28 Eylül 2012 Cuma

Electoral system reform

The Justice and Development Party (AK Party) will hold a critical party congress this Sunday. An important part of its managerial team will be renewed as the result of the “no mandate more than three times” rule.


This is the first time such a rule will be applied in Turkey and probably in the world. I am not sure of the accuracy of this rule, but anyway, Mr. Recep Tayyip Erdoğan, the uncontested leader of the governing party, does not want to retreat from his promise. I hope that Mr. Erdoğan will stand firm on other promises as well, and I come to my purpose.
Will he stand firmn on his promise?
One of the most important promises of the AK Party was political system reform. I am not talking here about the new constitution that is anyway out of the capacity of the AK Party alone, but about changing electoral and political parties' laws. These laws, inherited from the military era following the Sept. 12, 1980 coup, could have been easily changed since this requires a simple majority vote, but the AK Party preferred not to touch them.
Now, the good news is that the AK Party Chairman is getting ready to release in the Sunday congress a comprehensive package of reforms, including political system reforms. My personal interest goes towards electoral system reform because I have tried to promote a new electoral system in this country for more than 10 years. I prepared three reports for the Turkish Industrialists and Businessmen's Association (TÜSİAD) and wrote many articles for academic journals as well as newspapers analyzing the problems created by the current electoral system and suggesting some alternatives to it to minimize these problems. So did many other political scientists, but the crude truth is that we did not succeed at all. However, this time it seems that there is a very good chance of having a new electoral law.
Indeed, the Zaman daily gave the first news that Mr. Erdoğan will announce electoral system reform, among others, during the AK Party congress. According to Ahmet Dönmez (Zaman, Sept. 14), the 10 percent threshold will be canceled, electoral constituencies will be narrowed, and 100 deputies will be elected at the national level through a proportional system. For the moment this is probably just a proposal still under debate, but I think that we have enough to hope for. Moreover, what delights me in this information is that the proposal in question is quite similar to the electoral reform that I proposed.
In April 2010 in Görüş, the monthly review of TÜSİAD, I published an article (“Electoral system is awaiting reform”) that summarized my point of view concerning an alternative electoral system. I should note that my latest proposal is not my first choice, but kind of second best -- albeit politically feasible. This proposal is based on four principles: 1) Cancel the 10 percent threshold completely; 2) As the absence of a threshold would increase the risk of fractionalization and increase the risk of political instability, narrow the constituencies so that the largest ones would have a maximum of five to six seats; 3) Increase the number of seats in Parliament from 550 to 600 and elect 500 of them in narrowed constituencies through the current D'Hondt method and elect 100 of them in a national constituency though the proportional method; 4) As the new electoral system will be a mixed one, give two votes to each voter like in the German electoral system.
Can a new electoral system based on these principles minimize the main defaults of the current one? I see three main faults that have already caused a lot of damage to our democracy: 1) Unfair representation; 2) Political instability arising either through a legitimacy crisis or through a grand fractionalization of the party system; 3) Limitation of political plurality among Kurds.
It is obvious that the current electoral system with its dramatically high threshold is far from a fair representation. But at the same time fair representation requires very large constituencies with proportional voting. Such a system would unavoidably open the way to extreme fractionalization that would increase the risk of political instability at an unacceptable level. Personally, I prefer to give greater weight to stability than to fair representation. For this reason, if the national threshold is canceled, it is a must to narrow the constituencies in order to avoid fractionalization. In the new system unfair representation would be alleviated through the 100 seats elected at the national level through proportional voting; so, even a small party with 1 percent of the votes could get a seat.
Having said that, do not forget that the current electoral system can give the majority of seats to the first party with a very low minority vote. So, the absence of a threshold -- augmented by the 100 seats -- would give fair representation to a Kurdish party and would prevent the system producing legitimacy problems as was the case following the elections of November 2002, in which the AK Party got the majority with only 34 percent of the votes. On the other hand, the absence of a threshold is crucial for a plurality for the Kurdish political movement. Imagine that the threshold is lowered to 3-4 percent. This would give an absolute monopoly to the Kurdistan Workers' Party (PKK) through its legal political party over the Kurdish opposition, since another Kurdish opposition party can never hope to reach even this low national threshold. So, if you want to encourage plurality among Kurdish voters, forget the national threshold.
I do not know if the AK Party has finally decided to change the electoral system, but if so, I hope that it will be done in the right way.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Para ve maliye politikaları zorlanıyor

