14 Ağustos 2012 Salı

Büyüme tartışması


Ekonomiyi yakından izlemeyen okurlar için belirteyim. Büyüme konusunda tahmin yapan iktisatçılar arasında esaslı görüş ayrılıkları ortaya çıkmış bulunuyor. İyimserler cephesi 2.çeyrekte büyümeyi yüzde 4’ün üzerinde bekliyor. Buradan hareketle yıllık büyümenin de yüzde 4’ün üzerinde olacağını kestiriyor. Örneğin dostum Asaf Savaş Akat böyle düşünüyor. Kötümserler cephesinde yerli ve yabancı kurumların iktisatçıları var. Yıllık büyümeyi yüzde 3’ün altında tahmin ediyorlar. Örneğin IMF bu grupta yer alıyor.

Bir de arada bir yerde duranlar var. Yüzde 3 civarında bir büyüme tahmin ediyorlar. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın bu grupta olduğu anlaşılıyor. Geçen hafta yaptığı genel değerlendirmede bu yıl büyümenin Orta Vadeli Programda öngörülen yüzde 4’ün altında gerçekleşebileceğini söyledi. OECD de son yayınladığı Türkiye raporunda 2012 büyümesini yüzde 3,2 tahmin etti. Kendimi de bu gruba dahil ediyorum. Ancak yöneticiliğini yaptığım Betam’ın, en azından 2. çeyrek tahmini itibariyle kötümser cephede yer aldığı söylenebilir. Dr. Zümrüt İmamoğlu ve Barış Soybilgen dün yayınlanan aylık Ekonomik Konjonktür notunda mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış büyümeyi çeyrekten çeyreğe yüzde 1, yıllık olarak da yüzde 2 tahmin ediyorlar.
İki konuda görüş birliği

Büyüme tahmini kolay bir iş değil. Yöntem farklılıkları tahminlerin de büyük ölçüde farklılaşmasına yol açıyor. Ama en azından 2. çeyrek büyümesinin iki özelliği hakkında geniş bir görüş birliği olduğu söylenebilir: Birincisi tüketimde sınırlı bir canlanma olduğu, ikicisi de net ihracatın büyümeye katkısının pozitif olmaya devam ettiği. Ancak bu özellikler büyümenin dozu hakkında iyi bir tahmin yapmak için yeterli değil. Benim hesabım şöyle: Yılık olarak tüketimde yüzde 1’in üzerinde artış, yatırımlarda ise yüzde 5-10 arası düşüş bekliyorum. Mal ve hizmet ihracatının yıllık olarak yüzde 8 civarında artacağını, ithalatın ise yüzde 6 civarında düşeceğini tahmin ediyorum. Bunlara yüzde 5 kadar kamu harcama artışı eklersek 2. çeyrekte yıllık büyüme yüzde 4 civarında çıkıyor. Bu büyümenin büyük bölümü net ihracat katkısından geliyor. 1. çeyrekte büyümenin tümünün net ihracat katkısından geldiğini hatırlatayım. Para ve maliye politikaları nispeten sıkılıklarını korurlarsa ikinci yarıda da büyüme yüzde 3-4 arası seyreder.

Büyüme ve iktidar

Büyüme tartışması iki nedenle önemli: Birincisi, ‘yumuşak iniş’ adını verdiğimiz büyüme rejimindeki düzeltme operasyonunun başarısını masaya yatırıyor. İkincisi, başarının mertebesine, dolayısıyla işsizliğin seyrine bağlı olarak ya mevcut iktisat politikaları üzerinde siyasal baskı oluşacak ya da yola böyle devam edilecek. Büyük ölçüde net ihracatın katkısından kaynaklanacak yüzde 4 civarında bir büyüme arzulanan düzeltme operasyonunu başarılı kılacaktır. Cari açıkta nispeten sınırlı bir  gerileme olsa da en azından açılma tersine çevrilmiş olacak. Yüzde 4 büyümeyle işsizlikte de ürkütücü bir artış ortaya çıkmaz. Böyle bir gelişme mevcut iktisat politikalarının devam edeceği anlamına gelir.
Buna karşılık büyüme yüzde 4’ün bir hayli altına düşecek olursa işsizlikte belirgin bir artış sonbaharda kendini gösterecektir. Böyle bir gelişme iktidarın 2013 ve 2014’e yönelik siyasal planlarını bozar. Bu koşullarda para ve maliye politikalarında gevşeme tartışması kaçınılmaz olarak ekonomi gündeminin ilk sırasına oturur.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Severance pay reform

