22 Ekim 2012 Pazartesi
17 Ekim 2012 Çarşamba
İşsizlikte dönüm noktası
Pazartesi günü TÜİK her ayın
15’inde yaptığı gibi işgücü piyasası istatistiklerini açıkladı. Yıllardır bu
piyasayı yakından takip etmeye çalışıyorum. Rakamları büyük bir engel yoksa açıklandıkları
gün incelerim. Çoğu zaman eğilimler bellidir. İşsizlik artmakta ya da
düşmektedir. Eğilimin değişmesini beklemiyorsam yeni rakamları fazla merak
etmem. Buna karşılık işsizlikte eğilim değişikliğinin arifesinde olduğumuzu,
diğer ifadeyle artışın yerini düşüşe bırakacağını ya da aksine düşen işsizliğin
yeniden artışa geçeceğini bekliyorsam ayın 15’ini daha bir merakla beklerim.
Bu ayın 15’i merakla beklediğim günlerdendi. Geçen ayki
işgücü piyasası yazımda (“Büyüme-İstihdam paradoksu”, 19 Eylül Radikal) son 9
aydır istihdam artışının GSYH artışından daha yüksek olduğunun altını çizmiş ve
bu anomalinin hizmet sektöründeki olağan dışı yüksek istihdam artışlarından
kaynaklandığını belirtmiştim. Yazıyı şöyle
noktalamıştım: “Bu artışların sürekli olacağını sanmıyorum. Bir kaç dönem
içinde düşük büyümenin istihdama yansıması gerekiyor.”
Düşük büyümenin etkisi
Beklediğim
yansıma fazla gecikmedi. Ağustos döneminde Temmuza kıyasla toplam istihdam
yüzde 0.4 oranında azalırken, işsizlik oranı da yüzde 8,9’dan 9,1’e yükseldi. Betam’ın
(Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi) bulguları
da aynı yönde. Pazartesi günü
yayınladığı araştırma notunda (“İşsizlikte dönüm noktası”) Betam tarım dışı istihdamda
Temmuz dönemine kıyasla 29 binlik bir kayıp, tarım dışı işgücünde ise 6 binlik
bir artış tahmin ediyor. Sonuçta tarım dışı işsizlik oranı da genel işsizlik
oranı gibi 0.2 puanlık artışla yüzde 11,2’den yüzde 11,4’e çıkıyor.
Kritik
soru şu: Bundan böyle işsizlik artmaya devam edecek mi? Diğer ifadeyle Ağustos
2012 dönemi işsizliğin dip yaptığı dönem mi olacak? Benim kanaatim bu yönde.
Elbette bir aylık gelişmeye, üstelik mevsim etkisinden arındırma işlemine
dayanan bir tahmine bakarak bundan böyle işsizliğin muntazam artacağını
söylemek zor. İstisnai olarak bazı dönemlerde işsizlikte bir azalma görsek de,
büyüme yüzde 4’ün, hatta yüzde 5’in altında seyrettiği sürece istihdam artışı
işgücü artışını karşılamaya yeterli olmayacaktır. Bu durumda işsizliğin artması
kaçınılmazdır. Bu arada, Betam’ın 3. çeyrekte büyümenin biraz daha
zayıfladığını tahmin ettiğini belirtmek isterim.
Seçim maratonu
Türkiye
önümüzdeki yıldan itibaren zorlu bir seçim maratonuna giriyor. Büyümenin
yetersiz kalması soncu işsizliğin artması seçimle gelen her hükümetin en son
isteyeceği şeydir. Şimdilik Hükümet bu artışı görmezlikten geliyor. Geçen yıla
kıyasla istihdamın arttığını, işsizliğin de düştüğünü öne sürüyor. Bu elbette
doğru, ama işsizliğin sonbahara doğru artışa geçmiş olduğu iddiasını
zayıflatmaz.