Turkish Troika

Düşen büyüme kaçınılmaz olarak  iktisat politikalarını tartışmaya açtı. Tartışmanın özünü şu basit soruyla ifade edebiliriz: Frene az ya da çok basmaya devam mı edelim yoksa artık gaza mı basalım? Büyümenin Orta Vadeli Programda öngörülen yüzde 4’ün altında seyrettiği konusunda fazla tereddüt kalmadı. Bu sorunlu bir durum.  İki hafta önce “İniş tatlı sert” başlıklı yazımda Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın “sıyırmakta olan balatalar” çıkışını, buna karşılık ise Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in büyüme düzeyini “gayet tatminkar” bulduğunu hatırlatmış ve bu diyalogun “sıcak bir kapışmanın işaret fişekleri” olduğunu, önümüzdeki aylarda para ve maliye politikalarının gevşetilmesini savunan cephe ile gevşemenin sırası olmadığını savunan cephe arasında sert tartışmaların yaşanacağını öngörmüştüm.

 Parada sınırlı gevşeme

Kapışma fazla gecikmedi. Üstelik sözün ötesine geçti, icraata döküldü. Para Politikası Kurulu günlük faiz koridorunun üst sınırını yüzde 11,5’tan yüzde 10’a düşürdü. Ama gevşetmeci cephenin beklediği politika faizi indirimini yapmadı. Bu tavrı basitçe şöyle ifade edebiliriz: Günlük paranın maliyetini yakın gelecekte pek artırmaya niyetim yok. Bu maliyeti zaten oldukça düşük tutuyordum buna devam edeceğim. Politika faizini şimdilik indirmeyi düşünmüyorum çünkü bu çok güçlü bir gevşeme sinyali olur ve sıcak parayı çekerek TL üzerinde baskı oluşturur. Bunu istemiyorum çünkü cari açıkta devam eden düzeltmeyi sekteye uğratmak istemiyorum. Bu silahı iç talebi canlandırmak için değil,TL’yi değerlendirecek sıcak para akımına karşı çekerim.

Merkez Bankası’nın para politikasını sınırlı ölçüde zaten gevşetmiş olduğu kolaylıkla göz ardı edilebiliyor. Günlük paranın faizi uzun süredir yüzde 7’nin altında seyrediyor. Bu gevşemeye bağlı olarak da kredi faizlerinde bir miktar düşüş yaşandığını, aynı zamanda kredi hacminde de artışın baş gösterdiğini hatırlatmak gerekir. Başkan Erdem Başçı Cuma günü bir konferansta kırmızı çizgileri açıkça tanımladı: Cari açığı azaltma süreci önceliklidir; iç talebi ancak ihracat artışı kadar destekleriz. Bu yeni yaklaşımın ölçüsü belli değil ama amacı belli: Yüzde 5’lik enflasyon hedefinden halen uzaktayız, bu nedenle  enflasyonla mücadele ertelenemez.

Bütçe disiplininden taviz yok

Maliye politikasına gelince. Cuma günü Ali Babacan bütçe açığı – GSYH oranının öngörülen yüzde 1,5 hedefini aştığını ve buna izin vermeyeceklerini açıkça belirtti. Mesajın Londra’dan verilmiş olması not edilmeli.  Bütçe açığında artışın iki kaynağı var: Düşen büyümenin azalttığı dolaylı vergi gelirleri ile beklenenin üzerinde artan  harcamalar; özellikle de personel ve sosyal transfer harcamaları. Bu gevşemeye Maliyenin yanıtı gecikmedi. Ülke hafta sonu rehavetindeyken arabaya, akaryakıta ve alkollü içkiye zam geldi. Sırada doğal gaz, elektrik ve sigara var.