The Bahçeşehir University Center for Economic and Social Research (BETAM), of which I am a director, last Thursday published a report on how to reform the current severance pay system (“Severance Pay Reform: Problems and Solutions”).


Minister of Labor and Social Security Faruk Çelik announced in the spring that his ministry was devising a new system based on monthly regular premium payments to be accrued in individual accounts. Deputy Prime Minister Ali Babacan said he supported the reform, but there is neither a plan that has been revealed to make a legislative change nor open support from Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan. There is, however, a strong preemptive opposition from trade unions threatening the government with a general strike.
Obviously severance pay reform is politically difficult as are many other reforms, but nevertheless I believe that it is one of the most needed. I have constantly argued in this column that the Justice and Development Party (AK Party) government must implement without delay the structural reforms it promised in the Medium-term Program (OVP) in order to secure satisfying gross domestic product (GDP) growth in the future. “Satisfying” means an average of 5 percent at least if high unemployment and poverty are to be fought properly. However, this growth performance is not at all guaranteed. The latest macroeconomic indicators show that the Turkish economy would grow at best by around 3 percent this year, lower than the 4 percent forecast in the MTP. It is true that 2012 is the year of rebalancing the high but unsustainable growth based on domestic demand that was fueled by external borrowing. However, it should be underlined that a low growth policy [3 percent] can continue in the future if exports do not rise more than imports.
The change in growth policy requires more competitive power as well as higher domestic savings. This is easier said than done. Tight monetary and fiscal policies have to be pursued, but they will not be sufficient if they are not accompanied by productivity and saving enhancing reforms; one can have a sustainable but at the same time a low growth policy, which would not be acceptable to the AK Party.
The Treasury and Ministry of Finance are fully aware of these challenges since the MTP foresees a very comprehensive and radical reform agenda. It is important, but at the same time difficult reforms on this agenda are obviously those related to the labor market and to tax systems (see my column “Fiscal devaluation for Turkey,” April 1). The two main pillars of labor market reform are the setting of the minimum wage at the regional level and the reshaping of the very rigid current severance pay system. The regional minimum wage idea included in the National Employment Strategy has already been abandoned, so the same fate might be awaiting the severance pay reform.
The severance pay system foresees one month's pay for every year worked if the worker is fired for a reason other than personal fault, and when he retires. In case of resignation nothing is paid. Social security statistics indicate that less than 10 percent of wage earners can benefit from severance pay in practice for a variety of reasons: First, one out of five wage earners are informally employed. Second, many firms fire at the end of December and hire beginning in January in order to avoid paying severance, which requires one full year of work. Third, some firms, when they decide to fire a worker force them to resign -- harassment is quite frequent -- and sometimes these firms request letters of resignation from the workers when they are hired. Fifth, if a firm has defaulted it is very rare that its workers will get severance pay. Actually only wage earners working mostly in state-owned enterprises and in big private corporations effectively receive severance pay.
So the current severance pay system benefits a minority of workers while it pushes firms, particularly small and medium-sized ones, to either have their workers go unreported to the Social Security Institution (SGK) or to underreport their wages, thus expanding the informal economy. The current system also increases hiring costs, constrains employment because of high firing costs and creates a hindrance for workers who are able to find better jobs as they can only quit their job if they give up their accrued severance. The same kind of hindrance also applies to firms that would like to fire unproductive workers who have worked for the company for many years since firing would be costly. These two-way constraints are called “unproductive mismatches” in labor economics.
A monthly premium payment in individual accounts will automatically solve some of the problems like conditionality and unproductive mismatches. Also it would help domestic savings through a strong effect on financial literacy and the strengthening of financial markets, which the accrued premiums would be invested in. The critical issue of the reform is of course the level of the monthly premium. If it is set too high, the close to actual rate of 8.3 percent, labor costs will increase unacceptably and further jeopardize competitiveness by pushing up the underground economy as well as unemployment. But if it is set too low it, would be harder to defend the reform.
BETAM suggests a premium of 4 percent, but only 2 percent in additional costs to firms, while 2 percent would be transferred from employee premiums. Last but not least, in order to avoid the trade unions' excessive reaction, BETAM suggests giving current wage earners the choice between the “old regime” with its risks and the “new regime” with its promises.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Avrupalı parlamenterlerin Türkiye’ye bakışı