Mevsim
etkisinden arındırılmış istatistiklerde işsizlik artışı devam ettiği takdirde
Hükümet ister istemez tepki vermek zorunda kalacaktır. Bu tepkinin, son dönemin
moda metaforuyla gaza basmak şeklinde olma ihtimali var. Bu noktada şu sorulabilir: Gaza kim basacak?
Merkez Bankası mı, Hükümet mi? Hükümet’in mali disiplinden kolay kolay taviz
vereceğini sanmıyorum. Kamu harcamalarına belki bir seçimlik sınırlı ölçüde gaz
verilir. Gaz verelim baskısı daha ziyade Merkez Bankası’na yönelecektir. Ama
unutmayalım, gaza bir seçim için belki basabilirsiniz ama ard arda üç
seçim basamazsınız. Aksi takdirde virajı
alamayıp arabayı devirmeniz çok muhtemeldir.
16 Ekim 2012 Salı
Turkey-EU relations need new perspective
12 Ekim 2012 Cuma
Is the new roadmap credible?
Suriye sorunu pahalıya patlayabilir
Son günlerde savaş
tamtamlarının sesleri daha çok duyulur oldu. Türkiye Suriye ile savaşa girer mi
girmez mi kestirmek zor ama Güney komşumuz ile kriz sürdükçe ihracatımızın
olumsuz etkilenme ihtimali de artıyor. Üstelik ihracatın Türkiye ekonomisinde
hayati bir rol oynadığı sırada. Son bir yıldır büyümeyi ihracatın taşıdığı
herkesin malumu. Bu durumun devam etmesi gerekiyor. Aksi takdirde, ya zaten
yetersiz olan büyüme daha da düşer ya da iç talebi destekleyici politikalara
geri döneriz. Böyle bir geri dönüş ise hafiflemekte olan cari açığın ateşini
yeniden harlatır ve Türkiye ekonomisi er ya da geç piyasa düzeltmesine maruz
kalır. Geçmiş deneyimlerimizden piyasanın elinin ağır olduğunu biliyoruz.
Suriye ile ticaret sıfırlanma yolunda
Son yıllarda Türkiyeli ihracatçılar Avrupa dışındaki
pazarlarda büyük hamleler gerçekleştirdiler. 2007’den 2011’e ihracatımız 107
milyar Dolardan 135 milyara yükselirken, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın payı
yüzde 16’dan yüzde 23’e çıktı. Yekun olarak neredeyse ikiye katlanan bu
ihracatta Suriye, İran, özellikle de Irak önemli rol oynadılar. Suriye’ye
ihracat ne yazık ki sıfırlanmaya doğru gidiyor. 2007’de 800 milyon olan ihracat
hacmi 2010’da 1 milyar 800 milyon ile tepe noktasına ulaşmıştı. Geçen yıl 1
milyar 600 milyona geriledi. Bu yıl ise baş aşağı gidiyor. Geçen yılın ilk
sekiz ayında 1 milyar 160 milyon Dolar olan ihracat, çatışmaların sivil savaşa
dönüşmesiyle bu yılın ilk sekiz ayında 360 milyona düştü.
Bu düşüşün Güney Doğu ekonomisi üzerindeki yakıcı
etkilerini bir kenara koyarsak, Suriye pazarının ihracatımızdaki mütevazı payı
nedeniyle kale alınmayabileceği söylenebilir. Ancak İran ve Irak’a ihracat
açısından durum farklı. 2011’in ilk sekiz ayında bu iki ülkeye yaklaşık 7,5
milyar Dolar ihracat yapmışız; toplam ihracat içindeki payları yüzde 9’a yakın.
Bu yıl ise ilk sekiz ayda 15 milyar geçilmiş ve ihracatımızda İran-Irak payı
yüzde 15’e yükselmiş. Gerçi bu sıçramada İran’ın altına yönelik iştahının unutulmamalı
ama, 4-4,5 milyar dolarlık altın ihracatını göz ardı etsek bile, geriye yine de
esaslı bir artış kalıyor.
