28 Eylül 2012 Cuma
26 Eylül 2012 Çarşamba
Para ve maliye politikaları zorlanıyor
Turkish Troika |
Düşen büyüme kaçınılmaz
olarak iktisat politikalarını tartışmaya
açtı. Tartışmanın özünü şu basit soruyla ifade edebiliriz: Frene az ya da çok basmaya
devam mı edelim yoksa artık gaza mı basalım? Büyümenin Orta Vadeli Programda
öngörülen yüzde 4’ün altında seyrettiği konusunda fazla tereddüt kalmadı. Bu sorunlu
bir durum. İki hafta önce “İniş tatlı
sert” başlıklı yazımda Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın “sıyırmakta olan
balatalar” çıkışını, buna karşılık ise Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in büyüme
düzeyini “gayet tatminkar” bulduğunu hatırlatmış ve bu diyalogun “sıcak bir
kapışmanın işaret fişekleri” olduğunu, önümüzdeki aylarda para ve maliye
politikalarının gevşetilmesini savunan cephe ile gevşemenin sırası olmadığını
savunan cephe arasında sert tartışmaların yaşanacağını öngörmüştüm.
Parada sınırlı gevşeme
Kapışma
fazla gecikmedi. Üstelik sözün ötesine geçti, icraata döküldü. Para Politikası
Kurulu günlük faiz koridorunun üst sınırını yüzde 11,5’tan yüzde 10’a düşürdü.
Ama gevşetmeci cephenin beklediği politika faizi indirimini yapmadı. Bu tavrı basitçe
şöyle ifade edebiliriz: Günlük paranın maliyetini yakın gelecekte pek artırmaya
niyetim yok. Bu maliyeti zaten oldukça düşük tutuyordum buna devam edeceğim.
Politika faizini şimdilik indirmeyi düşünmüyorum çünkü bu çok güçlü bir gevşeme
sinyali olur ve sıcak parayı çekerek TL üzerinde baskı oluşturur. Bunu
istemiyorum çünkü cari açıkta devam eden düzeltmeyi sekteye uğratmak
istemiyorum. Bu silahı iç talebi canlandırmak için değil,TL’yi değerlendirecek
sıcak para akımına karşı çekerim.
Merkez
Bankası’nın para politikasını sınırlı ölçüde zaten gevşetmiş olduğu kolaylıkla göz
ardı edilebiliyor. Günlük paranın faizi uzun süredir yüzde 7’nin altında
seyrediyor. Bu gevşemeye bağlı olarak da kredi faizlerinde bir miktar düşüş
yaşandığını, aynı zamanda kredi hacminde de artışın baş gösterdiğini hatırlatmak
gerekir. Başkan Erdem Başçı Cuma günü bir konferansta kırmızı çizgileri açıkça
tanımladı: Cari açığı azaltma süreci önceliklidir; iç talebi ancak ihracat
artışı kadar destekleriz. Bu yeni yaklaşımın ölçüsü belli değil ama amacı
belli: Yüzde 5’lik enflasyon hedefinden halen uzaktayız, bu nedenle enflasyonla mücadele ertelenemez.
Bütçe
disiplininden taviz yok
Maliye
politikasına gelince. Cuma günü Ali Babacan bütçe açığı – GSYH oranının
öngörülen yüzde 1,5 hedefini aştığını ve buna izin vermeyeceklerini açıkça
belirtti. Mesajın Londra’dan verilmiş olması not edilmeli. Bütçe açığında artışın iki kaynağı var: Düşen
büyümenin azalttığı dolaylı vergi gelirleri ile beklenenin üzerinde artan harcamalar; özellikle de personel ve sosyal
transfer harcamaları. Bu gevşemeye Maliyenin yanıtı gecikmedi. Ülke hafta sonu
rehavetindeyken arabaya, akaryakıta ve alkollü içkiye zam geldi. Sırada doğal
gaz, elektrik ve sigara var.
