27 Şubat 2013 Çarşamba

İtalya sil baştan


İtalya’da geneli seçimlerin ardından ortaya çıkana siyasal tablonun vahameti son derece ürkütücü. İtalya yönetilmez durumda. Kamu borcunun GSYH’nın yüzde 127’sine ulaştığı Avrupa’nın 3. büyük ekonomisi yönetilmez  durumda ise, Euro Alanı da ciddi tehdit altında demektir. Yaklaşık bir buçuk yıl önce Berlusconi’nin yönetimindeki İtalya Avrupa’ya soğuk terler döktürmüştü. Sonrasını biliyorsunuz. Almanya’nın baskısıyla Berlusconi hükümeti istifaya zorlandı ve yerine eski bir Avrupa Komiseri olan Monti’nin başkanlığında teknokratlar hükümeti kuruldu. Bu hükümet de kendisinden beklendiği gibi vergileri arttırdı, sosyal harcamaları kıstı ve tatsız yapısal reformlar yaptı. Tam piyasalar biraz sakinleşmişti ki, Berlusconi Monti’ye verdiği desteği çekerek İtalya’yı erken seçimlere götürdü.

Siyasal istikrarsızlık

Seçimlerden ise had safhada siyasal istikrarsızlık çıktı. Eski komünist Bersani’nin liderliğindeki sol koalisyonun Meclis oy oranı yüzde 29,6, Berlusconi’nin liderliğindeki sağ koalisyonun oranı ise cüzi bir farkla yüzde 29,2 oldu. Bununla birlikte, 2005 yılında yönetim istikrarı garanti edilsin diye getirilen “çoğunluk kuralı” sayesinde sol koalisyon Meclis’te 630 sandalyenin 340’ına sahip oldu. Kural birinci gelen partiler ittifakına  milletvekili sayısının yüzde 54’ünü garanti ediyor. Bu saçmalık ayrı bir tartışma konusu. Ancak bu kural işe yaramadı çünkü İtalya’da yasaların Senato’dan da geçmesi gerekiyor. Oysa Senato seçimlerinde çoğunluk kuralı bölge düzeyinde uygulandığından, ne sol ne de sağ koalisyon Senato’da çoğunluğu sağlayabildi. Dahası, oy oranı yüzde 10’da kalan Monti’nin Partisi’nin senatör sayısı da herhangi bir çoğunluk sağamaya yetmiyor.

Oyların gerisi nerede derseniz, onların büyük bölümünü İtalya’nın Cem Yılmaz’ı sayılan komedyen Beppo Grillo’nun yoktan var ettiği Beş Yıldız Hareketinin topladığını belirteyim. Mevcut siyasal sınıfın İtalya’yı batırdığını iddia eden bu taban hareketi, kemer sıkmaya karşı çıkıyor ve İtalya’nın Euro’da kalıp kalmayacağının halka sorulmasını istiyor. Gayet tutarlı bir şekilde de “ben bunların hiçbiriyle koalisyon yapmam” diyor. Aslında Monti’nin uygulamalarını ters yüz etmek için hemen herkes görüş birliği içinde. Berlusconi Monti’nin topladığı yeni Gayrimenkul vergisini kuruşuna kadar geri ödeyeceğini söylüyor. Radikal soldan, ılımlı sola tam bir yamalı bohça niteliğindeki sol koalisyon ise tahmin edeceğiniz gibi, bu işin içinden kemer sıkmayla değil büyümeyle çıkarız diyor ama büyümenin nasıl yaratılacağını tutarlı bir şekilde açıklayamıyor.

Sorun çok reçete yok

Bana sorarsanız sol ya da sağ koalisyon parlamentonun iki kanadında da çoğunluğu sağlasaydı bir şey fark etmeyecekti. İster sağ ister sol olsun, hiç birinin İtalyan ekonomisini kıskaca alan ağır kamu borcu ve rekabet yetersizliği sorunlarının üstesinden gelebilecek bir yol haritasına sahip değiller. Rakipleri tarafından popülizmle suçlanan Beppo Grillo daha tutarlı. Euro’dan çıkalım, ücretleri arttıralım diyor. Borçların üzerine yatalım da diyor mu öğrenemedim, ama tutarlı olmak için mutlaka diyordur. Yani Grillo bir çeşit İzlanda reçetesi savunuyor. Tabi 300 bin nüfuslu bir ülkenin yaptıklarını Avrupa’nın 3. büyük ekonomisi yapmaya kalktığında nasıl bir kıyamet kopacağını tahmin edersiniz.

            Bu köşede üç yıldır Euro Alanı’nın iki temel sorununu statükoyu savunarak ve klasik reçeteleri kullanrak çözülemeyeceğini iddia ediyorum. Rekabet gücü olmayan ülkeler Euro’dan çıkmalı, buna karşılık da kamu borçlarının önemli bir bölümü silinmeli. Bana göre reçetenin özü bu ama buraya nasıl gelineceğini de bilmiyorum.