Açılan bütçeyi yamamak için dolaylı vergilere yüklenmek kolay. Ama bir siyasal bedeli olacak. Ayrıca bu zamlar enflasyonu Merkez Bankası’nın öngördüğü patikanın üzerine çıkaracak ve Merkez Bankası’nın iç talebi canlandırmaya yönelik manevra alnını daha da kısıtlayacak.

Sonuç olarak düşen büyümenin Hükümet’i bir açmaza doğru sürüklediği görülüyor. Üstelik düşük büyüme henüz istihdama yansımadı, ama eli kulağındadır. Zamların üzerine bir de işsizlik artmaya başlarsa, Hükümetten ve iş dünyasından “vidaları gevşetelim” baskısı daha ağır biçimde hissedilecektir. Hükümet yapısal reformları erteleyerek hata yaptı. Şimdi tüm yük para ve maliye politikalarının üzerine binmiş durumda. 

25 Eylül 2012 Salı

Looking for the right policy mix

The “hot debate” about low economic growth that I was talking about in this column two weeks ago (“Second quarter confirmed worries about low growth”) is wide open.


From now on, all protagonists of the debate admit the unpleasant reality of low growth. Central Bank of Turkey Governor Erdem Başçı forecasts 3-4 percent growth for this year. I agree in broad terms, but I should note that the final result could be worse. So the critical question today is how to give a push to domestic demand, which is on a decreasing path, without jeopardizing the rebalancing process of the national economy.
I must say that this is not an easy task and falls on the shoulders of, quite naturally, the central bank and the government. What can be done regarding monetary policy and fiscal policy? How could the policy mix, the combination of monetary and fiscal policies, be organized in order to push up growth without endangering the decreasing trend of the current account deficit (CAD) as well as that of inflation? The first responses from the central bank and the government to these questions came last week. In brief, monetary policy will be cautiously relaxed if necessary, while fiscal policy will continue to be kept tight. Is it the right policy mix? Let’s see.
Two weeks ago I wrote that while I recognize the serious risk in abandoning the rebalancing process too early, I keep my optimism, given my hope to see the Turkish troika -- Deputy Prime Minister Ali Babacan, Minister of Finance Mehmet Şimşek and Governor Başçı -- prioritizing the rebalancing process, and that they will be able to convince Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan of this stance. I have not been disappointed, at least for the moment. Indeed, important decisions that have been taken as well as stands made last week confirm my optimism.
Regarding monetary policy, last week’s Monetary Policy Committee (PPK) of the central bank did not change its policy interest rate, keeping it at 5.75 percent, and contented itself with lowering the upper limit of its overnight interest rate corridor by only 1.5 percentage points. For the non-experts, let me explain that this move does not mean a loosening of monetary policy; it is just a signal of possible loosening in the future, if necessary. In fact, the daily interest rate (cost of liquidity for banks) asked by the central bank has for months been well below the upper limit of the corridor, which was set at 11.5 percent and is now lowered to 10 percent. The bank still has enough room to make the cost of money available in the market higher.
Along with this decision, the statement of Governor Başçı in his conference with the business community of Kocaeli province must be considered in this context. Responding in a way to Economy Minister Zafer Çağlayan -- who previously said, following the disappointing growth rate of the second quarter, that “the brakes have started to burn” -- Mr. Başçı declared that “the brakes are being smoothly released. Otherwise the domestic demand could increase tremendously, causing in turn an increase of the CAD.” He also added that “domestic demand will be encouraged only within the limits of export increases.” Again, all this can seem quite complicated, but let me make it clear that Mr. Başçı is simply saying that monetary policy will be loosened cautiously as long as rebalancing process is not endangered.
On the fiscal policy front, the same firm attitude is observed. This year’s budget deficit, counting on a growth rate of 4 percent, has been set at 1.5 percent of gross domestic product (GDP). But by the end of August it became obvious that the deficit would be larger, for two main reasons. First, growth is lower than what has been predicted, and this decreases planned tax revenue. Second, the expenditures are higher than planned because public employees’ salaries have been increased more than planned, as well as social transfers. During a conference in London last week, Mr. Babacan announced that the deficit would reach 2.5 percent of GDP instead of 1.5 percent. He has not specified if he includes in his forecast both of these two adverse effects, but I think that he took into account only the effect of low growth on tax revenue. Indeed, on Saturday, while the country was in its weekend torpor, the Ministry of Finance announced tax increases on fuel and alcoholic beverages. Anyway, this is only the first wave, and other tax increases will follow for sure. Otherwise the deficit would be higher than the fateful 3 percent threshold.
To sum up, two points have to be noted: First, the central bank will not lower its policy rate, except in the case of huge hot money inflows capable of appreciating Turkish lira. Mr. Başçı remarked during the conference mentioned above that the value of the national currency is actually at the right level. So his bank will do nothing to discourage exports. Second, indirect tax increases are bad news for inflation, and once again Başçı noted that we are still far from the inflation target of 5 percent. This means that the bank is ready to compensate for inflation pressures originating from indirect tax increases if necessary; too bad for domestic demand.
Given these dilemmas -- we economists call them “tradeoffs” -- and given the puzzling delay of low growth’s impact on unemployment, which is still stagnating, I think the decisive battle of low growth through economic policies has not yet started and that what we are witnessing at the moment are only skirmishes.