Açılan
bütçeyi yamamak için dolaylı vergilere yüklenmek kolay. Ama bir siyasal bedeli
olacak. Ayrıca bu zamlar enflasyonu Merkez Bankası’nın öngördüğü patikanın
üzerine çıkaracak ve Merkez Bankası’nın iç talebi canlandırmaya yönelik manevra
alnını daha da kısıtlayacak.
Sonuç
olarak düşen büyümenin Hükümet’i bir açmaza doğru sürüklediği görülüyor. Üstelik
düşük büyüme henüz istihdama yansımadı, ama eli kulağındadır. Zamların üzerine
bir de işsizlik artmaya başlarsa, Hükümetten ve iş dünyasından “vidaları
gevşetelim” baskısı daha ağır biçimde hissedilecektir. Hükümet yapısal
reformları erteleyerek hata yaptı. Şimdi tüm yük para ve maliye politikalarının
üzerine binmiş durumda.
25 Eylül 2012 Salı
Looking for the right policy mix
21 Eylül 2012 Cuma
Büyüme-istihdam paradoksu
Bir hafta önce TÜİK ikinci
çeyrek GSYH rakamlarını yayınladı. Yıllık büyüme oranı yüzde 2,9 çıktı. Birinci
çeyrekte de büyüme yüzde 3,2 idi. Bu rakamlar Türkiye ekonomisinin düşük büyüme
patikasına saptığının açık kanıtları. Hafta başında ise Haziran dönemi işgücü
piyasası rakamları yayınlandı. Mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı
yüzde 9 civarında seyrederken yüzde 8,9’a düştü. Betam’ın tarım dışı işsizlik
tahmini de aynı yönde: Mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı yüzde
11,2’den 11’e geriledi.
“İyi işte, daha ne istiyorsun?” diyebilirsiniz. İyi de bu
işte bir tuhaflık var. Büyüme ile
istihdam artışı arasında “büyüme-istihdam esnekliği” denilen bir ilişki vardır.
Bir yüzde puanlık büyümenin istihdamda kaç puanlık artışa neden olduğunu ölçer.
Bu ilişki kısa dönemde fazlasıyla oynak olabilir. Uzun dönemde de büyümenin
yapısal özelliklerindeki değişimlere bağlı olarak önemli değişiklik
gösterebilir. Ama orta vadede fazla oynak olmaması gerekir. Oysa son üç çeyrektir
yıllık büyüme ile istihdam artışı arasında mantıklı bir ilişkinin kalmadığını
gözlemliyoruz.
Ortalama verimlilik azalmış
Tabloda görüldüğü gibi yıllık tarım dışı istihdam artışı
son üç çeyrektir GSYH artışının üzerinde seyrediyor. Büyüme-İstihdam esnekliği
de haliyle 1’in bayağı üzerinde çıkıyor. Üç çeyrek üst üste istihdamın
büyümeden daha fazla artması normal değil. Bu anormallik, GSYH’nın küçüldüğü
kriz dönemi hariç 2005’ten bu yana ilk kez gözlemleniyor. Bunun anlamı 9 ay
boyunca tarım dışı genelinde ortalama verimliliğin düştüğüdür; kulağa hiç de
hoş gelmiyor.
Bu paradoksu nasıl açıklayabiliriz? Bir kaç varsayım öne
sürülebilir. TÜİK son bir kaç dönemdir istihdamı iyi ölçemiyor olabilir.
Doğrusu bana göre bu oldukça düşük bir ihtimal. Böyle olsa bile çok yakında
rakamlarda çok sert bir düzeltme olacak demektir. Daha mantıklı bir varsayım,
bazı istihdam türlerinde geçici olarak çok yüksek artışların gerçekleşmesidir.
Bu bakımdan tarım dışını oluşturan sektörlere yakından bakmakta yarar var.
Hemen belirteyim inşaatta istihdam artışları aşırı yüksek ama bu sektörün payı
düşük olduğundan toplam istihdam artışı üzerindeki etkisi sınırlı. İnşaatı bir
başka sefere bırakıp, sanayi ve hizmetler üzerine odaklanalım.