26 Şubat 2013 Salı

Neither working nor studying

Okeyci gençler
Tomorrow the World Bank publishes its “World Development Report 2013: Jobs” on the state of world's labor markets and the challenges countries are facing on this front. The report will be discussed at Bahçeşehir University. Being one of the discussants of this report, I carefully examined most of its 400 pages containing very comprehensive information and useful insights on the problems of employment and unemployment. The main contribution of the report, I think, shows quite well how these problems vary tremendously in nature from one country to another according to their level of economic development, their natural as well as human resource potential and their demographic dynamics.


Obviously, I cannot even briefly summarize this voluminous study in my column, but I can focus on the important and dramatic problem of the young who are “neither working nor studying,” as mentioned in the report. You might think we are talking about unemployment among youth, but this is not the case at all. The young people looking for jobs, and considered as unemployed for this reason, constitute only a small part of youth who are neither working nor studying. Here lies the disconcerting aspect of the problem. According to the World Bank's estimate, there are actually 621 million young people (aged between 15 and 24) in the world belonging to this group excluded both from school and from productive activities. As you can imagine, young women constitute a large majority of this share, but the number of young men should not be underestimated, either.
I should confess that my choice of discussing the problem of excluded youth among many others was not fortuitous. This problem was the subject of much earlier research of Betam (Bahçeşehir University for Economic and Social Research). Almost five years ago (May 2008) we published a research brief titled, “Turkey is losing its young generation” (Betam Research Brief, 08/07) and we again looked at the related figures two-and-a-half years later (Betam Research Brief, “The young lack human capital,” 10/91). Let me first summarize the results of these two research briefs, and then I will try to situate Turkey in the world regarding this issue using the World Bank report's information.
According to TurkStat's Household Surveys data, approximately 2 million young people (1.4 million females and 600,000 males) out of 6.5 million aged between 15 and 19 were neither in school nor working in 2006. Three years later, in 2009, the figures revealed a sizable improvement in the situation as the number of this unemployed youth decreased to roughly 1.2 million (900,000 females and 300,000 males). Out of the 300,000 jobless men, one out of three said that he had searched for a job but could not find one or he thought that there were no jobs suitable for him. This is not surprising since these young people are poorly educated and without skills.

The majority of the remaining two-thirds give other reasons like “personal or family reasons,” “illness or disability” or “other.” As for the 900,000 young women, 700,000 (78 percent) of them stated that they are occupied by household chores. We can guess that a very large majority of them are waiting to get married, and very probably the majority of them will never participate in a productive activity during their lives.
How is Turkey situated in the world vis-à-vis this problem of jobless youth? The World Bank highlights the cases of a few countries in the report, but this is quite enough to get an idea of the issue. The countries used as examples are: Brazil, Chile, Ghana, India, Indonesia, Pakistan, Tanzania, Turkey and Ukraine. Turkey has the highest share (about 20 percent) of jobless young men aged 15-24 among these countries.
I must admit I was not expecting such a result. As for the share of young females who are neither working nor at school, it is more than 50 percent in Pakistan and Turkey. India ranks third followed by Indonesia, where the share of jobless young women equals approximately 35 percent. The shares in the two representatives of Latin America, Chile and Brazil, are around 20 percent. Then Ukraine, Ghana and Tanzania follow with lower share percentages.
Considering these countries are at the top of this infamous list, we can easily assert that the problem of jobless young females have deep roots in cultural and social conservatism. Admittedly, if Turkey wants to accelerate the participation of women in the workforce, it faces a serious challenge here.

25 Şubat 2013 Pazartesi

‘Women hold up half the sky' -- Mao Zedong

When I decided to continue today with the issue of working women in Turkey, I remembered the famous slogan by the leader of the Chinese Revolution and decided to use it as the title. President Mao was trying in his historic speech given during China's resistance to Japanese occupation to fight the deep prejudices of conservative Chinese society regarding the place of women in economic, political and social life.


