26 Şubat 2015 Perşembe

Faiz savaşı bitmedi

Para Politikası Kurulu (PPK) beklenen “ölçülü” faiz indirimini yaptı. Politika faizi yüzde 7,75’ten 7,50’ye 25 baz puan, faiz koridorunun üst sınırı ise yüzde 11,25’ten 10,75’e 50 baz puan düşürüldü.
PPK bu indirimleri şöyle gerekçelendiriyor: “Kurul, çekirdek enflasyondaki düşüşün devam edeceğini öngörmektedir. Bununla birlikte, enflasyondaki düşüşün kalıcı olması için para politikasında temkinli bir yaklaşım gerekmektedir. Gıda ve enerji fiyatlarındaki artan oynaklığı da dikkate alan Kurul, faiz oranlarındaki indirimin ölçülü tutulmasını uygun görmüştür.”
Üst bandının 50 baz indirilmesine itirazım yok. Merkez Bankası fiili faizi politika faizine yakın tutuyor. Yüzde 11,25 FED’in faiz artırmaya başlamasının yaratacağı şoka karşı zaten fazlasıyla marj sağlıyordu. Yüzde 10,75 de yeterince marj bırakıyor. Merkez Bankası banka sistemine borç verirken faizi fiilen yüzde 10,75’e kadar yükseltebilir. Enflasyon durumu itibarıyla bu artış Türk Lirası’na karşı spekültaif hareketi caydırmak için yeterli olur.
Buna karşılık, sınırlı da olsa politika faizinde yapılan indirim bence doğru olmadı. Merkez Bankası ağır siyasal baskılara direnebildiğini göstermek için politika faizine dokunmamalıydı. Neyse... Piyasada kıyamet kopmadı. Bu karar zaten fiyatlanmıştı. Buna karşılık Cumhurbaşkanı’nın liderliğini yaptığı “negatif reel faiz lobisi” bu indirimi beklendiği gibi yeterli bulmadı. Başbakan Davutoğlu, Budapeşte’den faiz indirimini “yeterli bulmadığını” açıkladı. Sanayi Bakanı Işık da “Üst bantta 50 baz puanlık indirim oldu ama beklentilerimizi karşılamadı. Daha fazla indirim bekliyorduk.” diyor.
Bunlar ölçülü çıkışlar. Merkez Bankası’nın bağımsız olduğu her ülkede iktidar mensupları para politikasına itiraz edebilir. Sorun para politikasına fiilen karışılması. Henüz Cumhurbaşkanı’ndan ses yok. Ama bugün yarın sert bir tepkiye tanık olabiliriz. Ya da daha önceki demeçlerinde belirttiği gibi Cumhurbaşkanı, Merkez Bankası Başkanı’nı görüşmeye davet ederek hesap sorabilir. Cumhurbaşkanı’nın son haftalarda tanık olduğumuz çıkışları açıkça gösterdi ki enflasyon-faiz oranı ilişkisinde çok temel bir görüş ayrılığı var. Cumhurbaşkanı’na göre faizler düştükçe enflasyon da düşer. Ekonomi biliminde yeri olmayan bu görüşü tartışmaya gerek olduğundan emin değilim. Yine de şu sorunun yanıtını merak ediyorum. Enflasyon faizi takip edeceğine göre Merkez Bankası faizini hangi seviyeye indirmeli?
Merkez Bankası’na yönelik siyasal baskıların temelinde 7 Haziran seçimleri var. Cumhurbaşkanı, ne pahasına olursa olsun başkanlık sistemini getirmek istiyor. Bunun için 330 küsur milletvekili lazım. Bu da yüzde 50 oy gerektiriyor. Bu kadar oy ise hiç garanti değil; eğer HDP bir yanlış yapmazsa. Bu nedenle Cumhurbaşkanı ekonominin bir an önce canlanmasını istiyor. Bunun da Merkez Bankası’nın büyük çaplı faiz indirimi ile mümkün olduğunu düşünüyor. Bu tür politikalar artık kısa vadede bile pek mümkün değil. Bunu hükümetin bir kesimi de iyi biliyor ve üstü kapalı da olsa Merkez Bankası’na destek çıkıyor.
Ancak bu destek yetersiz kalabilir. PPK’nın yazılı açıklaması, faiz indirimlerinin sonuna gelindiğini ima eder gibi. “Önümüzdeki dönemde para politikası kararları enflasyon görünümündeki iyileşmenin hızına bağlı olacaktır. Enflasyon beklentileri, fiyatlama davranışları ve enflasyonu etkileyen diğer unsurlar yakından izlenecek ve enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar getiri eğrisini yataya yakın tutmak suretiyle para politikasındaki temkinli duruş sürdürülecektir” deniyor. Bu ifadeden, enflasyon şubat ayında düşmezse, ki bu mümkün, mart toplantısında indirim yapmam anlıyorum. Kıyamet daha önce kopmazsa  mart ayında kopabilir.