Avrupa Birliği serüveni tüm iniş çıkışlara rağmen devam ediyor. Ama Suriye krizinden ve Kürt sorunun tırmandığı şiddet boyutundan ortalık o kadar toz duman ki Avrupa Birliği konuşulmaz oldu. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (Betam) dün yayınladığı bir çalışmayı bahane ederek Türkiye’nin geleceği olduğuna inandığım AB’yi yeniden gündeme getirmek istiyorum.

            Siena Üniversitesi’nden Stefano Braghiroli Betam’da misafir araştırmacı olarak son derece ilginç bir araştırmaya imza attı. “Euro-legislators’ perspective on Turkey: Easier said than done...” başlığını taşıyan araştırma, son üç yılda Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye ile ilgili yapılan oylamalarda parlamenterlerin Türkiye’ye ilişkin kararlarda kullandıkları oyun rengi  ile 2009-10 yılarında gerçekleştirilen eğilim anketinde aynı parlamenterlerin ifade ettikleri Türkiye’ye bakışları eşleştirilerek analiz ediliyor.


Destekler ve köstekler

            Bu eşleştirmeden çıkan sonuçlar son derece ilginç. Braghiroli önce 0 en aleyhte 1 en lehte olmak üzere nümerik bir cetvele yerleştirdiği oylama sonuçlarını üye ülkeler ve siyasal aidiyet düzlemlerinde ayrı ayrı belirliyor.  Üyeler düzeyinde Türkiye’ye en yüksek destek Malta’dan geliyor! Cetvelde puanı 0,7. Basitleştirmek için isterseniz yüzde 70 d estek diyelim. Bu beklenmedik sonucu bir yana bırakırsak ikinci sırada İsveç var; yüzde 67 destek. Burada bir sürpriz yok. Üçüncü sırada İspanya geliyor.

En aleyhtekiler ise beklendiği gibi Kıbrıs Cumhuriyeti ile Yunanistan: Puanları 0,2 ve 0,27. Yine basitleştirerek yüzde 80 ve yüzde 77 köstek diyebiliriz. Aleyhimize oyda üçüncü sırayı Avusturya işgal ediyor. Sürpriz yok. Ama ardından Macaristan geliyor. Doğrusu bunu beklemiyordum. Alman ve Fransız parlamenterlerin oylarının rengine gelince: Fransa’dan yüzde 51 köstek, Almanya’dan yüzde 55 destek var. Hiç de sanıldığı kadar kötü değil; Hele Birleşik Krallık desteğinin yüzde 56’da kaldığını dikkate alırsak.

Aslan sosyal demokratlar

Oyların rengi siyaset düzleminde irdelendiğinde uçlarda sürpriz yok: Sosyal Demokrat grup yüzde 87 destek, aşırı sağcı grup ise yüzde 78 köstek vermiş. Yeşillerin desteği yüzde 71. Buna karşılık radikal soldan yüzde71 köstek var. Elbette Aşırı sağ ile Radikal Sol’un Türkiye’ye karşı oy kullanmaları ortak bakıştan kaynaklanmıyor. Aşırı sağ Avrupalı saymadığı Müslüman bir ülkeyi dışlamak isterken Radikal Sol Demokrasimizin kalitesini sorguluyor.