Turkey, for sure, is not in such a dramatic situation that China was facing in the 1940s, but it is also not too far from it. The female participation rate in the labor force in Turkey is the lowest in Europe at around 30 percent. The participation rate is about 50 percent in Greece, Spain and Italy, the countries with the lowest rates in Europe.
There is no a single developed country in the world that has only a minority of its female population participating in economic activities. More women working in a household means greater income, increased savings, more disposable income for education and the health of children and finally, more rapid economic growth, without even talking about greater freedom for women. If Turkey, having reached the middle income group of countries in the last decade, wants to gain access to the club of developed countries, having much more women in the workforce is an absolute must.
The good news is that our female labor force participation rate is on an increasing path. In my column on Tuesday (“Female employment, as well as unemployment, greatly increased”), I discussed the recent strong contribution by both the female labor force and female employment to the Turkish labor market. As the labor force had increased more than employment, this resulted in an increase in female unemployment. But I would like to remark that this is just a short-term occurrence. If one considers a longer period, one observes that female unemployment is decreasing despite the continuous growth of the female labor force, as was revealed by recent research by the Bahçeşehir University Center for Economic and Social Research (BETAM). This is the second piece of good news, for sure.
According to BETAM's research (“Female participation in the labor force increases in cities,” Gökçe Uysal, Research Brief 13/143), the female participation rate increased from 17.8 percent to 24.9 percent from 2004 to 2011 while the female unemployment rate decreased from 17.9 percent to 16.6 percent. This decrease demonstrates an even stronger increase in the number of working women. One can remark that the improvement in female unemployment is rather limited, but let me also remark that it is quite consistent with the decrease of urban unemployment as a whole, which fell from 13.6 percent to 11.9 percent in the same period.
The third good piece of news is the growing share of formal wage earners in the total urban female employment figures. Indeed, this share rose from 55.7 percent to 61.3 percent, while the proportion of informal female wage earners (workers who are not registered with the Social Security Institution [SGK]) declined from 23.6 percent to 18 percent. So, female employment is not only rising but is also rising in legitimate jobs.
An interesting feature of the growth of the female labor force appears when this labor force is broken down according to educational levels. The urban female labor force increased by 40 percent as a whole within seven years, of which 47 percent was made up of women with an education of less than eight years. This fact is important because it shows that the attraction of working, for whatever reason, is just not limited to educated women. Until the cited BETAM research, it was well known that the improvement of female education is the main driver of the growth of women in economic activities. What's going on? To have some explanations we need to have more information about the decisions driving unskilled women to work.
That said, let me finish with some insights from an econometric analysis done by BETAM. Consider a married woman with five years of education who lives in İstanbul. Let her be our benchmark. A similar woman with a higher level of education will be more likely to participate in the labor force, as expected. At the same time, another woman with exactly the same characteristics but who lives in the west will be more likely to participate, while another who lives in the east will be less likely to participate. These results reveal the role of cultural factors (conservatism versus modernism) regarding the attitudes of women vis-à-vis working. If we want to accelerate the increase in female employment, we must also address the cultural dimension of the issue.

20 Şubat 2013 Çarşamba

Kadın cephesinde şaşırtıcı gelişmeler


Cuma günü açıklanan Kasım ayı işgücü istatistikleri hayli şaşırtıcı gelişmeleri açığa çıkardı. İşsizlik oranı bir yıl öncesine kıyasla 0.4 yüzde puan artarak yüzde 9,4’e yükseldi. Şaşırtıcı olan bu değil. Zaten artış bekleniyordu. 2012’de büyümenin yüzde 2,5 civarı gibi oldukça düşük bir düzeye gerilediğini biliyoruz. Düşük büyümenin istihdamı yeterince artıramaması, dolayısıyla işsizlikte artışa neden olması beklenirdi. Ancak gelişmeler bu basit nedenselliği doğrulamıyor. İşsizlik artış eğiliminde ama istihdam yetersiz kaldığı için değil işgücü daha hızlı arttığı için.

Kasım 2011’den Kasım 2012’ye işgücüne 1milyon 225 bin kişi eklendi. Eylül ve Ekim rakamları işgücünde sıra dışı bir artışın işaretlerini veriyordu. Kasım rakamları sıra dışılığı adeta bir muammaya dönüştürdü. Hane halkı işgücü anketlerinin yeni serisinin yayınlanmaya başladığı 2005’ten Kasım 2012’ye işgücü artışı hiç bu kadar yüksek olmamıştı. Kriz öncesi ortalama eğilim 600 bin civarındaydı. Kriz sonrasında ortalama artış 700 binin üzerine çıktı. Ama bir milyonu geçen bir artış oldukça şaşırtıcı. İstihdam artışı da öyle. Çalışan sayısı bir yılda 1 milyon 24 bin kişi arttı. Büyüme bu kadar düşmüşken istihdamın bu kadar artması da hiç normal değil. Bu yüksek artış çok büyük ölçüde hizmet sektörünün istihdam iştahından kaynaklandı. (Bkz. 13 Aralık tarihli, “İstihdamı hizmetler sürüklüyor”). İşsiz sayısı da sonuçta 201 bin artmış oldu.

İşsizlik kadınlarda artı erkeklerde düştü

Ne var ki, bu şaşırtıcı gelişmelerden daha da şaşırtıcı olanı bu olağanüstü yüksek artışların çok büyük ölçüde kadınlardan kaynaklanmış olması. Kasımdan Kasıma işgücü 1 milyon 225 bin arttı demiştik. 668 binini kadınlar oluşturuyor. Keza 1 milyon 24 binlik istihdam artışının 497 bini kadın. Yani işgücü ve istihdam artışlarının yaklaşık yarısı kadınlardan kaynaklanmış durumda.  Oransal artışlar daha da çarpıcı: Kadın işgücünün yüzde 8,6, istihdamın da yüzde 7 oranında arttığı görülüyor. Sonuç olarak işsizler ordusuna eklenen 201 kişinin 171 bini kadın. Bu bakımdan kadın işsizlik oranındaki zıplama şaşırtıcı değil. Kasım 2011’de yüzde 10,4 olan işsizlik oranı geçen Kasında yüzde 11,4 yükselmiş. Erkek işsizlik oranında ise, sıkı durun, az da olsa düşüş var. Yüzde 8,6’dan 8,5’e geriliyor.