Anormallik hizmetlerde
Tabloda görüldüğü gibi sanayide büyüme-istihdam ilişkisinde
bir anormallik yok. Son üç çeyrekte sanayide yıllık GSYH artışı yüzde 5,8 ile
3,1 arasında, buna karşılık sanayi istihdam artışı da yüzde 0,7 ile -0,4
arasında değişmiş. Büyüme-istihdam
esnekliği sanayide ortalama 0,15 gibi oldukça düşük bir rakam. Sanayide
büyümeyi verimlilik artışları taşımış. Bu iyi haber, çünkü rekabet gücümüz
artmış demektir. Hizmetlerde ise, durum tam tersi. Bu sektörde son üç çeyrekte
GSYH ortalama yüzde 4,1 artarken,
istihdam ortalama yüzde 6,8 artmış.
Demek
ki anormallik hizmetlerden kaynaklanıyor. Kamu istihdamı aşırı arttırmış olabilir
mi?. Rakamlar bunu doğrulamıyor. Kestirmeden gideyim, son 9 ayda bir önceki
yıla kıyasla ortalama kamu çalışanı sayısı 3 milyon 39 binden 3 milyon 123 bine
84 bin kişi artmış. İstihdam miktarı 12 milyonu geçen hizmet sektörü için bu
çok düşük bir rakam. Peki hizmetlerin alt sektörlerinde aşırı istihdam
artışları var mı? Evet var. Yersizlikten rakamları veremiyorum ama şu kadarını
belirteyim, Eğitim, Sağlık, İdari destek (içinde bol miktarda güvenlikçi var),
Mesleki, bilimsel ve teknik faaliyetler, Gayrimenkul faaliyetleri sektörlerinde
çok yüksek istihdam artışları söz konusu. Bu artışların sürekli olacağını
sanmıyorum. Bir kaç dönem içinde düşük büyümenin istihdama yansıması gerekiyor.
Teoriye göre... Ya da TÜİK hizmet katma değerini iyi ölçemiyor. Yani büyüme
daha yüksek.
GSYH ve İstihdam artışları (%)
|
Tarım dışı GSYH (1)
|
Tarım dışı İstihdam (2)
|
Esneklik (2)/(1)
|
Sanayi GSYH (3)
|
Sanayi İstihdamı (4)
|
Sanayi esneklik (4)/(3)
|
Hizmet GSYH (5)
|
Hizmet İstihdamı (6)
|
Hizmet esneklik (6)/(5)
|
2010/2011 (4)
|
5.7
|
6.4
|
1.13
|
5.8
|
0.7
|
0.12
|
5.5
|
8.4
|
1.52
|
2011/2012 (1)
|
3.4
|
4.0
|
1.17
|
3.1
|
0.7
|
0.22
|
3.6
|
6.1
|
1.70
|
2011/2012 (2)
|
3.1
|
4.1
|
1.33
|
3.6
|
-0.4
|
-0.10
|
3.2
|
6.0
|
1.92
|
17 Eylül 2012 Pazartesi
Poverty in Turkey
The state of poverty is one of the
critical issues in all democratic societies. The social cohesion, electoral outcomes and even the stability of democracy depend on the level of poverty
and its evolution.
|
|
|
|
If it is decreasing,
even from a high level, it can effectively contribute to the functioning of
the democratic system, allowing the incumbent party (or parties) to solve
political and economic problems that often requires difficult structural
reforms. However, when poverty is increasing, all kinds of extremist
movements can easily find large support, which can jeopardize the stability
of the democratic regime.
Everyone would easily
agree on this assertion, but when it is questioned whether poverty is
increasing or decreasing, a consensus is not so easily found. Indeed, the
measure of poverty is not an easy task. I am not talking of course about
personal observations expressed so frequently in my county in cheap talk,
even sometimes in television debates during which we can hear serious
opposition members and even academics express that “since it is obvious (sic)
that poverty is increasing, one cannot understand how the Justice and
Development Party [AK Party] could increase its voter support.”