NOT: Bu yazı kaleme alındığında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) faiz kararına ilişkin henüz açıklama yapmamıştı.
(Zaman, Şubat 2015)

23 Şubat 2015 Pazartesi

Syriza, uzlaşmayı seçti

Korkulan olmadı. Radikal solcu Syriza hükümeti Troyka ile seçimden bu yana oynadığı poker partisini sonlandırarak uzlaşmayı seçti.
Saatlerce sürmesi beklenen ancak 2 saatte biten cuma günkü toplantı, anlaşmayla sonuçlandı. 28 Şubat’ta sona eren mevcut istikrar programı anlaşması 4 aylığına uzatılıyor. Sonrasına sonra bakılacak. Böylece Yunanistan iflas etmeyecek, Troyka son taksitleri ödeyecek. Son derece katı davranan Almanları Fransa’nın yumuşattığı söyleniyor. Le Monde gazetesine göre toplantıdan bir gün önce öğle yemeğinde misafir ettiği Şansölye Merkel’i Başkan Hollande ikna etmeyi başarmış.
Anlaşma neler içeriyor? Önce bir sözcük sorununu açığa kavuşturalım. Yunanlıların nefret ettiği ‘Troyka” sözcüğü resmen silindi. Onun yerine artık ‘Kurumlar” sözcüğü kullanılıyor. Değişen bir şey yok; Avrupa Konseyi, Avrupa Merkez Bankası ve IMF, Yunanistan’ın kreditörleri ve kontrolörleri olmaya devam ediyorlar. Syriza hükümeti mevcut istikrar programını çöpe atamadı. Yapılmış reformlara dokunmamayı ve bütçe dengelerini bozacak adımlar atmamayı taahhüt etti. Milli gelirinin yüzde 175’ine varan 320 milyar Avro kamu borcunu yeniden müzakere etmeyi de yeni anlaşmaya erteledi. Buna karşılık 28 Şubat’ta sona eren 240 milyar Avroluk anlaşma 4 ay uzatılıyor. Yunanlıların henüz almadığı 130 milyar tahsil edilebilecek ve Yunanistan iflas etmeyecek.
Bu dört ay süresince Syriza kendi reformlarını yapabilecek. Ancak bu reformların neler olduğunu pazartesiye kadar (bugün) bildirmesi gerekiyor. Bunu özellikle Almanların istediği belirtiliyor. Alman hükümeti, bu anlaşmayı başka türlü parlamentoya kabul ettiremeyeceğini söylemiş. Yunanistan ile Kurumlar’ın ilişkilerinin odak noktasını bundan böyle bu reform listesi oluşturacak. Syriza gelecek hazirana kadar bütçe dengelerini zedeleyecek politikalar uygulamamayı kabul etmiş durumda. İfadelerden benim anladığım eski anlaşmada yüzde 3 olarak belirlenen faiz dışı bütçe fazlası da en azından hazirana kadar geçerli. Ama Başbakan Tsipras, böyle düşünmüyor. Anlaşmanın gerçek dışı faiz dışı fazlalara son verdiğini söylüyor. Syriza faiz dışı fazlayı yüzde 1,5’e düşürmeyi ve bu yolla vaat ettiği sosyal harcamaları finanse etmeyi planlıyordu. Bunu yapabilecek mi emin değilim.
Bu manzara ilk bakışta Syriza’nın önemli taviz verdiği izlenimini doğuruyor. Ancak Syriza anlaşmazlığı kopma noktasına getirmeden vaatleriyle daha uyumlu yeni bir anlaşma yapmayı hâlâ başarabilir. Yunan Maliye Bakanı Yanis Varufatkis, “Yunanistan Momerandumu (mevcut kemer sıkma programı) geride bırakıyor ve reformların ve kaderinin eş müellifi oluyor.” diye bir açıklama yapmış. “Eş” demeseydi abartalı olurdu ama bu anlaşmayla Yunanistan’ın müzakerelerde başını öne eğen taraf olmaktan çıktığı gerçek. Syriza hükümeti başta vergi kaçağını önlemeye yönelik reformları iyi tasarlar ve uygulamaya başlarsa adaletsiz Troyka programının tümümü olmasa da bir kısmını çöpe atmayı başarabilir.
Başarılı bir vergi reformu elbette bir yandan Syriza’nın sosyal programını desteklemeye, diğer yandan da borçları kuruş kuruş ödemeye yetmez. Bunun için borçların kısmen silinmesi, kalanın yeniden yapılandırılması ve Yunan ekonomisinin artık büyümeye başlaması şart. Ancak böyle bir strateji Syriza’ya sosyal vaatlerini finanse etmek için gereken mali kaynağı sağlayabilir.

Tsipras, toplantıdan sonra şu teşhisi yapmış: “Ülkemiz anlamlı bir çatışmayı kazandı ama savaşı henüz kazanmadı. Mücadelenin çetin kısmı hükümetin önünde duruyor.”