Kadın istihdamındaki olağanüstü artışın tarımdan kaynaklandığını düşünebilirsiniz. Ama çok yanılırsınız. Tarımda kadın istihdam artışı 14 binden ibaret. Bu artışın kendi işini yaratmaya çalışan kadınlardan kaynaklanmış olabileceğini de düşünebilirsiniz. Yine yanılırsınız. Kendi hesabına çalışan kadın artışı sadece 24 bin. Uzatmayalım 497 binlik kadın istihdam artışının 405 bini ücretlilerden oluşuyor. Durun daha bitmedi. Bu 405 binin yüzde 47’si yüksek öğrenim mezunu, yüzde 46’sı ise ilköğretimden daha düşük eğitime sahip. Lise mezunlarının payı yüzde 7’den ibaret. Tek kelimeyle tuhaf! Yaşları itibariyle de baktım. Bu 405 bin ücretli kadının yüzde 44’ü 30-39 yaş aralığında, yüzde 47’si de 40-54 aralığında. Yani ezici çoğunluk orta yaşta. Bütün bu olgular açıklanmaya muhtaç bilmeceler.


Peki ne oldu da kadınlarımızın çalışma aşkı birden depreşti? Doğrusu bilmiyorum. Önce kadın işgücünde ve istihdamda bir süredir gözlemlenen olağanüstü artışların kalıcı olup olmadığına bakmak lazım. Biraz daha bekleyelim. Eğer bir ölçme sorunu yoksa daha kapsamlı ve ayrıntılı bilgiye ihtiyaç var. Bunun için de 2012 yılının mikro datasının yayınlanmasını beklemek gerekiyor. Umarım kadınlarımızın çalışma aşkı kalıcıdır. Buna ihtiyacımız var. 

19 Şubat 2013 Salı

Female employment, as well as unemployment, greatly increased

At first glance, this title can seem quite contradictory. Well, it is not. The explanation is straightforward. Female unemployment increased significantly last year despite a sizable increase in female employment because the female labor force increased more than employment. Last Friday, the Turkish Statistics Institute (TurkStat) released the labor statistics for November 2012. From November 2011 to November 2012, the overall unemployment rate increased from 9.1 percent to 9.4 percent. During this time, the labor force increased by 1.225 million, while the growth in employment was limited to 1.024 million. Thus, almost 200,000 people were added to the ranks of the jobless in the last year.


The magnitude of the increase in the labor force, as well as employment, is quite impressive. But they are also puzzling since the economic growth rate for 2012 was limited to approximately 2.5 percent according to the last estimates. This growth rate is too low to create such a large number of jobs, but this is an issue to be discussed at another time. Let me just note that most of the explanation lies in the very high job creation capacity of the service sector, but the increase in employment is so high compared to the growth of value added in the service sector that we still have a puzzle on our hands.
However, I believe the most striking feature of the Turkish labor market regarding the evolution of employment and unemployment lies elsewhere. For unknown reasons, Turkish women began to have a greater taste for working. Indeed, women were a key part of both the increase in employment and unemployment last year. According to TurkStat, the annual increase (from November 2011 to November 2012) of the labor force was 1.225 million, while the growth in employment was 1.024 million as noted above. Now, the female labor force increased by 668,000 in the same period while the increase in female employment was limited to 497,000. The number of jobless women increased by 171,000 and the female unemployment rate rose to 11.6 percent from 10.4 percent a year ago.
To summarize, almost half of the total labor force increase, as well as that of employment, comprise women. The increase in the number of unemployed women constitutes 85 percent of the total increase in unemployment. The rates of growth of the female labor force and employment, at 8.6 and 7 percent, respectively, have never been seen before and they are absolutely astonishing. I would like to add that the male unemployment rate did not increase during the same period but slightly decreased from 8.6 percent to 8.5 percent. So, the gap between male and female unemployment widened even further.
Some people believe that agricultural employment could have played a role in this astonishing increase in female employment, as this was the case in the recent past. Well, the figures show that agriculture made a marginal contribution to the increase in female employment; indeed, female employment in agriculture increased only by 14,000. Others might believe that this surprising increase in female employment could be due to women becoming self-employed. Well, they would still be mistaken. Female self-employment increased only by 24,000. Let me add that the increase in the number of women employed as unpaid family workers was limited to 61,000. So, out of 497,000 women added to the ranks of the employed last year, 405,000 were wage earners and most of them (80 percent) found jobs in the service sector.
What is happening? To be frank, I have no idea at the moment. We need more information before putting forward some explanations. We have to look more closely at the statistics, particularly at the socioeconomic characteristics of these women who made a spectacular entry into the labor force last year. To do this, we need the micro data of the labor statistics related to 2012, which is not yet available. However, some cross tabulations for November 2011 and 2012 reveal that out of the additional 405,000 wage-earning women, 47 percent have a tertiary-level education, 46 percent possess an education level less than eight years and the share of those with a high school education is only 7 percent. The last puzzle I can add to this puzzling issues is that 44 percent of these new female wage earners are aged between 30-39 while 47 percent of them are between 40-54. So, one could say that the taste for work seems to be a phenomenon concerning middle-aged women.