21 Eylül 2012 Cuma

Büyüme-istihdam paradoksu


Bir hafta önce TÜİK ikinci çeyrek GSYH rakamlarını yayınladı. Yıllık büyüme oranı yüzde 2,9 çıktı. Birinci çeyrekte de büyüme yüzde 3,2 idi. Bu rakamlar Türkiye ekonomisinin düşük büyüme patikasına saptığının açık kanıtları. Hafta başında ise Haziran dönemi işgücü piyasası rakamları yayınlandı. Mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı yüzde 9 civarında seyrederken yüzde 8,9’a düştü. Betam’ın tarım dışı işsizlik tahmini de aynı yönde: Mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı yüzde 11,2’den 11’e geriledi.

            “İyi işte, daha ne istiyorsun?” diyebilirsiniz. İyi de bu işte bir tuhaflık var.  Büyüme ile istihdam artışı arasında “büyüme-istihdam esnekliği” denilen bir ilişki vardır. Bir yüzde puanlık büyümenin istihdamda kaç puanlık artışa neden olduğunu ölçer. Bu ilişki kısa dönemde fazlasıyla oynak olabilir. Uzun dönemde de büyümenin yapısal özelliklerindeki değişimlere bağlı olarak önemli değişiklik gösterebilir. Ama orta vadede fazla oynak olmaması gerekir. Oysa son üç çeyrektir yıllık büyüme ile istihdam artışı arasında mantıklı bir ilişkinin kalmadığını gözlemliyoruz.

Ortalama verimlilik azalmış

            Tabloda görüldüğü gibi yıllık tarım dışı istihdam artışı son üç çeyrektir GSYH artışının üzerinde seyrediyor. Büyüme-İstihdam esnekliği de haliyle 1’in bayağı üzerinde çıkıyor. Üç çeyrek üst üste istihdamın büyümeden daha fazla artması normal değil. Bu anormallik, GSYH’nın küçüldüğü kriz dönemi hariç 2005’ten bu yana ilk kez gözlemleniyor. Bunun anlamı 9 ay boyunca tarım dışı genelinde ortalama verimliliğin düştüğüdür; kulağa hiç de hoş gelmiyor.

            Bu paradoksu nasıl açıklayabiliriz? Bir kaç varsayım öne sürülebilir. TÜİK son bir kaç dönemdir istihdamı iyi ölçemiyor olabilir. Doğrusu bana göre bu oldukça düşük bir ihtimal. Böyle olsa bile çok yakında rakamlarda çok sert bir düzeltme olacak demektir. Daha mantıklı bir varsayım, bazı istihdam türlerinde geçici olarak çok yüksek artışların gerçekleşmesidir. Bu bakımdan tarım dışını oluşturan sektörlere yakından bakmakta yarar var. Hemen belirteyim inşaatta istihdam artışları aşırı yüksek ama bu sektörün payı düşük olduğundan toplam istihdam artışı üzerindeki etkisi sınırlı. İnşaatı bir başka sefere bırakıp, sanayi ve hizmetler üzerine odaklanalım.
 