Irak’a dikkat
Suriye ile yaşanmakta olan kriz sıcak savaşa dönüşmese
bile, krizin derinleşerek devam etme ihtimali az değil. Böyle bir durumda İran
ve Irak ticareti olumsuz etkilenir mi? İran konusunda iyimser olabiliriz.
Ambargo Doğu komşumuzun ekonomisine ciddi zarar vermeye başladı. Türkiye
ABD’nin baskısıyla İran’dan aldığı petrolü azalttı ama doğal gaz ithalatı tam
gaz devam ediyor. İran’ın pek çok malın arzını canlı tutabilmesi için Türk
sanayi mallarına çok ihtiyacı var. Buna karşılık Irak’ın durumu farklı. Bu
yılın ilk sekiz aynıda bu ülkeye 7 milyara yakın ihracat yapmışız. Aslında
burada tek pazardan ziyade, Kuzey Irak ve esas Irak olmak üzere iki pazardan
söz etmek gerekiyor. Kuzey Irak pazarına yapılan ihracat krizden etkilenmese
bile esas Irak’a yapılan ihracat bir misillemenin kurbanı olabilir.
Bağdat
ile son aylarda ilişkilerin gerginlikten açık husumete dönüştüğü malumunuz. Haşimi
krizi yetmezmiş gibi bir de Suriye üzerinden Türkiye-İran çatışması çıktı.
Maliki Hükümeti’nin bu çatışmada İran yanında saf tuttuğunu belirtmeme sanırım
gerek yok. Bir süredir Bağdat Ankara’ya karşı dış ticaret silahını
kullanabileceğinin sinyallerini veriyor. Suriye iç savaşı kısa sürede sona erdirilemezse,
Irak ile ilişkilerimiz daha da kötüleşebilir ve ihracatımız ciddi zarar
görebilir. Böyle bir durumda halen devam eden ekonomik dengeleme sürecinin
sekteye uğrama ihtimali katiyen küçümsenmemeli.
5 Ekim 2012 Cuma
AK Party's 2023 vision
3 Ekim 2012 Çarşamba
Vizyonda ekonomik reformlar yok
Ak Parti genel başkanı Tayip
Erdoğan’ın kongre konuşmasının duygusal ve hamaset yanının ağır bastığı,
siyasal içerik açısından ise zayıf kaldığı konusunda çok geniş bir görüş
birliği var. Buna karşılık “Ak Parti
2023 Siyaset Vizyonu” başlıklı 70 sayfalık ‘manifesto’ iddialı hedefler ve kapsamlı
reform önerileri içeriyor. Şahsen manifestoyu ciddiye alma taraftarıyım.
Manifesto demokrasimizin
sağlamlaşması ve derinleşmesi bakımından çok önemli siyasal reformlar
içeriyor. Siyasal partiler yasasının demokratikleştirilmesi, seçim sisteminde köklü
değişiklikler yapılması, Kürtçe’nin savunmada ve kamu hizmetlerine erişimde
kullanılabilmesi, darbe mevzuatının ilgası ile birlikte askeri okullarda eğitim
mevzuatının demokrasi ilkeleri ışığında gözden geçirilmesi... Liste uzayıp
gidiyor.
İddialı ekonomik hedefle
Siyasal
reformlara sözüm yok. Bundan böyle bu vaatlerinin yakın takipçisi olacağız.