16 Şubat 2013 Cumartesi

More children will not solve aging population problem

On Thursday, Turkish Statistics Institute (TurkStat) President Birol Aydemir held an important press conference. During the conference he presented the new TurkStat logo, while reiterating the fundamental principles of TurkStat like reliability and transparency. Mr. Aydemir also informed the press about their new policies that led to the revision of some statistics and then released revised figures on tourism revenue and expenditure. The bottom line of the revision is that the net and positive contribution of tourism to the balance of payments equals $2.2 billion. This is not an important amount considering the current account deficit is $49 billion.


In fact, the most surprising item to emerge at the press conference was the release of Turkstat's new population projections up to the year 2075. These new projections did not reveal anything new about the dynamics of Turkey's demographics, but they did contain new insight on the debate over the problem of the country's aging population. Turkstat's basic figures regarding total population in the long run assume a decreased fertility rate, moving from 2.0 to 1.65 in 2050, when the population will reach its peak at 93 million. The total population number is expected to decline to 89 million in 2075, and the share of the population that is older than 65 will continue to increase. This share from an actual 11.3 percent will rise to 14.9 percent in 2023, to 21.7 percent in 2035, to 32.9 in 2050 and 47.9 in 2075, which means close to half of the population will be made up of seniors.
No doubt that the aging population will turn into a serious problem within two decades. The new population projections confirm my recent estimations (see my column of Feb. 4, “Fears of aging population”). The adverse effects of an aging population for the country like high public expenditure versus insufficient revenue will start to become devastating for the economy in the second half of the 2030s. From now until 2035 the population between 15 and 64, the working age population, will increase by 9 million, while the senior population will increase by 7 million. Nevertheless, even if we assume a high labor force participation rate – 80 percent, for example – the increase in the workforce will be just 7 million. That means that through 2040 the increase in the number of seniors will surpass the increase in the number of people added to the workforce.
Some suggested solutions to the problem of an aging population, like a more rapid increase in the number of working women or the accelerated increase in labor productivity through better education and technological progress, but they will not remedy the situation. We do, however, have to implement the aforementioned solutions if we want to have sustainable economic growth that is close to the potential growth rate of the Turkish economy, estimated at around 5 percent. The suggested solutions are necessary in order to prevent problems like unemployment and poverty from becoming serious headaches in the near future.
Can the three-child policy be part of the solution? I wrote in my Feb. 4 article that “more children can be part of the solution if an efficient way to reverse the decreasing fertility rate is found.” Well, the TurkStat projections show that even if this reverse occurs it will not be very helpful in avoiding the adverse effects of an aging population. Indeed, TurskStat looked at two alternative scenarios in population dynamics. In the first scenario the fertility rate starts to increase steadily from its actual level of 2.0 to 2.5, and in the second projection it would move to 3.0 by 2050. However, the extra number of people of working age by 2035 only amounts to 500,000 in the first scenario and 750,000 in the second. Obviously, the contribution of the three-child policy towards solving the aging population problem would remain very modest. Instead of trying to convince families to have more children through financial incentives it could be wiser to spend the money on education, for example.
So, what to do? The more I think about this aging issue the more I am convinced that the only solution is to bring in a foreign labor force in the 2030s. What kind of workers and from where? Let me provide a reminder that Turkey has been importing labor from its neighbors since the 1990s, but the numbers are a state secret!

13 Şubat 2013 Çarşamba

Beklemediğim hamle


Yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışması itiraf etmeliyim ki beklemediğim bir mecraya girdi. Yeni anayasanın eşitlikçi uzlaşma komisyonundan çıkamayacağı anlaşıldı. Böyle olacağı baştan belliydi. Bu tıkanma Ak Parti’nin başkanlık sistemi ısrarından kaynaklanmıyor. Vatandaşlık tanımı, ana dilde eğitimin önünün açılması, yerel yönetim yetkilerinin artırılması gibi kritik konularda MHP ile CHP’nin ulusalcı kanadının itirazları yeni anayasanın uzlaşmayla yapılmasını olanaksızlaştırıyor.
 
Öcalan ile görüşmeler gün ışığına çıkıncaya kadar şöyle düşünüyordum. Başbakan 2014’te Çankaya’ya çıkmakta kararlı. Ama aynı zamanda cumhurbaşkanlığını yürütmenin başı olarak ifa etmek istiyor. Yani hem cumhurbaşkanı hem de başbakan olmak istiyor. Bu da ancak bugünkü az başkanlık-çok parlamentarizm karışımı ikircikli sistemin başkanlık sistemine dönüştürülmesi ile mümkün. Oysa, Ak Parti’nin sandalye sayısı herhangi bir anayasa değişikliğini referanduma götürmeye yetmiyor.