19 Şubat 2015 Perşembe

İşsizlikte artışa devam

Pazartesi günü yayınlanan kasım istatistikleri işsizlikte ılımlı artışın devam ettiğini gösterdi.
Önceki aya kıyasla mevsim etkilerinden arındırılmış istihdamın 30 bin yükselmesine rağmen işgücü 55 bin artınca işsiz sayısı 100 bin kadar arttı, işsiz sayısı da 3 milyon 120 bine çıktı. İşsizlik oranı 0,1 puan, yüzde 10,6’dan 10,7’ye, tarım dışı işsizlik oranı da yüzde 12,7’den 12,8’e yükseldi. 2013 Kasım ayında genel işsizlik oranı yüzde 9,3 tarım dışı işsizlik oranı da yüzde 11,1’di. Bir yılda 1,5 puan civarında bir artış var.
Kasım dönemi (ekim-kasım-aralık) tam olarak geçen yılın son çeyreği ile örtüşüyor. Bu dönemde GSYH’nın az da olsa küçüleceğini tahmin ettiğimizi geçen yazımda belirtmiştim. Buna rağmen istihdamda geçen aylardaki kadar olmasa da dikkate değer bir artış olması ilginç. Bu yeni bir gelişme değil. 2012’den itibaren ekonomik büyüme hızında büyük düşüş yaşandı. GSYH artışı yüzde 8-9 düzeyinden ortalama yüzde 3’e düştü. 2014 yılı büyüme hızı da yaklaşık bu civarda bekleniyor. Oysa 2013 Kasım’a kıyasla tarım dışı istihdam yüzde 5,7 arttı. İstihdam artışının ekonomik büyümeden daha yüksek olması yeterince çarpıcı. Normalde işsizliğin düşmesi gerekir. Aksine artıyor çünkü işgücü artışı istihdam artışından daha yüksek. Nitekim bir yıllık işgücü artışı yüzde 7,8.
Yavaş çalışan bir ekonomide bu kadar yüksek miktarda istihdam ve işgücü artışlarının olması başlı başına bir muamma. IMF aylık dergisi Finance & Development’ta birkaç ay önce bazı Latin Amerika ülkelerinde istihdam artışının büyümeden yüksek olduğu dönemler yaşandığını okumuştum. Ayrıntılı bir analiz yoktu ama istihdam artışının hizmet sektöründe yoğunlaştığı belirtiliyordu. Bizde de böyle bir gelişme söz konusu. Bir yılda hizmet istihdam artış oranı yüzde 16. Ama tarım hariç ki bu normal, inşaat istihdamı da yüzde 16 artmış. Sanayide de artış hiç fena değil: Yüzde 8.
İşsizlik adına kuşkusuz sevindirici bir gelişme. Normalde düşük büyüme işsizliği daha hızlı yükseltirdi. Ama anormal bir durum olduğu da ortada. Toplam emek verimliliği düşüyor. Bu durum uzun süre gitmez. Ama ne zaman son bulur bilemiyorum. Diğer ilginç bir nokta bu kadar ilginç bir özelliği iktisatçıların hiç tartışmıyor olması. Hatırlarsınız, 2008-2009 krizinden önce 2000’li yıllarda “istihdamsız büyüme” iddiası dillere pelesenk olmuştu. Aslında doğru bir iddia da değildi. Toplam istihdam büyüme oranına kıyasla az artıyordu çünkü tarım istihdamı azalıyordu. Ama tarım dışı istihdam artışı büyümenin yarısı kadardı ve bu iyi bir orandı. Bugün ise “istihdamsız büyüme” yerine “aşırı istihdamlı büyüme”den söz etmek gerekiyor ama sanırım benden başka bundan söz eden yok. Bu anormalliğin nedenlerini de tam bilmiyoruz.
Sadece yüksek istihdam artışı soru işaretleri içermiyor. Olağanüstü işgücü artışı da bir muamma. Bu konuda bildiğim iki şey var. Birincisi, işgücü ile istihdam birbirinden tamamen bağımsız değiller. İşgücü talebinde bir artış olursa işgücü de artıyor. Keza, işgücü bağımsız bir şekilde artarsa, örneğin kriz döneminde kadın işgücünde olduğu gibi, istihdam da, özellikle kendi hesabına çalışan istihdamı işgücü artışını izleyebiliyor. İkinci bildiğim de kadınların, özellikle düşük eğitimli kadınların, bu olağanüstü işgücü artışında önemli bir paya sahip olmaları. Kriz arifesinde Kasım 2007’de kadın işgücüne katılım oranı yüzde 22,4’tü. Kasım 2014’te yüzde 30,2’ye yükseldi. Halen çok düşük ama artış etkileyici. Aynı dönmede erkek katılım oranı ise sadece yüzde 69’dan 71’e yükseldi.

Sonuç olarak şunu söyleyeyim: Yüksek istihdam ve işgücü artışları bu yıl içinde normalleşmeye başlar. Ekonomi de yüzde 3 civarında büyümeye devam ederse işsizlik de artmaya devam eder.