Anormallik hizmetlerde

            Tabloda görüldüğü gibi sanayide büyüme-istihdam ilişkisinde bir anormallik yok. Son üç çeyrekte sanayide yıllık GSYH artışı yüzde 5,8 ile 3,1 arasında, buna karşılık sanayi istihdam artışı da yüzde 0,7 ile -0,4 arasında değişmiş.  Büyüme-istihdam esnekliği sanayide ortalama 0,15 gibi oldukça düşük bir rakam. Sanayide büyümeyi verimlilik artışları taşımış. Bu iyi haber, çünkü rekabet gücümüz artmış demektir. Hizmetlerde ise, durum tam tersi. Bu sektörde son üç çeyrekte GSYH  ortalama yüzde 4,1 artarken, istihdam ortalama yüzde 6,8 artmış.

Demek ki anormallik hizmetlerden kaynaklanıyor. Kamu istihdamı aşırı arttırmış olabilir mi?. Rakamlar bunu doğrulamıyor. Kestirmeden gideyim, son 9 ayda bir önceki yıla kıyasla ortalama kamu çalışanı sayısı 3 milyon 39 binden 3 milyon 123 bine 84 bin kişi artmış. İstihdam miktarı 12 milyonu geçen hizmet sektörü için bu çok düşük bir rakam. Peki hizmetlerin alt sektörlerinde aşırı istihdam artışları var mı? Evet var. Yersizlikten rakamları veremiyorum ama şu kadarını belirteyim, Eğitim, Sağlık, İdari destek (içinde bol miktarda güvenlikçi var), Mesleki, bilimsel ve teknik faaliyetler, Gayrimenkul faaliyetleri sektörlerinde çok yüksek istihdam artışları söz konusu. Bu artışların sürekli olacağını sanmıyorum. Bir kaç dönem içinde düşük büyümenin istihdama yansıması gerekiyor. Teoriye göre... Ya da TÜİK hizmet katma değerini iyi ölçemiyor. Yani büyüme daha yüksek.

GSYH ve İstihdam artışları (%)

Tarım dışı GSYH (1)
Tarım dışı İstihdam (2)
Esneklik (2)/(1)
Sanayi GSYH (3)
Sanayi İstihdamı (4)
Sanayi esneklik (4)/(3)
Hizmet GSYH (5)
Hizmet İstihdamı (6)
Hizmet esneklik (6)/(5)
2010/2011 (4)
5.7
6.4
1.13
5.8
0.7
0.12
5.5
8.4
1.52
2011/2012 (1)
3.4
4.0
1.17
3.1
0.7
0.22
3.6
6.1
1.70
2011/2012 (2)
3.1
4.1
1.33
3.6
-0.4
-0.10
3.2
6.0
1.92

17 Eylül 2012 Pazartesi

Poverty in Turkey

The state of poverty is one of the critical issues in all democratic societies. The social cohesion, electoral   outcomes and even the stability of democracy depend on the level of poverty and its evolution.


