31 Ağustos 2013 Cumartesi

Painful adjustments

This week we witnessed record hikes in the exchange rate and the US dollar going up to TL 2.07 while heavy losses continued in the İstanbul Stock Exchange. This last turmoil could be considered part of markets' struggles to adjust to new moves by the US Federal Reserve.
Indeed, since the Fed announced its intention to end its cheap money policy and laid out a road map to this end, the world economy entered a new era characterized by, let's say, normal conditions. This means relatively scarce liquidity in the international financial system, higher interest rates in US dollar-based assets and a return to moderate growth.
The global macroeconomic framework of this new era requires painful adjustments for emerging economies, particularly those with high current account deficits. These economies, including Turkey's -- which has one the highest current account deficits relative to GDP in the world benefited from short-term capital inflows during the previous period, when almost $3 trillion was scattered by “helicopter Ben” (as Fed Chairman Ben Bernanke is called by his critics) over the American banking system. Some of those dollars were channeled into emerging markets. The availability of liquidity at very low interest rates fueled economic growth in these economies by boosting domestic demand and at the same time made financing the increasing current account deficit easier. Furthermore, the abundance of liquidity provoked excessive capital inflows that in turn caused excessive appreciation in local currencies.
These conditions, which have prevailed since the Great Recession, are now over. Emerging countries with unbalanced external positions must adjust their basic prices, like the exchange rate and interest rates, to the new conditions. Those adjustments include a mixture of local currency depreciation and higher interest rates. Central Bank of Turkey Governor Erdem Başçı announced his own strategy on Tuesday during a dramatic interview with the Anadolu news agency, transmitted live by all Turkey's major news channels. The central bank's preferred mixture for these two basic prices consists of rather limited depreciation and moderately high interest rates. Başçı thinks that the depreciation of the Turkish lira has been excessive. The real exchange rate index dropped below 110 after the dollar-Turkish lira exchange rate exceeded TL 2. For the central bank, an exchange rate index of 120 is sufficient for external competitiveness. So Başçı has been quite confident in asserting that the exchange rate will soon get back to its “equilibrium” value. He said that an exchange rate of TL 1.92 by year's end shouldn't surprise anyone.
Başçı also clarified his interest-rate policy. The policy rate, currently at 4.50, will not be touched. But central bank lending will be close to the ceiling of the daily interest rate corridor, which means an average lending rate of over 7 percent. To make this mix of exchange rate and interest rate levels effective in calming down markets and to meet inflation targets, the Central Bank of Turkey seems ready to use its hard currency reserves until the speculation against the Turkish Lira is stopped.
Moreover, Başçı added that under these circumstances the inflation rate would not sink lower than the last forecast of slightly above 6 percent, while the current account deficit would shrink without a further decrease in the growth rate, which is estimated at around 3.5 percent.
All these actions and forecasts from the central bank may be too good to be true. In fact, the ideal macroeconomic setup desired by the central bank, and probably the government as well, would entail adjustments that are as painless as possible for Turkey.
Unfortunately, I do not believe this can happen. I agree that the Turkish lira has been excessively depreciated and think that increasing the interest rate may be useless. But I can't believe that the growth rate can be kept at its current level while the current account deficit shrinks as a result of a depreciation that could in the end hit 10 percent. It shouldn't be surprising if the unavoidable adjustments alleviate Turkey pain. Economic authorities can only mitigate the pain with the right policy mixes. Will this be the case for Turkey? Let's see.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Merkez Bankası'ndan iddialı çıkış

Erdem Başçı kariyerini ortaya koydu
Dün Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Erdem Başçı, kariyerinin büyük olasılıkla en dramatik çıkışını Anadolu Ajansı’nın düzenlediği söyleşi vesilesiyle yaptı. Belli ki pazartesi günü dövizin ateşinin düşmemesi TCMB yönetimini bu çıkışı yapmaya zorladı. Söyleşide Başçı döviz kuru ve faizler hakkında öyle kesin konuştu ki açıkladığı öngörüler gerçekleşmezse Sayın Başçı’nın kariyeri talihsiz bir şekilde sonlanabilir. Bu durumda TCMB’nin inandırıcılığının alacağı yara da sonra zor tedavi edilir.

TCMB Başkanı kurun ve piyasa faizinin yanlış yerde seyrettiğini, düzeltmenin kaçınılmaz olduğunu ilan etti. Başçı’ya göre reel kur 110 civarına gerilemiş durumda ve bu düzey Türk Lirası için aşırı değer kaybına işaret ediyor. Reel kur endeksinde 120 düzeyini yeterli bulan TCMB için normal bir değerlendirme. Sayın Başçı “Yıl sonunda dolar 1,92’ye gerilerse şaşırmayın” diyor. Piyasa faizinin de tek haneli rakama ineceğini iddia ediyor. Bu arada cari açığın, büyümeden taviz verilmeden küçüleceğini iddia ediyor. TCMB bu yıl için büyümenin yüzde 3-4 aralığında gerçekleşmesini bekliyor.