16 Şubat 2015 Pazartesi

Büyümeden iyi haber yok

2014’ün son çeyreği ekonomik büyümeye dair iyi işaretler vermiyor. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (Betam), geçen cuma günü yayınladığı ekonomik görünümde 4. çeyrekte az da olsa bir daralma beklediğini (-0,2) açıkladı.
Bu durumda 2014 yıllık GSYH büyümesi yüzde 2,8 oluyor. Bildiğiniz gibi hükümetin hedefi yüzde 4’tü. Gerçi Ali Babacan ve Mehmet Şimşek yüzde 3 civarında bir büyümenin mevcut koşullarda gayet iyi olduğunu söylüyorlar ama cumhurbaşkanı hiç bu görüşte değil. 7 Haziran seçimlerinin eşiğinde çok daha canlı bir ekonomi istiyor.
Betam’ın görünüm notunun ayrıntıları düşük büyüme açısından aydınlatıcı. Son çeyrekte tüketim, otomobil hariç, oldukça zayıf kaldı. Özel yatırımlar biraz arttı ama büyümeye fazla katkı yapamadı. Betam kamu harcamalarının son çeyrekte reel olarak 0,7 azaldığını tahmin ediyor. Önceki çeyreklerde bu kalem büyümeye ciddi katkı yapıyordu. Ama büyümeyi en olumsuz etkileyen net ihracat kalemi oldu. İhracat miktar endeksi yüzde 2,6 artarken ithalat endeksi yüzde 7,7 arttı. Dolayısıyla net ihracatın büyümeye katkısı önemli ölçüde negatif oldu.
İşsizliği artırmaya başlayan düşük büyümenin tek tesellisi olarak cari dış açığın azalması görülüyor. Cari açık 2013’te 65 milyardı. 2014’te 46 milyara düştü. GSYH’ya oranı da yüzde 7,9’dan 5,8’e geriledi. Ancak bu önemli azalmanın teselli vesilesi olması için yapısal nedenlerden kaynaklanması, dolayısıyla kalıcı olması gerekiyor. Ne yazık ki tam böyle gözükmüyor. Betam’a göre 19 milyar dolarlık bu azalışın başlıca iki etkeni altın ticareti ve iç talep. 2013’te 12 milyar dolar olan net altın ithalatı 2014’te 4 milyara düşüyor. Enerji ve altın hariç ithalat ise biraz azalırken ihracat 2014’te 7 milyar dolar artmış. 19 milyarın 16 milyara yakın kısmı bu iki kalemden geliyor. İç talep oldukça zayıftı ama ithalattaki bu durgunluk kısmen yapısal nedenlerden kaynaklanıyor olabilir. Son olarak hizmet fazlası 3 milyar dolar kadar artmış. İlginç saptama enerji kaleminde. Petrol fiyatının yarı yarıya azalması cari açığı henüz etkilemiş değil. Enerji ithalatında azalma 0,4 milyar dolarla sınırlı. Petrol fiyatının olumlu etkisi kendini bu yıl gösterecek.
2014, büyüme açısından kayıp bir yıl sayılır. Yüzde 3’lük büyüme işsizlik artışını engelleyemediği gibi AKP iktidarının büyüme iddialarının da bir hayli altında. 2015’in ilk öncü göstergeleri de pek umut verici değil. Ekimden itibaren düşüşte olan Tüketici Güven Endeksi ocak ayında da düştü. Yatırımları canlandıracak gelişmeler de ortada yok. Reel faizler (mevcut faiz düzeyi eksi enflasyon beklentisi) oldukça düşük olmasına rağmen (yüzde 1,5 civarı) siyasal ve ekonomik güven giderek eriyor. Seçimler nedeniyle ilk yarıda maliye politikasında bir gevşeme olabilir ama AKP iktidarının bütçe disiplinine olan inancını dikkate alırsak kamu harcamalarının büyümeye fazla katkı yapması beklenemez.

Bu yıl iyi haber net ihracattan gelebilir. İhracat cephesi pek umut verici değil ama düşük petrol fiyatı ithalatı azaltarak net ihracatı pozitife çevirecektir. Ancak daha önce yazdığım gibi petrol fiyatının bu yıl içinde 60-70 dolara yükselmesini bekliyorum. Bunu yazdığımda Brent’in varili 45 dolar civarındaydı. Şimdi 60 doları buldu. Düşük petrol fiyatı büyümeyi olumlu etkileyecek ama yapısal sorunlarımızı görmezden gelmemiz için yeterli değil. Bu arada ortaya çıkan tatsız gelişmeleri de unutmayalım. Döviz sepeti 2,5 TL civarından 2,65’e geldi. Enflasyonu olumsuz etkileyecek. Faiz kavgası nereye gider kestirmek güç.
(Zaman, Şubat 2015)