Ak Parti-BDP uzlaşması mümkün

Bu durumda  aklıma gelen tek senaryo, Tayip Erdoğan’ın Haziran 2014’te cumhurbaşkanlığı seçimini ilk turdan yüzde 50’nin bir hayli üzerinde bir oyla kazanARAK, hemen ardından seçmen desteğinin verdiği rüzgarla Ak Parti’nin erken genel seçime gitmesi ve referandum çoğunluğu olan 330’u aşacak bir sonuç almaya çalışması şeklindeydi. Böyle olmadı. Ak Parti cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce Kürt sorununu silahlı çatışma boyutundan arındırarak demokrasi içine çekmeye karar verdi. Buna kısaca “barış süreci” diyoruz.

Bu sürecin olmazsa olmazları arasında yeni anayasanın yukarıda andığım kritik maddeleri var. Ak Parti’nin bu maddelerle ilgili önerileri BDP’nin önerilerinden uzak değil. Uzlaşma mümkün. Bu uzlaşmanın Ak Parti’ye oy kaybı açısından maliyeti, barış sürecinin başarısının getireceği oy kazancından daha düşük olacaktır. En azından ben böyle düşünüyorum. Bu hesap Ak Parti’ye başkanlık sistemi için yeni bir fırsat penceresi açtı. BDP başkanlık sistemine kökten karşı değil. Hatta yürütme erkindeki böyle bir sistem değişikliğini “özerkliğin” önünü açacak bir fırsat olarak görüyor. Ak Parti de başkanlığa karşılık güçlendirilmiş yerel yönetimler üzerinden Türkiye’nin zaten ihtiyacı olan ademi merkeziyetçiliği kabule hazır görünüyor.

Her şeye rağmen evet

Böyle bir uzlaşma demokrasimiz ve ekonomimiz için iyi mi kötü mü? Başkanlık sistemi ısrarı işin içine karışmamış olsaydı bu soruya vereceğim yanı, “mükemmel olurdu” şeklinde olurdu. Ancak terazinin diğer kefesinde başkanlık sistemi var. Bu konudaki görüşlerimi şöyle özetleyebilirim: Vesayet rejiminin yarattığı Çankaya krizi hiç hesapta olmayan yeni bir sorunun ortaya çıkmasına neden oldu: Halk oyuyla seçilen bir cumhurbaşkanı ile ne yapacağız? Kenan Evren’e göre tasarlanmış olan bugünkü ikircikli sistemde cumhurbaşkanı yürütmenin nispeten etkili bir parçası. Buna bir de halk desteğini eklerseniz, cumhurbaşkanı ile başbakan arasında “memleketi kim idare edecek” kavgasının çıkması çok muhtemel. Önümüzde iki yol var: Ya başkanlık-yarı başkanlık sistemine geçeceğiz, ya da cumhurbaşkanın yetkilerini parlamenter sisteme uyduracağız. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi buna engel değil. Halkın seçtiği cumhurbaşkanına sahip olan Avusturya, Finlandiya, Portekiz, Bulgaristan gibi ülkeler aynı zamanda parlamenter sisteme sahipler. “Türk tipi başkanlık” sistemi ise bana göre hem gereksiz, hem de tarafsız yargı ve güçlü yerel yönetimlerle dengelenmezse tehlikeli.

“Peki sonuç olarak ne diyorsun?” diye sorabilirsiniz. Geçen sefer “yetmez ama evet” demiştim. Bu kez “her şeye rağmen evet” derim. Türkiye Kürt sorununa ilişkin önüne gelen fırsatı şu veya bu nedenle tepme lüksüne sahip değil.  

12 Şubat 2013 Salı

Worries on economic growth

Düşük büyüme Başçı'nın başını ağrıtabilir
The publication of the December 2012 Industrial Production Index by the Turkish Statistics Institute (TurkStat) last Friday sparked worries about the state of growth of the Turkish economy. The seasonally adjusted Industrial Production Index decreased by 1.5 percent from November, and on a quarterly basis the index almost stagnated from the third quarter to the fourth. It was commonly agreed that the 2012 growth rate would definitely be lower than 3 percent by a few percentage points, but economists are now forecasting a lower growth of around 2.5 percent. Asaf S. Akat, a prominent economist, put it well when he said, “2012 appears as a lost year with regards to economic growth.” So what about this year's growth?