Dövizin beli nasıl kırılacak?
Bu makro ekonomik çerçeve gerçekleşirse hiç kuşkusuz büyük başarı olur. Peki, bunu sağlamak için TCMB nasıl bir yol izleyecek? Sayın Başçı’nın açıklamalarından benim anladığım TCMB’nin radikal değişikliklere gitmeyeceği. Politika faizinde değişiklik yapılmayacak. Merkez Bankası banka sistemini yüzde 6,75 ile 7,75 arasında fonlayacak. Paçal faiz herhalde yüzde 7’nin biraz üzerinde olacak. Bu arada ‘dövizin belini kırmak’ için gerektiği kadar döviz satılacak, rezervlerin erimesi de zorunlu karşılıklarla engellenecek.
Bu yaklaşım piyasaları yatıştırmaya ve bozulan beklentileri düzeltmeye yeterli olur mu? Kısa vadede yeterli olacağı kanaatindeyim. Gerçi Başçı konuşurken ekranda döviz kurunun düşeceğine yükseldiğini hep beraber izledik. Bu satırlar yazılırken dolar 2,02’deydi. Piyasalar Başçı’nın iddialı çıkışından pek etkilenmiş gibi durmuyor. Başçı söyleşide bu ‘duyarsızlığı’, iddialı çıkışının yarattığı şok ile açıkladı. Olabilir. Şahsen kurun aşırı yükseldiği görüşünü paylaşıyorum. Kurun ateşi önümüzdeki günlerde düşebilir. Bununla birlikte kritik soru, Türkiye ekonomisinin önümüzdeki aylarda Başçı’nın çizdiği rotayı izleme olasılığının ne kadar yüksek olduğu.

Hükümetin rolü
Bu konuda TCMB Başkanı kadar iyimser değilim. Türk Lirası kalıcı bir değer kaybına uğradı. Bu kaçınılmazdı ve büyük olasılıkla cari açığı küçültücü etki yapacaktır. Ancak düzeltme biraz ihracat artışından, daha çok da iç talepteki durgunluktan kaynaklanacak. Büyük ölçüde açık pozisyona sahip olan reel sektörün yatırımlarının Türk Lirası’nın değer kaybından etkilenmemesi mümkün değil. Krizden bu yana firmaların açık pozisyonu GSYH’nin yüzde 11’inden yüzde 23’üne yükseldi. Vatandaşa gelince... Elinde büyük miktarda döviz tutan haneler kur şokundan servet etkisi nedeniyle orta vadede olumlu etkilenirler. Ama kısa vadede tüketim, ‘bekle gör’ davranışı nedeniyle olumsuz etkilenir. Sonuçta yılın ikinci yarısında, özellikle de 3. çeyrekte büyüme daha da düşebilir.

Bir diğer kritik gelişme de FED para politikasını sıkıştırmaya gerçekten başladığında bizim gibi kırılgan ekonomilerde yatırımcıların vereceği tepkiler olacaktır. Bu tepkilerin makul düzeylerde kontrol altında tutulabilmesi için Merkez Bankası’nın büyük ölçüde faiz yükseltmesi faydasız olabilir. Ancak esnekliğine ve çeşitliliğine çok güvenilen mevcut para politikası da yetersiz kalabilir. Hükümetin TCMB’ye destek çıkması şart. Yapısal reformlar için artık geç ama en azından takvim ilan edebilir, bir de Kürt sorununu da kapsayan demokratikleşmeye hız verebilir.