13 Şubat 2015 Cuma

Baskı tırmanıyor

Dün sabah iktidara çok yakın yüksek tirajlı bir gazetede “Baş spekülatör” manşetiyle bir haber-yorum çıktı. Başlığın altında Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın fotoğrafı bulunuyordu. “Baş spekülatörün” kim olduğu belliydi. Haber-yorumu hayretler içinde okudum. Okumayanlar için alıntılarla özetlemeye çalışayım.
Gazeteye göre Erdem Başçı, Ağustos 2013’ten bu yana “beklenti yönetmek yerine” “beklenti yaratarak” piyasayı altüst etmiş. “Çok konuşuyormuş ve hiçbir hedefi tutturamıyormuş.” Verilen ilk örnek Ağustos 2013’teki dolar tahmini. Başçı, dolar 2,03 iken “Dolar 1,92’ye inebilir” demişti. Oysa gazete “Dolar yılı 2,14’ten tamamladı” hatırlatmasını yapıyor. İkinci örnek 2014 Ocak ayındaki faiz şoku. Gazeteye göre Başçı “Türk Lirası’nın değerini korumak için faiz silahını kullanmayacağız” demiş, (doğrusu ben duymadım) ama muazzam bir faiz artışı yapmış. Bu artış yüzünden küçük şirketler 500 milyon TL zarar etmiş, tüketicilerin ve şiketlerin ödedikleri faiz miktarları artmış.
Daha önemlisi gazetenin bu artışın makroekonomik etkisi konusundaki iddiası. Şöyle yazıyor: “Başçı hemen 28 Ocak’ta (2014) olağanüstü toplantı yaparak faizi 5,5 puan artırdı. Türkiye’de yatırımları durdurup büyümeyi aşağı çeken, işsizliği çift haneye yükselten, reel sektörün finansman maliyetlerini artıran bu faiz operasyonunun bedeli hâlâ ödeniyor.” Yani düşük büyümenin faturası da Merkez Bankası başkanına çıkartılıyor. Ama bu artış yapılmasaydı kur nereye giderdi, ekonomi ne olurdu, bu konulara hiç girilmiyor.
Bu iddialara uzun uzun yanıt vermek istemiyorum. Bunlar bahane. Ama yine de esas amacı tartışmadan önce bir iki söz söyleyeyim. Başçı’nın “Dolar 1,92’ye düşerse şaşırmayın” çıkışı, TL’nin güven kaybı nedeniyle hızla değer kaybettiği bir dönemde yapıldı. Amaç sözlü olarak piyasaya müdahale etmekti. Doğrusu ben de tasvip etmedim. Ama bu çıkışın “spekülasyon” olduğunu iddia etmek, hele bunu Merkez Bankası başkanı için söylemek abes. Ocak 2014 faiz artışının da spekülasyonla ne ilgisi olabilir? Şahsen Para Politikası Kurulu’nun normal toplantısında faiz artırmasından yanaydım. Nedense bu yapılmadı. Kur hızla artmaya başlayınca da politika faizi 5,5 puan arttı. Ama Merkez Bankası’nın uyguladığı fiilî faiz zaten çok daha yüksekti. Sonuçta faiz 5,5 değil 2,5 puan arttı. Bu artışın düşük büyümeye neden olduğu ise tamamen mesnetsiz. Düşük büyüme 2012’de başladı. Esas nedeni ise iç taleple büyümenin sonuna gelinmesi ama öte yandan da yapısal reformların yapılmaması.
İmzasız haber-yorumda son döneme değinilmemesi ise ilginç. Ocak 2014’ten sonra Cumhurbaşkanı, Merkez Bankası üzerinde büyük bir baskı kurdu. Faizleri büyük ölçüde düşürsünler istiyor. Bu baskılar daha önce yazdığım gibi Merkez Bankası yönetimini hata yapmaya sürüklüyor. Son hafta TL’nin ciddi değer kaybetmesi bununla ilgili. Neyseki gazete bu konuda da Başçı’yı suçlamamış!

Bu yorumların amacı bana göre çok açık: Erdem Başçı istifaya zorlanıyor. İktidarda tek destekçisi Başbakan Yardımcısı Ali Babacan. Bu faiz tartışması ile ilgili sorulara çok açık yanıt vermiyor ama yine de Merkez Bankası’nın işini bildiğini söyleyerek rahat bırakılmasını ima ediyor. Babacan son olarak şöyle demiş: “Merkez bankaları yapısal reform yapamaz, bu hükümetlerin görevidir. MB’lerin elindeki enstrümanlar sürdürülebilir büyüme için yeterli değil.” Yapısal reform vurgusunun altı çizilmeli. Sizce bu reformların yapılmamasından acaba kim sorumlu?
(Zaman Şubat 2015)

