of the Eurogroup, Jean-Claude Juncker, who has declared that “substantial modifications in the program are not possible.”
The Greek crisis is not uniquely the headache of Europe. Spain has a government very committed to applying its own belt-tightening measures. The problem is that its banking system is on the brink of failure. The estimated cost of a bailout hovers around a minimum figure of 60 billion euros. As for Italy, its technocrat government does not seem strong enough to implement structural reforms and austerity measures. Remember that the sovereign debt of Spain and Italy together is 10 times greater than Greece's. If nothing is done, Spain and Italy will soon be unable to roll on their debt in the financial market. In past months Southern Europe, plus France, has asked for the issuing of bonds backed by EU members, and for the direct injection of capital into banks from European funds. Last Thursday this concept had a new supporter in the person of Christine Lagarde, IMF director, who called for an urgent decision on both issues as time is running out. She also urged the ECB to adopt a more relaxed monetary policy.
German Chancellor Angela Merkel does not want to hear anything about this “irresponsible thinking.” A meeting held last Friday in Rome between the leaders of Germany, France, Italy and Spain failed to produce any compromise on the debated issues. Merkel said the direct bailout of banks “violates treaties” and reiterated her opposition to Eurobonds, as well as to the purchase of bonds by the ECB. Germany is afraid of an uncontrolled drift that may result in a situation in which it is finally forced to endorse a big part of the southern debt. But on the other hand, it does not know the possible cost of a European meltdown for Germany. This uncertainty frightens it as well.

22 Haziran 2012 Cuma

G-20’den büyüme için yol haritası


G-20 Meksika zirvesi ikinci bir krizden kaçınabilmek için bir yol haritası kabul etti. Bizim basında bu yol haritası ne yazık ki yeterince tartışılmadı. Gerçi yapılan harita, buna büyüme reçetesi de diyebiliriz, önceki zirvelerde dile getirilenlerden temelde farklılık sergilemiyor. Bununla birlikte, bu kez Dünya ekonomisinde ağırlığı olan ülkelerin yapmaları gereken ev ödevleri daha somut olarak belirleniyor ve adeta daha buyurgan bir dille ifade ediliyor.

Büyüme reçetesi “G-20 Leaders Declaration” başlıklı doküman ile “The Los Cabos Growth and Jobs Action Plan” başlıklı dokümanda etraflı bir şekilde tanımlanıyor. “Avro Alanı üyeleri bütünlüğü korumak ve finansal piyasaların işleyişini iyileştirmek için her türlü önlemi alacaktır” ya da “Fiscal Compact (halen onaylanma sürecinde olan AB mali disiplin anlaşması) uygulaması büyümeyi destekleyecek politikalar ve yapısal reformlarla birlikte dikkate alınacaktır” türünden, Ortodokslarla Keynesçiler arasındaki zıt yaklaşımların beraberliğini yansıtan  anlamsız ifadeleri bir yana bırakalım ve doğrudan somut politika önerilerine odaklanalım.

Talep nereden gelecek?
Küresel ekonomi uzun süredir makro dengesizliklerden muzdarip. Bir yanda Almanya, Çin gibi büyük dış ticaret fazlası veren ülkeler, diğer yanda ABD, Güney Avrupa, Türkiye gibi büyük açık veren ülkeler söz konusu. Ekonomik yazında “Great Recession” (Büyük Durgunluk) şeklinde anılmaya başlayan 2008-09 krizinin  oluşmasında bu dengesizlikler önemli rol oynadı. Büyük Durgunluk öncesinde ABD’nin iç ve dış borçlanmaya dayalı iç talep çekişli büyümesinin yarattığı küresel talep  artık yok. ABD  bütçe açıklarında belirli bir sınıra ulaştı. FED’in gevşek para politikası ise Amerikan iç talebini canlandırmak için yeterince etkili olamıyor. Temel soru şu: Büyümeyi teşvik edecek talep nereden gelecek?

G-20 ABD’nin bu pasif konumunu şu ifadeyle kabul ediyor: “ABD mali konsolidasyonunu uzun dönemde sürdürülebilir bir patikaya oturtma hedefinden vazgeçmeksizin 2013’te sert bir mali daralmaya izin vermeyecek şekilde kalibre edecek”. Basitçe söylersek, ABD uzun dönemde bütçe açığını ve kamu borcunu sürdürebilir düzeye çekmek zorunda, bunun için de piyasaları ikna kabiliyetine sahip uzun vadeli mali planında ısrar etmeli ama kısa dönemde planı biraz gevşetmeli. Aksi takdirde halen cılız bir seyir izleyen büyüme 2013’de daralmaya dönüşebilir.