For readers who are
not experts on the matter, I can briefly speak about the difficulties to
measure poverty and say that the critical issue is the definition of poverty.
Unfortunately or obviously, there is more than one, each with their own
flaws. Since each definition contains partly subjective judgments, it is
tricky to define the poverty line and for this reason they are all open to criticism
from the people as well as from competing political movements and academics.
Till now, Turkish Statistics Institute (TurkStat) essentially produced two
poverty estimations -- the first being “Complete poverty [food+non food],”
based on Households Budget Surveys (HBS), and the second called “Relative
poverty,” based either on HBS and Income Distribution and Living Conditions
Surveys (IDLCS).
TurkStat recently
decided to abandon the “Complete poverty” measure because of its flawed
methodology producing paradoxical results originating from the definition of
the poverty line expressed in terms of consumption expenditures; the line was
increasing along with the diminution of the share of food expenditure, which
is, in fact, a sign of increasing welfare. TurkStat is now in search of a new
definition of the poverty line. The definition of the poverty line for
“Relative poverty” is not so difficult because the individual income as a
certain percentage of the median income defines the line. But the problem is that
a relative poverty concept measures income inequality rather than poverty.
According to IDLC figures, the poverty rate (the share of individuals having
an income below 60 percent of the median income) has been estimated by
TurkStat as 16.7 percent in 2010. When, say, in 10 years, per capita income
reaches $15,000 ($8,000 actually), the share of “relatively poor” would not
be far from 16.7 percent; this will depend on the impact of income growth on
income distribution.
OK, I agree that the
introduction was too long, so I am coming to my point: The IDLC surveys
produced in accordance with EU standards since 2006 are not only more
reliable than HBS but also contain questions on living conditions, allowing
us to produce straightforward measures of poverty. I suggest taking three of
these questions and defining as poor whoever responds negatively to all of
them. The three questions are: 1) Are you able to eat at least every two days
either meat, chicken or fish? 2) Are you able to replace your used clothes? 3)
Are you able to adequately heat your house? These three abilities are all
about basic needs and we can define those who are not capable of meeting them
as poor.
Using the micro data
of IDLC statistics and according to the definition above, we calculated in
Bahçeşehir University's Center for Economic and Social Research
(BETAM), the poverty rate or the share of poor households from 2006 to
2010 as following: 2006 (25.7 percent), 2007 (25.2 percent), 2008 (24.1
percent), 2009 (21.2 percent), 2010 (19.1 percent). So, one can assert
without hesitation that, considering the ability to access basic needs,
poverty is still quite high in Turkey, but it has decreased remarkably in
recent years. The factors behind this improvement have to be determined
through more detailed analysis, but we can already assert that the increase
of per capita income during this period (approximately 10 percent) should be
the main driver.
The distribution of
poverty among the regions is also interesting, albeit without surprise. In
2010, the lowest poverty rate belongs to western Anatolia (10 percent),
followed by Central Anatolia (12.7 percent) while Southeast Anatolia by far
is the poorest with 35.3 percent, followed by the
I think that
decreasing poverty in
|
12 Eylül 2012 Çarşamba
İniş tatlı sert
Merakla beklenen ikinci
çeyrek GSYH rakamları Pazartesi günü açıklandı. TÜİK Yıllık büyümeyi yüzde
2,9, birinci çeyrekten ikinci çeyreğe
büyümeyi de yüzde 1,8 olarak belirledi. Çeyrekten çeyreğe büyüme iyi ama ilk
çeyrekte ekonomi küçüldüğünden 6 aylık büyüme performansı yüzde 1,7, yıllık
olarak da yüzde 3,1. Nereden bakarsak bakalım büyümenin bu yıl yüzde 4’ün
altında kalma ihtimali oldukça yüksek.