9 Şubat 2015 Pazartesi

HDP ve başkanlık sisteminin şansı

Halkın Demokrasi Partisi’nin 7 Haziran seçimlerine parti olarak katılacağını açıklamasının üzerinden epey zaman geçti.
O gün bugündür HDP’nin kararı hararetle tartışılıyor. Köşe yazarı dostlarım görüşlerini açıkladılar. Konuya girmekte biraz geç kaldım. Nedeni HDP’nin bu kararını bir türlü rasyonel bir çerçeveye oturtamayışım. “HDP çok boyutlu bir siyasal riski neden alıyor?” sorusuna yanıt bulmakta çok zorlandım. Kafam hâlâ karışık ama daha fazla gecikmeden bu kararın yol açabileceği vahim sonuçları ele almak istiyorum.
HDP Başkanı Selahattin Demirtaş, seçimlere parti olarak katılma kararlarını ilk açıkladığında çok iyi hatırlıyorum sırtımdan soğuk terler boşalmıştı. HDP’nin yüzde 10 barajı geçme şansının çok düşük olduğu, dolayısıyla hiç milletvekili çıkaramayacağı, kazandığı milletvekilliklerinin çoğunun AKP’ye hediye olacağı, bu sayede AKP’nin referandum çoğunluğunu kazanma ihtimalinin çok büyük ölçüde yükseleceği aklımdan hızla geçmişti. HDP’nin yine bağımsız adaylarla seçime katılarak Haziran 2011’de olduğu gibi en az 36 milletvekili kazanması garanti iken büyük ihtimalle sıfır çekme riskini aldığını ve AKP’ye başkanlık sistemini getirme fırsatını verdiğini anlamadım.
Oy oranları ve milletvekili sayıları ile konuşabilmek için simülasyon modelimi kullanarak aşağıdaki tabloyu hazırladım. Amacım AKP’nin 330 sandalyeyi geçerek başkanlık sistemini referanduma götüreceği koşulları saptamak. Üç senaryoya baktım: HDP barajın altında kalıyor, barajı geçiyor, seçime bağımsız adaylarla katılıyor. Yakın çevrem çok sorduğu için bir de AKP’nin TBMM’de çoğunluğu kaybettiği senaryoyu da araştırdım. Kısaca değinip bu senaryoyu bir kenara koyalım. AKP’nin çoğunluğu kaybetmesi oy oranının yüzde 41’e düşmesi ve HDP’nin barajı geçmesi ile mümkün. Şimdilik bu çifte olayın gerçekleşme ihtimalini çok düşük görüyorum.
HDP barajın altında kaldığı takdirde AKP’nin referandum çoğunluğunu elde etmesi için yüzde 44 oy yetiyor. Parantez içinde milletvekili sayılarını veriyorum. Hemen belirteyim artı/eksi 1 puan hata payı olarak kabul edilmeli. Yani 330 sandalye yüzde 44 oy oranı ile ucundan kaybedilebilir ya da yüzde 43 ile ucundan kazanılabilir. Benim bildiğim seçim anketlerinin hemen hemen tümü AKP oy oranını yüzde 45’in üzerinde tahmin ediyor. Bildiğim kadarıyla sadece SONAR başkanı Hakan Bayrakçı daha düşük oy oranı tahmin ediyor. Öte yandan seçim anketlerinin büyük çoğunluğu HDP’ye yüzde 7-8, bilemediniz yüzde 9 oy veriyor. Bu tahminlere göre HDP’nin parti olarak katılması AKP’nin referandum çoğunluğunu kazanma şansını olağanüstü yükseltiyor.
Oysa bağımsız adaylarla seçime katıldığında ve Haziran 2011’de olduğu gibi en azından 36 milletvekili çıkardığında referandum çoğunluğu için AKP’ye yüzde 50 oy gerekiyor. Peki az ihtimal de olsa barajı geçerse ne olur? Kantitatif olarak fazla bir şey değişmiyor. Referandum çoğunluğu için oy oranı sınırı yüzde 51’e, HDP’nin milletvekili sayısı da 57’ye çıkıyor.
Bu koşullarda HDP neden bile bile AKP’ye büyük bir avantaj sağlama riskini alıyor sorusuna halen tatmin edici bir yanıt yok. Resmi söylemde HDP barajı geçme ihtimalinin çok yüksek olduğunu söylüyor. En son Öcalan da bu görüşü desteklemiş. Öyleyse neden anketlerin çoğu bunu doğrulamıyor? HDP barajın altında kalırsanız ne yaparsınız sorusuna da “siyasete devam ederiz, erken seçime zorlarız” gibi boş yanıtlar veriyor. Komplo rivayetlerine hiç girmiyorum. Sadece barajın altında kalırsa AKP’ye gümüş tepside sunacağı milletvekilleri ile başkanlık anayasasını dayatması konusunda HDP’nin ne düşündüğünü merak ediyorum.

konusunda HDP’nin ne düşündüğünü merak ediyorum.