Küresel talebin motoru ABD olamayacağına göre kim olacak? Doğal olarak gözler dış ticaret fazlası veren ve sağlam kamu maliyesine sahip ülkelere çevriliyor. Başta Almanya ve Çin olmak üzere, Avustralya, Brezilya, Kanada, Endonezya, Kore, hatta Birleşik Krallık “öznel talep koşullarını dikkate alarak otomatik mali stabilizatörlerin serbestçe çalışmasına izin verecekler”. Bu teknik ifade şu anlama geliyor: Bu ülkeler düşen büyüme nedeniyle azalan vergi gelirlerinin artırmaya başladığı bütçe açıklarına kafayı fazla takmayacaklar. Kamu harcamalarını düşürmeden bütçe açıklarının artmasına izin verecekler. Bu ev ödevi özellikle Merkel’i ilgilendiriyor. Ancak G-20 bununla yetinmiyor. “Eğer ekonomik koşullar daha da kötüleşecek olursa, kamu maliyesinde manevra alınan sahip ülkeler talebi destekleyecek iradi politikaları da devreye sokacaklar”. Yani, kamu harcamalarını artırıp otomatik stabilizatörlerin belirleyeceği bütçe açığı düzeyinden daha yüksek açık vermeyi göze alacaklar. Ama bu arada tüm ülkelerin Toronto Zirvesi’nde kabul ettikleri orta vade mali konsolidasyon planlarına sadık kalacaklarının da özenle altı çiziliyor. Yüksek dış fazlaya ama berbat bir kamu maliyesine sahip Japonya ise “olabildiğince hızlı bir şekilde yeniden inşayı devreye sokacak”. İtalya ve İspanya ise, tahmin edilebileceği gibi kemer sıkmaya devam edecekler.

Öte yandan Çin gibi yüksek cari fazlaya sahip yükselen ülkeler iç tüketimlerini “fiyat ve vergi çarpıklıklarını düzelterek ve sosyal korumayı genişleterek” artıracaklar. Cari fazlaya sahip gelişmiş ülkeler ise, ki başta Almanya geliyor,  “zayıf iç taleplerini hizmet sektörünü serbestleştirerek ve yatırımları teşvik ederek destekleyecekler”. Bu noktada Almanya için ücret artışlarından söz edilmemesi kayda değer. Ek olarak makro ekonomik temelleri daha iyi yansıtacak şekilde esnek kur sistemi alanı genişletilecek ve rekabetçi devalüasyonlara izin verilmeyecek. Tabi kastedilen esas olarak Çin ve Rusya. Nitekim, Çin’in Remnimbi’nin değerini daha fazla piyasa güçlerine bırakacağı ve döviz rezerv artışını yavaşlatılacağı sözü” nün “memnuniyetle karşılandığı” özellikle belirtiliyor.

Merak edenler için not edelim: Zirve dokümanlarında Türkiye bir kez anılıyor; yükselen ekonomilerde talebi yeniden dengelenmesi konusunda Türkiye’nin “tasarruf oranlarını artıracağı” belirtiliyor. Hepsi bu.

Petrol fiyatında jeopolitik risk
G-20 Meksika Zirvesi’nin öngördüğü büyüme reçetesiyle ilgili görüşlerimi aktarmadan önce tuhaf bir ifadeye dikkat çekmek istiyorum. “The Los Cabos Growth and Jobs Action Plan” da “Atıl kapasitelerin sınırlı, stokların da mütevazı olduğu bir ortamda Jeopolitik risklerin petrol fiyatlarında arz kaynaklı bir tırmanışa yol açabileceği riskini dikkate alarak, G-20 ülkeleri gerekli önlemleri almaya hazırdırlar” deniyor. Küresel durgunluk tehdidi nedeniyle son üç ayda yüzde 25 gerileyen petrol fiyatları gündemdeyken bu oldukça şaşırtıcı ifadenin ardında İran ile sona yaklaşmakta olan Nükleer pazarlığın muhtemel sonuçlarının gizlenmekte olduğunu rahatlıkla düşünebiliriz. Müzakere başarısızlıkla sonuçlanırsa İsrail’in İran’a saldırmasına adeta yeşil ışık yakılıyor. Ben bu ifadeden, İsrail saldırısını ve bunun sonucunda ortaya çıkacak petrol krizini durdurmaya muktedir değiliz, ama sonuçlarına katlanmaya hazırız anlamını çıkartıyorum. Yukarıda anılan politikaları boşa çıkartacak böyle bir gelişme gerçekleştiğinde ne gibi önlemler alınabileceğini de doğrusu merak ediyorum. Alternatif bir yorum da, bu özgüvenin İran’a çekilen bir blöften ibaret olduğudur.