Yeri geldikçe bu konularda topa girmeye de hevesliyim. Ancak ekonomi alanında
manzara oldukça farklı. 2023’e yönelik bir dizi iddialı hedef var ama bu
hedeflere ulaştıracak net ve tutarlı bir yol haritası yok. GSYH en az 2 trilyon
dolara, ihracatımız 500 milyar dolara çıkacak, kişi başına gelir 25.000 dolara
yükselecek, işsizlik oranı yüzde 5 düşerken, istihdam oranı en az yüzde 50’ye,
kadınların işgücüne katılımı da yüzde 38’e çıkacak. Yoksu kalmayacak, kayıt
dışılık yüzde 15’e geriletilecek
İyi
güzel de bunlar nasıl gerçekleştirilecek? Hedefler afaki değiller, ama mevcut
gidişatla da ulaşılabilir değiller. GSYH’dan başlayalım. Yıl sonu GSYH’nı 760
milyar dolar kabul edebiliriz. 2023’de 2 trilyon doları yakalamak için her yıl
dolar bazında yüzde 9 büyümek gerekiyor. TL’nin mevcut değerini normal kabul
edelim ve her yıl verimlilik artışı etkisinden kaynaklanacak 1 yüzde puan
değerlenmeyi düşelim. Yüzde 8 büyüme ediyor. Yıllık yüzde 2 dolar enflasyonunu
da düşelim, 2 trilyon için son tahlilde yüzde 6, bilemedin yüzde 5 reel büyüme
gerektiği ortaya çıkıyor. 2 trilyona ulaşırsak, 500 milyar dolar ihracat ile
kişi başı 25 bin dolar gerçekçi duruyor.
Tüm yollar
yüzde 5 büyümeye çıkıyor
Ne
yazık ki, böyle bir büyüme şimdilik ufukta gözükmüyor. Ama mümkün. “Nasıl
derseniz?” yanıt hiç karmaşık değil. İhracata dayılı, yani ihracatın her yıl
ithalattan daha hızlı arttığı bir büyüme rejimi gerekiyor. Yani bugünkü büyüme rejiminin
11 yıl daha devam etmesi gerekiyor. Oysa sorun herkesin malumu. Bugünkü büyüme
istenilen nitelikte ama çok düşük: Yüzde 3 civarında. Bunu yüzde 5’e
yükseltmemiz için sanayinin rekabet gücünü arttırmamız şart. Manifestoda buna
dair sadece daha çok Ar-Ge ve daha fazla eğitim vaadi var. Bunlar gerekli ama
yetmez. Mutlaka işgücü ve enerji piyasalarında maliyetleri düşürecek,
verimliliği artıracak reformlar gerekiyor. Ama manifestoda bu reformlardan
bahis yok.
İşgücü
piyasası hedefleri için de aynı durum geçerli. İşsizliğin yüzde 5’e inmesi için
yüzde en az yüzde 5 büyüme şart görünüyor. Biraz hesap yaptım. Yer olmadığından
kestirmeden gideceğim. Mevcut eğilimler 2023’te işgücünün 36 milyona
yükseleceğini gösteriyor. İşsizlik oranının yüzde 5 olması için istihdamın da yaklaşık
34 milyona yükselmesi gerekiyor. 25 milyondan 11 yılda 34 milyona çıkmak için
gereken ortalama yıllık istihdam artışı yaklaşık yüzde 3,3. Son 7 yılda istihdam
artışı yüzde 3’te kaldı. Hadi iyimser olalım ve büyümenin daha fazla istihdam
yaratacağını kabul edelim. Nereden baksak yine en az yüzde 5 büyüme gerekiyor.
Gördüğünüz
gibi, tüm yollar nasıl Roma’ya çıkıyorsa, 2023 hedefleri de ihracata dayalı
yüzde 5 büyümeye çıkıyor. Ama bunu nasıl başaracağımız bana göre meçhul.
Not much room to maneuver
For today's column I hesitated between two issues: the promises
made in a booklet distributed Sunday during the Justice and Development Party
(AK Party) congress, which can be considered the party's new political reform
agenda, and the economic policies debate, the temperature of which has
continued to rise. I decided to opt for the most urgent issue, that is, the
economic policies debate, and to leave my comments on the new agenda for
Friday.
|
|
|
|
The answer to the question of “What should be right policy
mix?” which was discussed in my Sept. 24 column “Looking for the right policy
mix,” has become, indeed, a very critical issue about not only the future of
the current adjustment process but also the future of the consensus on the
economic regime put in place in the aftermath of the 2001 crisis and adopted
by the AK Party during its years in government.