Oy dağılımları ve milltevekili sayıları

AKP
CHP
MHP
HDP
HDP Baraj altı
44
(331)
27
(148)
15
(71)
8
(0)
HDP baraj üstü
51
(332)
24
(122)
11
(39)
10,5
(57)
HDP bağımsızlarla
50
(335)
25
(133)
12
(46)
8
(36)
AKP çoğunluk kaybı
41
(271)
27
(143)
16
(75)
10,5
(61)

5 Şubat 2015 Perşembe

Merkez Bankası yalpalıyor

Başından beri Merkez Bankası yönetimine yönelik “faizleri hızla indir” şeklindeki en tepeden gelen siyasal baskılara karşı çıktım.
Bu baskıların sonunun hayırlı olmadığını savundum. İktidarın beni ve benim gibi düşünenleri dinlemesi söz konusu olmadığından Merkez Bankası yönetimini faiz politikası konusunda sıkıştırma tüm şiddetiyle devam etti. Sonunda bu baskılar, tabir caizse, Merkez Bankası’nın kimyasını bozdu.
Son gelişmeler banka yönetiminin yalpalamaya başladığını açıkça gösteriyor. Enflasyonun önümüzdeki 4 ay boyunca düşeceğini, buna bağlı olarak faiz indirimin, sabretmek koşuluyla, mümkün hatta gerekli olduğunu çok önceden savundum. Ancak geçen hafta Merkez Bankası başkanının basın konferansında bir soruyu yanıtlarken ocak ayı enflasyonu 1 puandan fazla düşerse Para Politikası Kurulu’nu acilen toplayıp faiz indireceği sözünü vermesi çok yanlış oldu. Normal koşullarda böyle bir çıkış yapmayacağından eminim. Ama baskılar anlaşılan Sayın Başçı’yı bunalttı.
Sonra ne oldu biliyoruz. Önce döviz kuru yükselmeye başladı. Ardından ocak ayı aylık enflasyon yüzde 1,1 oranında önemli sayılabilecek bir artış kaydetti. Ama beklendiği gibi bir önceki yıla kıyasla 1 puana yakın bir düşüş gösterdi. Yüzde 8,17’den 7,24’e geriledi. Merkez Bankası, acil toplantıyı iptal etti. Enflasyonda düşüş nisan sonuna kadar yüzde 6’ya yaklaşacak. Bu gelişmeler önümüzdeki PPK toplantılarında nispeten sınırlı faiz indirimlerine zemin hazırlayacaktı. Ama şimdi Merkez Bankası’nın inandırıcılığı ve bağımsızlığı ağır darbe daha aldı.
Cumhurbaşkanı’nın ne tepki vereceği henüz belli değil. Ama ekonomik başdanışmanı sert bir çıkış yaptı: Ne yani enflasyon sıfır küsur puan daha az düştü diye faiz indiriminden vazgeçilir mi diye soruyor. Bu ayın 24’ünde toplanacak PPK ne yapar bilmiyorum. Herhalde yine faiz indirecek. Ben olsam mart ayını beklerdim.
Sayın Cumhurbaşkanı enflasyona biz iktisatçıların yaklaşımından çok farklı bir yaklaşım sergiliyor. Merkez Bankası faizleri ne kadar düşürürse enflasyonun da o kadar düşeceğine inanıyor. Bu inanç nereden kaynaklanıyor bilmiyorum.
Merkez Bankası yönetimi dâhil iktisatçılar için bu tamamen yanlış bir yaklaşım. Başkan Başçı, 2 Şubat’ta Budapeşte’de verdiği bir konferansta fiyat istikrarının büyüme için ne kadar elzem olduğunu anlattıktan sonra fiyat istikrarının dolaşımındaki para miktarının ve bu paranın dolanım hızının istikrarına bağlı olduğunu güzelce anlatmış. ABD, Japonya örneklerini vermiş. Dolanım hızındaki istikrarın da uzun dönemli tahvil faizleri ile olan ilişkisini formüle etmiş. Faizleri, özellikle reel faizleri yapay bir şekilde düşük tutarsanız daha çok harcama olacağı, dolayısıyla enflasyonun yükseleceği açık. Dahası bizim gibi yüksek cari açıklı sıcak paraya bağlı ekonomilerde faizi fazla düşürdüğünüz zaman kurun da yükseleceğini geçmiş deneyimlerimizden çok iyi biliyoruz. Kur yükselince doğal olarak enflasyon da yükseliyor. Ancak negatif reel faiz lobisi bu ilişkilere hiç değinmiyor. Vahamet bu noktada ortaya çıkıyor.

Daha önce de yazdığım gibi ne Cumhurbaşkanı ne de Merkez Bankası görüş değiştirmeyeceğinden bu gidişat üç şekilde sonlanabilir: Ya Merkez Bankası yasası değiştirilerek bağımsızlığa son verilir ve yönetim değiştirilir ya da Merkez Bankası yönetimi istifa etmek zorunda kalır. Az da olsa bir ihtimal daha var. İktidar yasayı değiştirmeye pek cesaret edemeyeceğinden, bu arada Merkez Bankası olağan PPK toplantılarında azar azar faizleri indireceğinden iktidar baskıyı şiddetlendirmekten belki vazgeçer. Ancak Merkez Bankası’nın inebileceği faiz düzeyi ile Cumhurbaşkanı’nın istediği düzey arasında esaslı bir fark olacaktır.
(Zaman oacak 2105)