If it is decreasing, even from a high level, it can effectively contribute to the functioning of the democratic system, allowing the incumbent party (or parties) to solve political and economic problems that often requires difficult structural reforms. However, when poverty is increasing, all kinds of extremist movements can easily find large support, which can jeopardize the stability of the democratic regime.
Everyone would easily agree on this assertion, but when it is questioned whether poverty is increasing or decreasing, a consensus is not so easily found. Indeed, the measure of poverty is not an easy task. I am not talking of course about personal observations expressed so frequently in my county in cheap talk, even sometimes in television debates during which we can hear serious opposition members and even academics express that “since it is obvious (sic) that poverty is increasing, one cannot understand how the Justice and Development Party [AK Party] could increase its voter support.”
For readers who are not experts on the matter, I can briefly speak about the difficulties to measure poverty and say that the critical issue is the definition of poverty. Unfortunately or obviously, there is more than one, each with their own flaws. Since each definition contains partly subjective judgments, it is tricky to define the poverty line and for this reason they are all open to criticism from the people as well as from competing political movements and academics. Till now, Turkish Statistics Institute (TurkStat) essentially produced two poverty estimations -- the first being “Complete poverty [food+non food],” based on Households Budget Surveys (HBS), and the second called “Relative poverty,” based either on HBS and Income Distribution and Living Conditions Surveys (IDLCS).
TurkStat recently decided to abandon the “Complete poverty” measure because of its flawed methodology producing paradoxical results originating from the definition of the poverty line expressed in terms of consumption expenditures; the line was increasing along with the diminution of the share of food expenditure, which is, in fact, a sign of increasing welfare. TurkStat is now in search of a new definition of the poverty line. The definition of the poverty line for “Relative poverty” is not so difficult because the individual income as a certain percentage of the median income defines the line. But the problem is that a relative poverty concept measures income inequality rather than poverty. According to IDLC figures, the poverty rate (the share of individuals having an income below 60 percent of the median income) has been estimated by TurkStat as 16.7 percent in 2010. When, say, in 10 years, per capita income reaches $15,000 ($8,000 actually), the share of “relatively poor” would not be far from 16.7 percent; this will depend on the impact of income growth on income distribution.
OK, I agree that the introduction was too long, so I am coming to my point: The IDLC surveys produced in accordance with EU standards since 2006 are not only more reliable than HBS but also contain questions on living conditions, allowing us to produce straightforward measures of poverty. I suggest taking three of these questions and defining as poor whoever responds negatively to all of them. The three questions are: 1) Are you able to eat at least every two days either meat, chicken or fish? 2) Are you able to replace your used clothes? 3) Are you able to adequately heat your house? These three abilities are all about basic needs and we can define those who are not capable of meeting them as poor.
Using the micro data of IDLC statistics and according to the definition above, we calculated in Bahçeşehir University's Center for Economic and Social Research (BETAM),  the poverty rate or the share of poor households from 2006 to 2010 as following: 2006 (25.7 percent), 2007 (25.2 percent), 2008 (24.1 percent), 2009 (21.2 percent), 2010 (19.1 percent). So, one can assert without hesitation that, considering the ability to access basic needs, poverty is still quite high in Turkey, but it has decreased remarkably in recent years. The factors behind this improvement have to be determined through more detailed analysis, but we can already assert that the increase of per capita income during this period (approximately 10 percent) should be the main driver.
The distribution of poverty among the regions is also interesting, albeit without surprise. In 2010, the lowest poverty rate belongs to western Anatolia (10 percent), followed by Central Anatolia (12.7 percent) while Southeast Anatolia by far is the poorest with 35.3 percent, followed by the East Black Sea with 25.7 percent.
I think that decreasing poverty in Turkey is very consistent with the increasing electoral support for the AK Party, and the opposition -- rather than speculating on the “obvious increase in poverty” -- should focus on the alternative policies able to produce better results. Or, to wait till the low growth, in which Turkish economy seems to be trapped nowadays, produces adverse effects on poverty.

12 Eylül 2012 Çarşamba

İniş tatlı sert


Merakla beklenen ikinci çeyrek GSYH rakamları Pazartesi günü açıklandı. TÜİK Yıllık büyümeyi yüzde 2,9,  birinci çeyrekten ikinci çeyreğe büyümeyi de yüzde 1,8 olarak belirledi. Çeyrekten çeyreğe büyüme iyi ama ilk çeyrekte ekonomi küçüldüğünden 6 aylık büyüme performansı yüzde 1,7, yıllık olarak da yüzde 3,1. Nereden bakarsak bakalım büyümenin bu yıl yüzde 4’ün altında kalma ihtimali oldukça yüksek.