İki kritik ülke: Çin ve Almanya
G-20 Meksika Zirvesi’nin kararları elbette bunlardan ibaret değil. Finans piyasalarının denetimi ve düzenlemesi ile ilgili daha önce alınan kararların teyidi ve uygulanması ile ilgili yapılacaklar, yapısal reform gündemi, çevre ile uyumlu enerji politikalarının belirlenmesi gibi  kararlar da dokümanlarda yer alıyor. Ancak küresel talebin yeniden yapılandırılarak artırılması sorununa çare bulunamazsa, bu kararlar hoş bir retorikten ibaret kalacaktır. Şahsi kanaatim, yakarıda özetlemeye çalıştığım büyüme yol haritasının küresel yönetişimde dikkate değer bir adım olduğudur. Ekonomi politikalarının makro dengesizlikler ve ülkelere özel koşullar dikkate alınarak koordine edilmeye çalışılması, her ülkenin salt kendi dar perspektifini ve kısa vadeli çıkarlarını dikkate alarak uygulayacağı politikaların yaratacağı zincirleme olumsuz tepkileşmelere karşı küresel bir bilincin oluştuğunun göstergesidir.

Tabi tartışılması gereken belirlenen yol haritasının ne ölçüde işe yarayacağıdır. Sonucu son tahlilde belirleyecek olan iki kritik ülkenin, Çin’in ve Almanya’nın ev ödevlerini ne ölçüde yerine getireceğidir. Bu ödevlerin bu iki ülkenin yönetimleri tarafından gönülden kabul edilmediği herkesin malumu. Çin’in ve Almanya’nın ihracata dayalı büyüme rejimlerinden daha dengeli bir büyüme rejimine geçiş yapmaları, üstelik oldukça hızlı bir geçiş yapmaları gerekiyor. Bu manevrayı özgün iç dengelerini alt üst etmeden gerçekleştirmeleri hiç de kolay değil. 

21 Haziran 2012 Perşembe

IMF'te yaşanmakta olan güç savaşı 5 milyar dolar borçtan daha önemli


IMF’e ödünç verdiğimiz 5 milyar dolar konusunu iyice abarttık. 1958’den başlayarak sık sık IMF’in kapısını borç almak için çalmış bir ülke olarak bu kuruluşa borç vermek her zamanki gibi milli gururumuzu okşadı. Oysa bu oldukça sıradan bir olaydı. 140 küsur ülke IMF’in finansal piyasaları sakinleştirmek için oluşturmaya çalıştığı yangın havuzuna katkıda bulundular. Bunların içinde bizim gibi IMF’den geçmişte borç almış ülkeler de vardı. Örneğin Brezilya. Havuza 10 milyar dolar koydu.  Bu yoldan yaklaşık 450 milyar Dolar para toplandı. Çok merak ediyorum acaba Brezilya’da da medya bizdekine benzer tepkiler verdi mi?

Ödünç paralarla oluşturulan bu havuzun gelişmekte olan ülkelerin IMF’teki ağırlıklarını arttıracağı şeklinde yanlış yorumlar da yapıldı. Alakası yok. Yukarıda da belirttiğim gibi bu paralar kalıcı değil. IMF’te oy haklarını bu kuruluşun sermayesine yapılan katkılar, bu katkılar da ülke kotalarını belirliyor. Bu konuda çok sınırlı bir reform 2010’da yapılmış, IMF’in özkaynakları 200 küsur milyar Dolar kadar arttırılmıştı. Meksika G-20 zirvesi bu reformu teyit ederek Ocak 2013’de kotaların, bugünkü dağılımın “eksikleri ve zayıf noktaları” (siz bunu "haksızlıkları" olarak okuyabilirsiniz) dikkate alınarak yeniden oluşturulacağı, 2014’de de kotaların yeniden gözden geçirileceği kararı  alındı. Bu kararlar gelişmekte olan ülkelerin Dünya ekonomisinde artan ağırlıklarına paralel olarak IMF’de daha fazla söz hakkı taleplerinin az da olsa karışlanacağını gösteriyor. ABD ve AB ikinci Dünya savaşı ertesindeki ekonomik ve siyasal güçlerine paralel olarak IMF ve Dünya Bankası’nda elde ettikleri ayrıcalıklı konumlarından taviz vermek durumundalar. ABD yüzde 17 küsur oyla IMF karalarını veto edebiliyor. Bir başka ifadeyle ABD’nin karşı olduğu bir kararı IMF’in alması olanaksız.

Aslında havuzda toplanan 450 milyarın hiç olmazsa yarısı kota katkısı olarak yapılabilirdi. Ancak IMF’e Cumhuriyetçi çoğunluğun itirazları nedeniyle para koyamayan Amerikan yönetimi bu ödünç paralardan oluşan havuz sistemini tercih etti. Ancak başta Çin olmak üzere Yükselen Ekonomiler baskıyı artırıyor. G-20 Meksika zirvesinin 33 numaralı kararında şu ifadenin yer alması bu baskının sonucu: “Tekrar teyit ederiz ki, Son dönemde yükselen ve gelişen ekonomilerde gerçekleşen güçlü büyümeyi dikkate alarak kota dağılım formülü IMF üyelerinin Dünya ekonomisindeki ağırlıklarını daha iyi yansıtacak şekilde değiştirilecektir”. Bakalım IMF’te Batı sultası ne zaman son bulacak? Bu arada Türkiye’nin de kota artırımlarıyla grubunun temsilcisi olmak için çaba harcadığını belirtelim.