2 Şubat 2015 Pazartesi

Türkiye’de yoksulluk dinamikleri

Gelir eşitsizliği ve yoksulluk dünyada en çok tartışılan konuların ilk sıralarında yer almaya başladı.
IMF bile gelir eşitsizliğini düzeltmenin önemi üzerinde durur oldu. TÜİK de yeni yoksulluk ölçütleri geliştirme çabası içinde. 2006’da yayınlamaya başladığı yoksullukla ilgili kapsamlı veriler içeren Gelir ve Yaşam Koşulları Anketi (GYKA), yoksulluk üzerine epeyce araştırma yapılmasını sağladı. Bu anketin önemli bir parçasını panel verileri oluşturuyor. TÜİK, anket uyguladığı hane halklarının bir bölümünü dört yıl boyunca takip ediyor. Bu sayede aynı hane halkının eğitim, çalışan sayısı ve tabii gelir değişimleri açısından yoksulluk durumunu izlemek mümkün oluyor.
Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (Betam), cuma günü “Türkiye’de yoksulluk dinamikleri” başlığı altında panel veriyi kullanarak yoksullaşan ve yoksulluktan çıkan aileleri özgün olarak inceleyen bir araştırma notu yayınladı. Benim de imzamı taşıyan bu notta her yıl birkaç milyon ailenin yoksulluktan çıkmayı başardığını yine birkaç milyonun da yoksullaştığını görüyoruz. Toplam yoksulluktaki gelişme ise bu iki dinamiğin farkından oluşuyor. Yoksullaşanlar yoksulluktan çıkanlardan daha fazla olursa toplam yoksulluk oranı artıyor, aksi takdirde azalıyor.
2008-2011 döneminde GYKA verilerine göre göreli yoksulluk oranı Türkiye’de yüzde 24,1’den 22,9’a geriledi. Göreli yoksulluk ölçütü özellikle Avrupa’da tercih edilen bir ölçüt. TÜİK de bu ölçütü kullanıyor. Hane halkı başına düşen Medyan (ortanca) geliri buluyorsunuz. Bu gelirde hane halkı büyüklüğüne göre bir düzeltme yapıyorsunuz. Sonra medyan, gelirin yüzde 60’ını tespit ediyor ve bu geliri yoksulluk sınırı olarak kabul ediyorsunuz. Bu sınırın altında düzeltilmiş gelire sahip hanelere mensup kişiler yoksul sayılıyor. Yoksulluk oranı da bu kişilerin sayısının toplam nüfusa oranı oluyor. Göreli yoksulluk ölçütü, bir bakıma gelir eşitsizliğini de ölçüyor.
2008-2011 panel anketi verileri, yoksullukta 1,2 yüzde puanlık oldukça sınırlı bir iyileşme olduğunu gösteriyor. Ancak yoksulluk dinamikleri çarpıcı bir tablo sergiliyor. 4 yıl boyunca yoksul olmayan 33,6 milyon kişi (yüzde 62,7) çıkıyor. Buna karşılık 4 yıl boyunca yoksul kalanların sayısı 5,2 milyon (yüzde 9,7). Bu grup, yoksulluğun demir çekirdeğini oluşturuyor. Buna karşılık 2008’den itibaren herhangi bir yıl yoksullaşan ve 2011’e kadar yoksul kalan kişilerin sayısı 3,7 milyon kişi (yüzde 6,9), Bu dönemde aynı yaklaşımla yoksulluktan çıkmayı başaranlar ise 4,4 milyon (yüzde 8,2). Yoksulluktan çıkan kişi sayısı biraz daha fazla olduğundan toplam yoksullukta sınırlı bir iyileşme görülüyor.
Bu sayılar bize yoksulluk sınırı etrafında büyük bir hareketlilik olduğunu gösteriyor. Göreli yoksulluğu daha esaslı ölçüde azaltmak için yoksulluktan çıkan kişi sayısını artırmak kadar yoksullaşan kişi sayısını azaltmanın da gerektiği ortaya çıkıyor. Dolayısıyla yoksullaşmada hangi etkenlerin ön plana çıktığını saptamak yoksullukla mücadele için önemli.

Betam’ın araştırma notunda yer alan ekonometrik araştırma bu etkenleri şöyle belirliyor: Ortalama eğitim süresi ne kadar yüksek olursa yoksullaşma olasılığı o kadar azalıyor. Aynı zamanda ortalama eğitim süresi, yoksulluktan çıkışı da pozitif etkiliyor. Beklendiği gibi emek, müteşebbis, emeklilik ve sosyal transfer gelirlerindeki artış / azalış yoksulluktan çıkışı ve girişi önemli ölçüde  pozitif/negatif etkiliyor. Ancak ilginç bir şekilde hanede çalışan ve işsiz sayısındaki değişim yoksulluğa giriş ve çıkışta etkili çıkmıyor.