Braghioli bu saptamalardan yola çıkarak ilginç bir soruyu gündeme getiriyor. Avrupalı parlamenterlerin Türkiye’ye şahsi bakışları ile ülke ve siyasal aidiyetleri arasında ne ölçüde tutarlılık var? Örneğin bir Yunanlı parlamenter AB çerçevesinde Türkiye’ye şahsen olumlu bakarken Yunanlı ya da Yeni Demokrasi mensubu olduğu için mi olumsuz oy kullanıyor? Ya da bir Alman sosyal demokrat Türkiye’ye pek de olumlu bakmazken parti disiplini nedeniyle mi olumlu oy kullanıyor? Ülke aidiyeti ile oy davranışı arasında büyük tutarsızlıklar yok. Yine de iki uç örneği vereyim. Polonya’dan destek yüzde 46 (yüzde 54 köstek) ama parlamenterlerin Türkiye’ye bakışı yüzde 54 olumlu. Buna karşılık Birleşik Krallıktan yüzde 56 destek var ama parlamenterlerden bireysel destek yüzde 45 ile sınırlı. Yani parti disiplini olmasa aleyhte oy ağır basacak .Siyasal aidiyet düzeyinde tutarsızlık ise çok daha belirgin. Sosyal Demokrat gruptan yüzde 87 destek varken, bireysel bakışta destek yüzde 64: Yaşasın Real Politik! Aşırı sağda köstek yüzde 78 ama olumsuz bakış yüzde 61’de kalıyor. Yani aşırı sağcılar o kadar da Türkiye karşıtı değiller!

Bu sonuçlar Türkiye’nin AB üyeliğinin umutsuz olmadığı mesajını veriyor. Daha demokrat, daha kalkınmış, aynı zamanda daha vazgeçilmez olmuş bir Türkiye’nin üyelik şansı bana göre oldukça yüksek.

Demographic dynamics, aging populations and Turkey

The Turkish Statistics Institute (TurkStat) published worldwide demographic projections for 2050 three weeks ago. Making projections for such a long period can be considered a perilous exercise, but let’s not forget that demographic trends -- which originate from long-lasting structural factors such as urbanization, modern life and health improvements -- are hardly irreversible. So, demographic dynamics have to be considered seriously as they are very influential in the long run regarding the stability of economic and social systems.
In order to underline the importance of the demographic dynamics, let me give an example from history. The explosion of the population in Europe during the early Middle Ages reinforced the feudalist system and prepared the ground for the Crusades with all their consequences. However, this explosion caused, at the beginning of the 14th century, severe famines that paved the way one generation later for the Black Plague that decimated one-third of the European population. So, this time the rapid decline of the population weakened the feudal system and opened the era of the Renaissance.
According to demographic projections, by 2050 the distribution of the world population as well as the distribution of power will show quite a different picture than that of today. China will give up its first place to India, having a population of 1.3 billion against India’s 1.7 billion by then. Furthermore, China will have a very aged population compared to India, with a median age of 48 compared to 37 in the Southeast Asian nation. The United States will, however, increase its population from 300 to 400 million, which would be one of the highest increases, and its median age will increase slightly from 36 to 40. We might expect the US to keep its place as the most powerful nation in the world.
How about Turkey and its region, including Europe? As you can observe from the table, the demographic trends are divergent and important upheavals have to be expected in the future. Let me start with our neighbors. Except for Greece, all of them will lose part of their population and the aging population problem will become a serious issue. The most dramatic case is Bulgaria -- a quarter of its population will be lost and the median age will reach 47. Ukraine, Romania, Russia and Poland will follow Bulgaria. Poland and Romania will have very aged populations, as will be the case for Russia and Ukraine, but to a lesser extent. Russia, rich in energy resources and thanks to its population size and technological development, can cope with the consequences of an aging population and can keep its pre-eminence as the most powerful country of the region. But the others, including a stagnating Greece with an aged population and without natural resources and technological abilities, will most probably be impoverished and will constitute an even larger burden for the European Union than they are today.
The most striking future regarding the EU’s big four is Germany. Its population will decrease from 82 to 74 million and its median age will reach 49. France and the United Kingdom will almost equal Germany in population size and will suffer to a lesser extent from aging population problems. Nevertheless, Germany, thanks to its technological advances, has a chance to keep its welfare state. But German domination might end if France and the UK find a way to avoid a widening technological gap with Germany. As for Italy, with its declining and aging population, as well as being the most indebted country on the continent, it will probably become the biggest headache for the union.