In my Dec. 31 column, “Two scenarios for the Turkish economy in 2013,” I wrote that despite the difficulty of predicting growth in 2013, I was rather confident regarding the 4 percent target announced in the official Medium-term Economic Program (OVP). I would like to remind readers that I was not alone in thinking that, and there was a very large consensus among international organizations as well as national ones regarding better growth prospects for this year. This confidence originated from decreasing interest rates, which are normally capable of reviving sluggish domestic demand, though I had expressed some reservations and had questioned the uncertain reaction of Turkish households to the decreasing interest rates. However, my criticism was not about the 4 percent growth forecast based on domestic demand but rather on the expectation of the government and the central bank of a continuation of the current account deficit decline in 2013 similar to 2012.
Now, seeing some advanced indicators of growth for December and January, I am wondering if we have to reconsider our growth forecasts for 2013. I should admit that the decrease in industrial production in December increased my concerns about the revival of domestic demand. Indeed, in December we observed a sizable decrease particularly in the production of consumer durables, which are in fact more sensitive than other goods to a decrease of interest rates. One can say that it is maybe too early for the decreasing interest rates to affect the demand for consumer durables since there is always a time lag before the decrease has an impact. Nevertheless, I must point out that the decline in interest rates is not a recent event. I think that we have some good reasons to be alarmed.
Let's examine more closely the signals given by different advanced indicators. The consumer confidence index has been on a path of growth for two months now: It increased by 4.4 percentage points from November to January. This increase in confidence is consistent with the consumer credit expansion that reached a yearly average growth of 20 percent. Let me remind readers that this expansion is considered by the central bank to be more than sufficient since the bank is targeting keeping the yearly consumer credit expansion at around 15 percent for the sake of its disinflation policy. However, firms are not as optimistic as consumers. The real sector confidence index lost 2.4 percentage points from November to December. The seasonally adjusted capacity use in the manufacturing sector, another advanced indicator, decreased in January from 73.6 percent to 73.1 percent compared to December. This decrease is also consistent with the decrease in real sector confidence. Let me also add that exports also seem to have lost their momentum; the seasonally adjusted growth rate of exports decreased by 2.8 percent from October to November, but imports increased slightly by 0.4 percent.
So the signals of domestic demand are in opposite directions, and the signals on the foreign trade front are not encouraging. Certainly, we should at least wait for January's statistics before getting a clearer picture of the state of growth. That said, I think the available information summarized above is enough to allow me to express some reflections on an important consequence of low growth. Further loosening monetary policy would risk jeopardizing the 5 percent inflation target. If the Central Bank maintains its actual stance, the already existing signals of an upturn in unemployment would become more perceptible. This will increase, for sure, the political pressures on the central bank's management.

9 Şubat 2013 Cumartesi

Once again on the presidential debate

Yetkisiz cumhurbaşkanlığına hayır
The insistence of the Justice and Development Party (AK Party) on a presidential or semi-presidential system is continuing in all its intensity. The AK Party does not have enough seats in Parliament to bring its own draft constitution, including the establishment of a presidential system, to a referendum; nevertheless, it seems that it hopes to find the few votes it is lacking in the ranks of the Peace and Democracy Party (BDP), which is close to the Kurdistan Workers' Party (PKK), assuming that these deputies will support via secret vote a constitutional package that includes articles on a particular presidential system along with those defining citizenship under the “Republic of Turkey” instead of “Turkish citizenship” and allowing freedom of education in one's mother tongue. Indeed, these last articles could be sufficient to prompt the BDP deputies to vote for the whole package in the context of the “peace process.”


Turkey will for the first time elect its president by general election in June 2014. A president elected directly by the people in a two-round election is an important political event for Turkey capable of provoking political instability since the limits to powers of the president and prime minister are quite ambiguous in the existing constitution, which was inherited from the military regime in 1982. This ambiguous setup was aimed at allowing Gen. Kenan Evren, the leader of the Sept. 12, 1980 military coup, to control civilian power. So whatever the final regime, parliamentary or presidential, Turkey needs to redesign the powers of both of the president and the prime minister before electing the future president by a general vote.
I had already explained some months ago my thoughts regarding this redesign in my column “What should we do with a president elected by a general vote?” (May 20, 2012), but I feel the need to restate them once again since the presidential debate is entering its final phase. The opposition, particularly the Republican People's Party (CHP), claims that the presidential system will turn into an authoritarian regime, while the AK Party argues that a president elected by a majority of voters would be strong enough to make difficult decisions, such as those needed to solve the Kurdish problem, and that the executive branch would be more efficient.
As long as the president is elected by free elections, I believe the fears of an authoritarian regime are unfounded so long as an impartial judicial system is maintained. But at the same time, I do not share the AK Party's arguments regarding the “merits” of a presidential system. The gap in electoral support between the AK Party and the opposition is actually so large that the AK Party is secure enough to continue ruling Turkey for the foreseeable future, and its prime minister will continue to be quite powerful in a parliamentary system.
That said, we still have to find an answer to the fundamental question: What should we do about a president who is elected by a general vote? Basically, there are two options: One, we could give up the idea of an elected president and go back to our old parliamentary regime before the 1980 military coup. Personally, I do not like this solution because I consider a president elected by a general vote to be a strong bastion against possible military coups, modern or post-modern, in the future. Do not forget that presidents up until 2007 acted as facilitators, if not collaborators, of coups.
The second solution still involves a president elected by a general vote but at the same time corrects the current ambiguities by a withdrawal of the executive powers of the president. A president elected by a general vote could still play an important role in solving impasses in the political system. Thus the prerogative of the president to hold referendums should be maintained, while the ability to dissolve Parliament under specific conditions should be reinforced.
Let me also to add that in Europe, there are many presidents, such as those of Austria, Portugal, Finland and Bulgaria, who are elected by general vote but who do not necessarily act in a presidential or semi-presidential system. Those countries have a standard parliamentary system.