Yakın zamana kadar pek çok yerli ve yabancı tahminci 2012 için sert iniş öngörürken (yüzde 2 civarı büyüme), bir bölüm Türkiyeli iktisatçı da yumuşak inişin mümkün olduğunu, büyümenin yüzde 4’ün üzerinde gerçekleşeceğini savunuyordu. Her ne kadar yıl başında 2012’nin “zor bir yıl” ( 4 Ocak Radikal) olacağını, Avrupa’daki kötü gidişe bağlı olarak büyümenin yüzde 4’ün altına inebileceğini .belirtmiş olsam da, esasen yüzde 4-5 arası büyüme öngörerek ben de iyimser cephede yer almıştım.

Vidaları gevşetmek

İyimserler cephesini erken bir tarihte terk ettim. 4 Nisan tarihli “iniş tatlı sert olabilir” başlıklı yazımda “gidişatın yüzde 4’ün altında bir büyümeyi ima ettiğini” savunmuş ve “büyüme yüzde 3 civarına gerilerse işsizlikte hissedilir bir yükseliş olacağını, bunun da hükümeti vidaları gevşetmeye zorlayacağını” belirtmiştim. Şimdi bu noktadayız. Ekonomi bakanı sayın Çağlayan’ın yüzde 3’lük büyümeye “sert fren” ve “sıyırmakta olan balatalar” dan söz ederek tepki gösterdi. Maliye bakanı sayın Şimşek ise topun kendine yönelmekte olduğunu kestirerek gardını aldı ve pek çok ülkeye kıyasla büyüme düzeyimizin gayet tatminkar olduğunu savundu.

Böylelikle sıcak bir kapışmanın işaret fişekleri atılmış oluyor. Önümüzdeki aylarda ekonomide iki cephe arasında sert tartışmalar yaşanacak. Bir cephe para ve maliye politikalarının gevşetilmesini ısrarla talep edecek. Bu cephede hükümetin harcamacı kanadı ile iş dünyası yer alacak. Karşı cephe ise ekonomi yönetiminin temellerin sağlam tutulmasını savunan kanadı ile  onları destekleyen iktisatçılardan oluşacak. Şahsen ikinci cepheye yakın durduğumu belirteyim.

Yolun yarısındayız

Geçen yılın ikinci yarısında başlayan düzeltme sürecini ancak  yarılayabildik. Dört çeyrektir büyümeyi net ihracat sürüklüyor. Mal ve hizmet ihracatı artarken ithalat aşağı yukarı yatay seyrediyor. Bu olumlu gelişmeden en büyük pay iç talebe getirilen fren ile Türk Lirası üzerindeki aşırı değer köpüğünün alınmış olması. Bu etkenlere ihracat pazarlarımızı çeşitlendirme başarısını da eklemek gerekiyor. Sonuçta yüzde 10’u aşan rekor düzeydeki cari açık ikinci çeyrekte yüzde 8,3’e geriledi. Bu iyi ama yeterli değil. OECD’nin son raporunda Türkiye ekonomisinin sürdürebileceği maksimum cari açık yüzde 6 olarak tahmin ediliyordu. Cari açığın önemli bir bölümü borçla finanse edildiği sürece özel kesimin dış borcunun yükünün de artmaya devam edeceği unutulmamalı. Bunun da bir sınırı var.

Ama öte yandan iç talebin beklenenin üzerinde durgunlaştığı da bir gerçek. Özel yatırımların ikinci çeyrekte yüzde 30’lara varan artışların ardından yüzde 8 azalmış olması sürpriz değil. Ancak panikleyip kamu yatırımlarında gaza basmak hata olur. Özel tüketimin bir yıl öncesine göre azda olsa (yüzde 0,5) gerilemesini ise kimse beklemiyordu. Özellikle dayanıklı tüketim mallarında talebin aşırı gerilediği iddia edilebilir. Bence kritik soru şu: Düzeltme sürecini zora sokmayacak ölçüde sınırlı ve kontrol edilebilir bir canlanma faiz ve kredinin gevşetilmesi ile mümkün olur mu? Yanıt hiç de kolay değil. Düşünmeye ve tartışmaya devam.

Second quarter confirms worries about low growth

Second-quarter gross domestic product (GDP) figures revealed yesterday by the Turkish Statistics Institute (TurkStat) confirmed the worries of those who were defending the risk for the Turkish economy to be trapped in a low-growth regime.