Yakın
zamana kadar pek çok yerli ve yabancı tahminci 2012 için sert iniş öngörürken (yüzde
2 civarı büyüme), bir bölüm Türkiyeli iktisatçı da yumuşak inişin mümkün
olduğunu, büyümenin yüzde 4’ün üzerinde gerçekleşeceğini savunuyordu. Her ne
kadar yıl başında 2012’nin “zor bir yıl” ( 4 Ocak Radikal) olacağını,
Avrupa’daki kötü gidişe bağlı olarak büyümenin yüzde 4’ün altına inebileceğini
.belirtmiş olsam da, esasen yüzde 4-5 arası büyüme öngörerek ben de iyimser
cephede yer almıştım.
Vidaları
gevşetmek
İyimserler
cephesini erken bir tarihte terk ettim. 4 Nisan tarihli “iniş tatlı sert olabilir”
başlıklı yazımda “gidişatın yüzde 4’ün altında bir büyümeyi ima ettiğini” savunmuş
ve “büyüme yüzde 3 civarına gerilerse işsizlikte hissedilir bir yükseliş olacağını,
bunun da hükümeti vidaları gevşetmeye zorlayacağını” belirtmiştim. Şimdi bu
noktadayız. Ekonomi bakanı sayın Çağlayan’ın yüzde 3’lük büyümeye “sert fren”
ve “sıyırmakta olan balatalar” dan söz ederek tepki gösterdi. Maliye bakanı sayın
Şimşek ise topun kendine yönelmekte olduğunu kestirerek gardını aldı ve pek çok
ülkeye kıyasla büyüme düzeyimizin gayet tatminkar olduğunu savundu.
Böylelikle
sıcak bir kapışmanın işaret fişekleri atılmış oluyor. Önümüzdeki aylarda
ekonomide iki cephe arasında sert tartışmalar yaşanacak. Bir cephe para ve
maliye politikalarının gevşetilmesini ısrarla talep edecek. Bu cephede
hükümetin harcamacı kanadı ile iş dünyası yer alacak. Karşı cephe ise ekonomi
yönetiminin temellerin sağlam tutulmasını savunan kanadı ile onları destekleyen iktisatçılardan oluşacak. Şahsen
ikinci cepheye yakın durduğumu belirteyim.
Yolun
yarısındayız
Geçen
yılın ikinci yarısında başlayan düzeltme sürecini ancak yarılayabildik. Dört çeyrektir büyümeyi net
ihracat sürüklüyor. Mal ve hizmet ihracatı artarken ithalat aşağı yukarı yatay
seyrediyor. Bu olumlu gelişmeden en büyük pay iç talebe getirilen fren ile Türk
Lirası üzerindeki aşırı değer köpüğünün alınmış olması. Bu etkenlere ihracat
pazarlarımızı çeşitlendirme başarısını da eklemek gerekiyor. Sonuçta yüzde 10’u
aşan rekor düzeydeki cari açık ikinci çeyrekte yüzde 8,3’e geriledi. Bu iyi ama
yeterli değil. OECD’nin son raporunda Türkiye ekonomisinin sürdürebileceği
maksimum cari açık yüzde 6 olarak tahmin ediliyordu. Cari açığın önemli bir
bölümü borçla finanse edildiği sürece özel kesimin dış borcunun yükünün de artmaya
devam edeceği unutulmamalı. Bunun da bir sınırı var.
Ama
öte yandan iç talebin beklenenin üzerinde durgunlaştığı da bir gerçek. Özel yatırımların
ikinci çeyrekte yüzde 30’lara varan artışların ardından yüzde 8 azalmış olması
sürpriz değil. Ancak panikleyip kamu yatırımlarında gaza basmak hata olur. Özel
tüketimin bir yıl öncesine göre azda olsa (yüzde 0,5) gerilemesini ise kimse
beklemiyordu. Özellikle dayanıklı tüketim mallarında talebin aşırı gerilediği
iddia edilebilir. Bence kritik soru şu: Düzeltme sürecini zora sokmayacak
ölçüde sınırlı ve kontrol edilebilir bir canlanma faiz ve kredinin gevşetilmesi
ile mümkün olur mu? Yanıt hiç de kolay değil. Düşünmeye ve tartışmaya devam.
Second quarter confirms worries about low growth
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)