The picture in the Middle East is quiet different. Iran’s population will increase slightly while it will face a severe aging problem as its median age will increase to 47. Iran will be less populated than Turkey, far less populated than Egypt and will be caught by Iraq on this front. The demographic trend for Iraq is absolutely astonishing: Its population will grow by 155 percent, climbing from 32 million to 83 million, and it will be the youngest country in the region. The population increase in Egypt is also quite impressive, making it by far the most populous country in the region with 123 million.
Iran can easily cope with the problem of an aging population thanks to its immense energy resources but this will probably require a regime change or a radical change in the policies of the current one. Egypt, given its poor human capital and natural resources, might crash under the burden of its explosive demographics. Iraq, on the other hand, is set to become an important regional power given its energy resources should it preserve its territorial integrity. Also, the rapid growth of the Iraqi gross domestic product (GDP) would be a great opportunity for Turkish exports, and thus for the growth potential of the Turkish economy.
In this framework Turkey appears as a strong candidate to become the second important regional power after Russia given the size of its population (94.5 million) and having a relatively less-aged population (the median age will reach 40 by 2050) if it maintains its speedy economic growth.

3 Ağustos 2012 Cuma

CHP iktidar olur mu?


CHP’nin “yenilenme” kongresini izleyen günlerde basında en çok sorulan soru sanırım bu oldu. Benim yanıtım olumsuz, şimdilik. Birbiriyle bağlantılı iki nedenle: Birincisi seçim sistemi ile ilgili: Ak Parti’nin tek başına parlamento çoğunluğunu alması için CHP’ye 8-9 yüzde puan fark atması yeterli. Ama bu eşik CHP için en az 10 puan çünkü CHP daha ziyade büyük il ağırlıklı oya sahip. Milletvekillerinin illere dağılım kuralı küçük illeri kayırdığından CHP’ye daha büyük fark gerekiyor. Örneğin, CHP yüzde 40 oy alırken Ak Parti’nin de yüzde 30’a düşmesi gibi. Demek ki CHP’nin tek başına iktidara gelebilmesi için yüzde 25’lik oyuna 15 puan eklemesi, bu puanları da çok büyük ölçüde son seçimlerde oylarını Ak Parti’ye veren seçmenlerden aktarması gerekiyor.