27 Ağustos 2013 Salı

2023 goals in jeopardy

Readers who are familiar with the Turkish economy are well aware of the ambitious goals set by the governing Justice and Development Party (AK Party) for 2023, the year we will celebrate the centenary of the Turkish Republic. Let me remind other readers that the AK Party, while nothing was obliging them economically or politically, decided two years ago to announce that our gross domestic product (GDP) will reach $2,000 billion and the per capita income $25,000 in 2023, assuming that the population projection is a little more than 80 million. When these figures were announced, I made calculations to check whether they are realistic. My simple check showed that the achievement of these two goals was based on such unrealistic assumptions that miracles would be needed.
Since that time, I have been asking myself what political motive could have pushed the AK Party to involve itself in a bet that is lost in advance. I have no definite answer. I think that the AK Party considered that GDP level sufficient to prove Turkey's status as a world power. Indeed, a GDP of $2,000 billion in 2023 would probably make Turkey the thirteenth to fourteenth largest economy in the world (the tenth spot, their highest ambition, being absolutely out of the question) and a $25,000 per capita average would bring Turkey's per capita income up to the EU average. So far so good, however some moderately ambitious but more realistic targets could also have been useful for the power-obsessed AK Party. It might also be that the AK Party's economists simply made a mistake in their assumption of the impossible.
Indeed, the assumptions lying behind a GDP of $2,000 billion in 2023 are almost impossible. In 2002, Turkey's GDP was $233 billion, TL 351 billion nominally and TL 73 billionin real terms (in terms of 1998 prices). By 2007, on the eve of the global recession, these figures were, respectively, $647 billion, TL 843 billion and TL 101 billion in real terms. During the first five years of AK Party rule, the growth performance was much better than the past years, although it was still restricted to 38 percent. The remaining part of the 280 percent increase in dollar terms was caused by inflation and from the real appreciation of the Turkish lira. It is true that in 2002 the Turkish lira was probably slightly undervalued, and there were also strong increases in productivity during these years, but none of these can sufficiently explain the huge appreciation of the Turkish lira.
In 2010, the Turkish economy more than recovered from the adverse effects of the recession thanks to high real growth rates, and appreciation of the Turkish lira occurred after the exchange rate shock of October 2008, when it lost 30 percent of its value. In 2010 Turkish GDP was at $731 billion, and last year it reached $790 billion despite the low growth rate (2.2 percent) in real terms, also thanks to the appreciation of the Turkish lira. At best I expect a stagnation of GDP this year in terms of dollars. Real growth is expected to be less than 4 percent, depreciation of 15 percent will probably remain and inflation of close to 8 percent should be expected.
From now to 2023 we have 10 years. To reach a GDP of $2,000 billion, one needs an increase of 250 percent, which means an average annual growth rate of 10 percent in terms of dollars. If we assume that the real value of the Turkish lira will not change in the next 10 years, which means that it would be moderately overvalued (even despite the recent depreciation of 15 percent), and assuming an average inflation rate of 5 percent, the exchange rate will increase from its current value of 1 USD = 2 TL to 1 USD = 3 TL (note that I assume an inflation in dollars of 2 percent per year) so, with these assumptions the nominal GDP should reach TL 6,000 billion in 2023. Therefore, the nominal GDP for this year will be TL 1700 billion, approximately. If we inflate it with even a rather low average inflation rate of 5 percent, the real GDP must almost double within 10 years. This corresponds to a real GDP growth of 7 percent per year. Forget it.
Then, in order to reach $2000 billion in GDP, both the Turkish lira should continue to appreciate and the average real growth should be higher than its current weak level. These two conditions require very strong and persistent productivity gains. From where will they come, especially as increases in productivity seem to be very low nowadays?

Government facing unpleasant options

This week's turmoil in the financial markets woke us from an early August torpor. First there was a limited increase in the exchange rate, then the Turkish Central Bank decided, unexpectedly, to increase the upper limit of its interest corridor by 50 points, followed by a limited but significant shock in the exchange rate on Wednesday, along with good news from the US economy on the strong housing demand. Finally on Thursday, while I am writing these words, the drift of the Turkish lira continues after the release of the Federal Reserve's July minutes implying an earlier than expected halt to its loose monetary policy. Admittedly, the central bank's reaction was not convincing.
On July 15, I wrote in this column (“Relax until autumn”) that, based on Federal Reserve Chairman Ben Bernanke's testimony to Congress, the restrictive monetary policy would not start before autumn. I was mistaken. The hour of truth came earlier. Everybody, from the managers of the economy to the investors and even to simple citizens, were perfectly aware of what would happen in the near future. First, the Fed would gradually cease its purchases of assets from the market, in this way ending its quantitative easing policy that flooded financial markets with trillions of cheap US dollars in recent years, and then the Fed would abandon its zero interest rate policy if the US economy were definitely past the risk of recession. It was also well known that changing the Fed's monetary policy would cause outflows of capital, particularly from emerging economies suffering from chronic current account deficits, such as Turkey. It seems that this new international scenario is now under way, perhaps earlier than expected.
Since what would happen is common knowledge, the question is what policy reaction must be made in this new international setting to counter a fully fledged exchange rate and interest rate shock in order to avoid a recession. In my article of June 17 I questioned whether the Turkish economy was on the eve of recession. My answer was “Yes,” if the government did not abandon the conspiracy theories around the infamous “interest rate lobby.” Since then, these theories have fortunately disappeared from the discourse of Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan, but it is still not certain that the central bank is fully independent in setting its monetary policy.
Just before the recent turmoil started, Deputy Prime Minister Ali Babacan declared that the measures to be taken against the consequences of the expected Fed policies were ready, without describing them explicitly. We can guess that pursuing fiscal discipline, in other words maintaining low budget deficits, is part of these measures. Indeed, in an economy where there is a high current account deficit and which is moreover obliged to finance the biggest part of this deficit with portfolio investments and bank loans, fiscal discipline constitutes a precious anchor but it is not, unfortunately, enough to prevent capital outflows and the drift of the Turkish lira. The value of the currency basket reached 2.30 on Thursday, meaning a depreciation of 15 percent compared with May. Obviously, the recent increase by 50 points of the upper limit of the interest rate corridor, now standing at 7.75 percent, has not been sufficient to calm the appetite for hard currency. I must note that the effective interest rate used by the central bank when giving liquidity to the banking system stays below 7 percent, while the market rates are now close to 10 percent. So, the central bank began to use its reserves again through the daily sale of hundreds of millions of US dollars. A number of economists, including myself, have the impression that the Turkish Central Bank is still under political pressure, since it cannot use its main instrument, the policy interest rate. The more the Turkish lira depreciates, the more inflationary pressures will increase. The central bank cannot maintain its interest rates at their current level in these circumstances.
Are there other measures? I do not think so. Certainly, it is possible to let the Turkish lira depreciate until it reaches a sustainably low value. This could help to lower the current account deficit, and then capital inflows could begin again, but this will be at the expense of economic growth in the short term. In this case, the economy risks entering a temporary recession, and then a new equilibrium could emerge from this if an increase in inflation cannot be prevented. Nonetheless, I do not believe that this is a policy option for a government that will soon face a series of elections.