Readers of this column know that I am one of them. In my column of July 1, “The unpleasant growth perspectives,” following the GDP figures of the first quarter, I wrote that “the Turkish economy is obviously facing a deceleration of growth.” On a yearly basis the Turkish economy grew by 3.3 percent in the first quarter and only 2.9 in the second. So, the growth rate for the first half of the year reached only 3.1 percent. It should be noted that this is almost 1 percentage point behind the 4 percent forecast in the Medium Term Program for 2012. Realizing 4 percent for the whole year would require nearly 5 percent growth in the second half. Is this possible? Answering this, we need to look more closely at the composition of GDP changes.
Private consumption, which comprises the largest share of the GDP with 70 percent, decreased by 0.5 percent and private investment by almost 8 percent. The public sector grew only by 2.1 percent witnessing the pursuit of fiscal discipline. So, the contribution of domestic demand to growth was largely negative. The unique source of growth in the second quarter was net exports. Indeed, exports increased nearly by 20 percent, while imports decreased by 3.6 percent from year to year. Therefore, the contribution of net exports to growth has been 5.7 percentage points, which is a strong indicator of the ongoing adjustment process.
The fact that exports of goods and services could continue despite the sluggish European economy, still comprising more than 40 percent of the Turkish export market, has to be considered a small miracle. Needless to say, there is no miracle in economics and the increase in exports is due to a successful diversification of Turkish exports during recent years. Exports to the Middle East, in particular to Iraq, to North Africa, as well as to Russia, are still growing. It should be underlined that since four quarters the Turkish economic growth is driven by net exports. This has been desired and planned by the economic governance, including mainly the Treasury, Ministry of Finance and The Central Bank. The domestic-led growth of the recent past has been astonishingly high but clearly unsustainable. Remember, in the first half of 2011 the current account deficit ratio to GDP reached more than 10 percent, a historical record for Turkey and in the same time one of the highest ratio in the world. Now, the current account deficit ratio has decreased to 8.3 percent.
But this level is still high given the economic criteria. Indeed, the recent OECD report estimated the sustainable current account ratio for the Turkish economy between 3 and 6 percent of the GDP. Even taking the maximum rate, it is obvious that the adjustment process must be continued. Here emerges the classic dilemma of the political economy: As 3 percent growth is not enough to get the quite high unemployment under control -- I am expecting a moderate increase in unemployment very soon -- does Turkey quit the adjustment policies by loosening both monetary and fiscal policies in order to boost domestic demand, or does it persevere on its adjustment policies and accept for some time increasing unemployment? Economic theory and experience show that in the first case the growth rate can be increased parallel to a recovery in domestic demand, but this increase risks being more or less ephemeral, given the state of the economy. In the second case, the adjustment can be successfully completed but the incumbent party can lose the upcoming elections.
We do not know yet how this dilemma would be solved in the Turkish case. The pressures in the direction of loosening are already visible; commenting on the growth figures, Economy Minister Zafer Çağlayan said that “the brakes have started to burn.” Do not forget that the local elections will be held within a year as they will be advanced very soon by the National Assembly. I am not sure that Erdoğan would accept risking Justice and Development Party (AK Party) votes being decreased since the local elections will be followed a year later by the presidential one in which Erdoğan would like to be elected by a comfortable majority in the first round.
So, Çağlayan’s warning can be seriously considered by the prime minister. I admit that there is a serious risk of abandoning the adjustment process too early, but I prefer to keep my optimism. Saving the adjustment policies, the Turkish troika -- Ali Babacan, boss of the economic governance, Mehmet Şimşek, minister of finance and Governor Erdem Başçı -- have to convince Erdoğan that if the monetary and fiscal policies are loosened right now, there will be a serious risk that the outcome would not be exactly what is expected. Changes in the policies, after a short period of happiness, will worsen the fundamentals such as a budget deficit, inflation via the exchange rate depreciation and a current account deficit that will start to rise again. Needless to say, the growth rate would fall following these events, so unemployment would be worse off. Not easy to decide for the great referee!