Bağımsız seçmenler

2015’de CHP böyle bir performans gösterebilir mi? Bu noktada ikinci nedene geliyoruz. CHP’nin Ak Parti’ye oy vermiş 4-5 milyon seçmeni kendi saflarına çekebilmesi için benim “bağımsız seçmen” olarak adlandırdığım, seçim literatüründe “yüzergezer seçmen” olarak anılan ve ezici çoğunluğu son üç seçimdir Ak Parti’yi destekleyen bu seçmenleri ikna etmesi gerekiyor. Tabi elindekileri kaybetmemek koşuluyla.
Bu ikna operasyonu nasıl bir strateji gerektiriyor? Bu kolaylıkla yanıtlanacak bir soru değil. “Bağımsız seçmen” grubunun esaslı bir analizini gerektiriyor. Salt bu amaçla yapılmış bir anket yok ama mevcutların sunduğu bilgilerden “bağımsız” seçmeninin başlıca iki niteliğini ideolojilere (dindar muhafazakârlık, Kemalizm, sosyalizmvb) bağımlı olmaması ve ekonomik istikrara büyük önem vermesi olarak belirleyebiliriz. Bu grubun içine üst gelirliler kadar düşük gelirlilerin de girdiğini tahmin ediyorum.
İdeolojik bağ zafiyeti bu seçmenlerin önemli bir bölümü için demokrasi ve özgürlük sorununun fazla önemli olmaması demektir. Oysa bugünden 2015’e Ak Parti karşısında CHP’nin en önemli kozu demokrasi ve özgürlük olacak gibi duruyor; Ergenekon destekçiliğini bırakması, Anayasa yazımında en az Ak Parti kadar özgürlükçü ve çoğulcu pozisyonlar alması koşuluyla. Bu arada Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da var. Ancak Ak Parti’yi alt etmenin yolu da Dimyat’tan geçiyor.

Doğru teşhis önemli

Dimyat’ta kaliteli demokrasi ve özgürlükten daha çok kaliteli ekonomi bulunuyor. Ak Parti 2002 Kasımında yüzde 34 oyu geleneksel merkez sağ ve solun ülkeyi 10 yıl boyunca krizden krize sürüklemesi sayesinde aldı. Buna karşılık 2007’de oylarını yüzde 46’ya çıkarmasının ardında ekonomik istikrar ve yüksek büyümenin sonucu düşen yoksulluk ve iyileşen gelir eşitsizliği vardı. CHP bunu bir türlü anlamak istemiyor. Geçen hafta Kılıçdaroğlu’nun Andrew Finkel’e Taraf gazetesinde verdiği röportaj ibretlikti. FinkelKılıçdaroğlu’na ısrarla Ak Parti’nin oylarını nasıl oluyorda sürekli arttırdığını soruyor. Kılıçdaroğlusorudan kaçmaya çalışıyor ama iyice sıkışınca Diyarbakırlıların kendilerine yeni hapishane vaat eden Ak Parti’ye nasıl oluyor da hala oy verdiklerinin araştırılması gerektiğini söylüyor. Absürd!
CHP’nin alternatif iktisat politikası konusunda da söylediği asgari ücretin gelir vergisi oranını yüzde 1’e düşürmek ve eğitim reformu yapıp yüksek teknolojili mallar üretmek. Umarım CHP’li ekonomistler asgari ücretin gelir vergisini yüzde 1’e düşürmenin yukarıya doğru yansımasını ve bunun kamu gelirleri üzerindeki etkisini iyi hesap ederler. Eğitim reformu tam anlamıyla tatsız ekonomik gerçeklerle yüzleşmekten kaçmanın bahanesi oldu. CHP halen üçte ikisi lise altı eğitime sahip işgücü ile bugün ve yarın ne yapabileceğimiz üzerine biraz kafa yorsa iyi olur. Aksi takdirde bağımsız seçmeni ekonomiyi Ak Parti’den daha iyi yöneteceğine ikna etmesi hayal olur.

Republican People's Party has no economic strategy





Republican People's Party (CHP) leader Kemal Kılıçdaroğlu last week gave a very informative interview to Andrew Finkel of the Taraf daily. The media has focused on Kılıçdaroğlu's comments about the theoretical profile of the CHP's future candidate for the 2014 presidential elections.