6 Şubat 2013 Çarşamba

Yaşlanan nüfus korkusu


3 çocuk konusu ciddiye bindi. Hükümet düşen doğurganlık oranının başbakanın 3 çocuk arzusuyla tersine çevrilemeyeceğini nihayet anladı. Başbakan yardımcısı Ali Babacan başbakanın “bütçeyi zorlamayacak” destek politikalarının hazırlanması için talimat verdiğini açıkladı. Şimdilik masada kapsamlı bir teşvik politikası yok. 3 çocuk tartışmasının arka planında yaşlanan nüfusun uzun dönemde ortaya çıkaracağı sorunlar bulunuyor. Bu sorunları ciddiye almak zorundayız.

            Yaşlanan nüfusu azalan nüfus ile karıştırmamak gerekiyor. Nüfusumuz artıyor ve bu yüzyılın ortalarına kadar da artmaya devam edecek. Birleşmiş Milletler Nüfus Bölümü’nün ortalama tahmininde Türkiye nüfusunun 90 milyon civarında durağanlaşacağı ardından da azalmaya başlayacağı görülüyor. Yaşlanmaya gelince, Türkiye nüfusu zaten yaşlanıyor. 65 yaş üzeri nüfusun toplam nüfusa oranı halen yüzde 7 civarında. BM tahminine göre yüzyılın ortalarında yüzde 25’i geçecek.

Kritik dönem 2030’lar

Ancak esas önemsenmesi gereken, istihdamdaki nüfus ile 65 yaş üzerindeki nüfusun dengesi. Daha doğru bir ifadeyle, üreten kişi sayısı ile üreten nüfustan yaptığı gelir transferi ile yaşamak zorunda olan kişi sayısı. 65 üzeri nüfusu üretken olmayan nüfus olarak kabul ediyoruz, ki erken emeklilik nedeniyle bu sınır Türkiye için daha aşağıda. Soruna bu zaviyeden bakıldığında BM nüfus projeksiyonlarını kullanarak yaptığım hesaplar şunu gösteriyor: Çalışabilir nüfus (15-64) halen 900 binin üzerinde artıyor. Bu artışının yaklaşık üçte ikisi (600 bin) istihdam edilebiliyor. Bu oranı ve azalan çalışabilir nüfus artışını dikkate aldığımızda bugünden 2035’e üreten kişi sayısında 6,5 milyon kadar artış olacağı görülüyor. 65 üzeri nüfus ise halen yılda 150 bin kadar artıyor. Bu artış hızlanarak devam edecek. Örneğin, TÜİK’e göre 2025’de yıllık artış miktarı 400 bine yükseliyor. İlginç olan bugünden 2035’e üretken olmayan yaşlı kişi sayısı da 6,5 milyon artıyor. Bu tarihten sonra ek istihdam artışı azalmaya devam ederken, yaşlı kişi sayısı artmaya devam ediyor.

Ne yapmalı?

Bu kaba hesaplar yaşlanan nüfus olgusundan korkmamız gerektiğini apaçık ortaya koyuyor. Nüfus ve işgücü piyasasının mevcut dinamikleri aynen devam ettiği, sosyal politikalarda da bir değişiklik olmadığı takdirde 2030’ların ikinci yarısından itibaren bütçe emeklilik ve sağlık harcamalarının ağırlığı altında çökmeye başlayacak.

Peki ne yapmalıyız? Hükümet yaşlanan nüfus sorunuyla doğum oranlarındaki azalışı durdurarak baş etmek istiyor. Bunun için de esas olarak çocuk yardımını düşünüyor. Bana öyle geliyor ki, Hükümet sosyal yardım ile nüfus politikasını karıştırıyor. Ailelerin çocuk sayısı kararlarını değiştirecek ölçüde her çocuğa yardım yapmaya başlarsanız bütçe 2030’u beklemeden çöker çünkü etkili olmak için çok para harcamak zorunda kalırsınız. Bunun yerine sadece 3. çocuğa yardım yaparsanız çok daha az para gerekir, üstelik desteğin etkinliği de fazla değişmez. Örneğin, her çocuğa 200 lira vermek yerine sadece 3. çocuğa 900 lira verirseniz, 3. çocuğu yapma kararını etkilersiniz, ama 200 lira için 3. çocuğu  yoksullar bile yapmaz.

Rasyonel bir politika uygulasanız bile salt nüfus teşviki ile sorunla baş edemezsiniz. Yerim kalmadığından, alternatif politikaları madde madde sıralamakla yetineceğim: 1) Çalışabilir yaştaki nüfus içinde istihdam edilen sayısını daha hızlı arttırmak, ki bu kadın katılım oranını mevcut artış eğiliminin üzerine çıkarmaktan geçer. 2) Emeklilik yaşını yaşam süresi artışına paralel arttırmak. 3) 65 yaş üzeri nüfusun bir bölümünü yaratıcı istihdam tasarımlarıyla üretken kılmak. 4) Dışardan işgücü ithal etme (göç politikası) üzerine şimdiden düşünmeye başlamak.