When Zafer Çağlayan, the minister of economy, opened the
economic policy debate following the publication of the second quarter gross
domestic product (GDP) figures that confirmed the low growth of the economy,
I wrote in my column “Second quarter confirms worries about low growth”
(Sept. 10) that “there is a serious risk of abandoning the adjustment process
too early,” and I ended my article by saying that it would not be “easy to
decide for the great referee”.
I do not know if it was easy or not for the prime minister
to decide, but it seems that that he took a decision: He backs the fiscal
discipline but insists on the loosening of Turkey's monetary policy. Recep
Tayyip Erdoğan, coming from the business world like Deputy Prime Minister Ali
Babacan and like many other AK Party managers and supporters, believes in the
virtues of a balanced budget. Accumulation of debt frightens him. On every
occasion you can hear him relating gladly the pitiful situation in which
Greece and other southern European countries found themselves because of
long-lasting budget deficits that caused colossal mountains of debt.
Moreover, fiscal discipline is not just a moral attitude
but is a decisive piece in the economic stabilization of the Turkish economy
under AK Party rule. I fully agree with Mehmet Şimşek, the finance minister,
and with Durmuş Yılmaz, the previous governor of the central bank, who each
explained last Friday that decreasing budget deficits decreased both
inflation expectations and inflation itself, as well as real interest rates,
dramatically decreasing in turn interest expenditures. They restated that in
2002, more than 80 percent of tax revenue was allocated to interest payments,
while today this has decreased to around 15 percent. In this achievement, the
decisive role of fiscal discipline is obvious, but let me note that the
global crisis, nowadays called the “Great Recession,” pushed down further the
real interest rates of public debt and they currently remain at 1-2 percent.
The debt burden relief permitted the AK Party to increase public expenditures
without jeopardizing the budget balance so that an impressive improvement of
public services were made possible which, in turn, filled the ballot boxes
with AK Party votes.
So far, so good. Nevertheless, I have a caveat about the
fiscal policy. I support the continuation of fiscal discipline but I have two
objections. The first one is about the size of the deficit. The government
should not insist on the planned 1.5 percent deficit, which is related to 4
percent growth. For a lower growth, which seems to be the case today, a
higher deficit is desirable as long as the debt burden does not increase.
Concretely, this means that a 2.5 percent deficit is quite acceptable. My
second objection is about the quality of the fiscal policy. Limiting public
expenditures must be preferred rather than increasing indirect taxes, which
push inflation up and narrow the space for maneuvering by the central bank
for a controlled relaxing of monetary policy. Of course, it is much easier to
increase indirect taxes than to freeze expenditures, particularly when
elections are in sight.
Currently, the central bank faces increasing pressures
pushing it to loosen monetary policy. Erdoğan made clear that he wants to see
lower interest rates, backing Çağlayan in his battle for stepping on the gas
pedal. But the problem is that by law, the central bank conducts its monetary
policy independently to reach the inflation target, which is set together
with the government. This target is already set at 5 percent, and we are
still far from this level. Getting inflation down obliges the central bank to
avoid either an abrupt depreciation of the Turkish lira or a new boom in
domestic demand. To do this it has to keep the real interest rates low but
positive. This is exactly the case right now. Further attempts at loosening
can easily provoke adverse effects on inflation expectations, causing an
exchange rate shock, as well as increasing market interest rates. If the
disinflation process goes well in the coming months, I am sure the central
bank will envisage relaxing the interest rates.
But I am afraid that the show of strength engaged in by
Çağlayan with the central bank risks questioning the consensus on the current
economic regime based on the low inflation-low budget deficit. Çağlayan made
a dangerous step ahead in the debate by declaring that the central bank is a
bank of the country and thus if it insists on keeping its foot on the brake,
its independence should be discussed. I hope that the aim of Çağlayan is not
questioning the consensus on the economic regime but just the dosage of the
monetary policy.
|
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)