The person Kılıçdaroğlu described is an independent and popular personality, capable of challenging Recep Tayyip Erdoğan. This electoral strategy has naturally monopolized the columns, and no attention has been paid to Kılıçdaroğlu's answers to Finkel's questions regarding the CHP's approach to the economy.
Now, these answers deserve careful analysis, since the performance of the CHP in the next elections will depend heavily on the credibility of its economic policy.
Let me state at the outset, it is my sincere opinion that Kılıçdaroğlu's comments about the economic performance of the Justice and Development Party (AK Party) reveal the CHP's lack of understanding as to how the ruling party managed to increase its voter support from 34 to 46 percent in 2007, and further to 50 percent in 2011. As long as the CHP is unable to comprehend the reasons for this increase in popular support, it will be unable to formulate a consistent economic policy. Without such a policy, it cannot convince floating voters of its capacity to secure Turkey's stability and growth. Without the support of these floating voters -- indeed, free-minded voters who place importance on economic stability -- the CHP may see only a limited increase in votes as a consequence of setbacks faced by the AK Party due to domestic and international issues. It cannot hope to challenge the AK Party's incumbency.
In the interview, Finkel pointed out the 8 to 9 percent economic growth over the past two years, and asked how Kılıçdaroğlu saw fit to challenge the economic policy of the ruling party. Kılıçdaroğlu responded that the average growth rate for Turkey between 1923 and 2002 was 5.5 percent, as compared with 5.7 percent during the AK Party's leadership. This, he said, is not an impressive performance. However, Kılıçdaroğlu is mistaken here. Firstly, you cannot compare these two time periods, for the simple reason that the rate of growth declines in the long run due to capital stock deepening. This is the rule of thumb in growth theory. Secondly, the average population increase was much higher between 1923 and 2002 than in the last decade, and consequently 5.7 percent growth yielded higher per capita income than the older 5.5 percent growth. This factor has a major impact on poverty, as I will discuss below.
If Kılıçdaroğlu's argument was that Turkey's 8 to 9 percent growth is unsustainable as it has been based on domestic demand and fueled by external borrowing, reaching now a period of decline, this would have been fair criticism. But, rather, he argued that there are millions of people unemployed in this country, and meanwhile Turkey imports agricultural products. I do not want to spend a long time proving that these are totally irrelevant matters in judging the health of the economy. Let me simply say that Germany also imports a high quantity of agricultural goods, and that the unemployment rate in Turkey is currently lower than it was in 2002.
Finkel was unsatisfied with this answer, asking, “According to you, how has the AK Party succeeded in increasing its electoral support from 34 percent to 49 percent?” The CHP leader began to state that there is no internal democracy in the AK Party, while it flourishes in the CHP. “But,” Finkel insisted, “how have they increased their votes?” Kılıçdaroğlu's answer is so absurd that it would not be out of place in an Ionesco play. This fact, he said, is yet to be sociologically analyzed, and further, the AK Party promised a new prison in Diyarbakır and did not see a decline in voter support -- this is not possible in a democracy!
To my mind there is no mystery in the AK Party's success. Rapid economic growth, with some interruption during the most recent economic crisis, helped to decrease poverty and lessen financial inequality by increasing wage employment and per capita income. An implicit proof of this assertion is that the AK Party lost 8 percentage points, going from 46 percent to 38 percent, in the March 2009 local elections, a time when unemployment was at its peak and gross domestic product at its lowest.
To convince the public that they are capable of implementing a successful economic policy, the CHP must first recognize the realities of the current situation. As I have always argued in this column, given the limitations of domestic demand-led growth, the Turkish economy risks becoming trapped in low growth if the government fails to implement productivity and cost-reducing reforms.
The CHP should think seriously about these issues. The only policy suggestions emerging from the Kılıçdaroğlu interview concern decreasing income tax on the minimum wage to 1 percent, and the necessity of improving education in order to produce high value-added goods for export. I do not know if Kılıçdaroğlu is aware of the consequences of a tax rate decrease at the bottom of the rate structure. Decreasing income tax rates is rather a neoliberal policy, and Turkey faces the problem of tax evasion rather than with the rates themselves. Regarding education reform, who would not espouse its importance? But what will you do with a current labor force averaging seven years' schooling, until the reforms take effect, at the earliest, in 10 to 15 years?