20 Ağustos 2013 Salı

Wage rigidity in the Turkish labor market

Rigidities like firing costs, taxes on employment and minimum wage levels are one of the most controversial issues in labor economics. Theory and a number of pieces of empirical research assert that the more a labor market is rigid and employment is constrained because of high labor costs, then the more likely it is to have a higher level of unemployment since companies will try to fire some workers and will miss some investment opportunities as they will be unprofitable. However, the rigidity issue is not just a simple matter. It implies a critical dimension regarding workers' rights. For this reason, workers' unions defend that “labor market rigidities” is a concept developed particularly by a neo-liberal ideology aiming to lower labor costs for higher profits. This is why it is quite difficult for democratic governments to implement labor market reforms.
This is also the case for Turkey. Personally I think the Turkish labor market is rather rigid if we consider its formal segment. Indeed, those Turkish companies that fully abide by the existing labor laws -- their workers are not only registered with the Social Security Institution (SGK) but at the same time their wages are fully declared -- pay one the highest severance wages in the world (a month's salary for every year of work). The minimum wage, which rose rapidly in real terms during the first years of Justice and Development Party (AK Party) rule after 2002, is also relatively high in the majority of regions, as I will try to prove in this article.
The major consequence of rigidities in the Turkish labor market is the existence of a large informal segment. One out of five wage earners is not registered at all with the SGK. So for these workers, there is no need to give any severance pay and no need to give any justification when they are fired. Statistics (household surveys) show that these informal workers are paid less than the minimum wage on average. The laws of the jungle prevail in this fully informal segment. However, it also exists in the semi-informal segment where workers are registered with the SGK but their wages are not fully declared or they are fired before completing a year's work and rehired in order to avoid high severance payments. It is absolutely astonishing to learn that only one out of 10 wage earners can effectively profit from their right to severance pay. Obviously, a number of companies, particularly small and medium sized ones, are quite successful in finding ways to avoid labor market rigidities. A comprehensive and radical severance pay reform prepared by the Ministry of Labor and Social Security last year was unfortunately removed from the government's agenda at the last minute by the prime minister because of threats of a general strike made by workers' unions.
The rigidity emanating from a relatively high minimum wage is also important in Turkey. This rigidity is commonly measured by the ratio of minimum wage to the median wage. The closer the minimum wage is to the median wage, the more rigid the labor market is considered to be compared to others where the ratio is lower. The ratio for Turkey was computed by the Organization for Economic Cooperation and Development (OECD) in 2011 as 0.71 and it was the highest among all OECD countries. The Bahçeşehir University Center for Economic and Social Research (BETAM) on July 23 published its research titled “Wage rigidity in the formal and the informal labor market” in which it computes a slightly different version of this measure in order to make possible a comparison across 26 regions.
The ratio of the minimum wage to the median income of formal wage earners working in the private sector was 0.8 at the country level in 2011. What is particularly striking in BETAM's research is not the high value of this ratio but the huge differences among the ratios particular to each region. Indeed, while the ratio is 0.63 and 0.71 for İstanbul and Ankara, respectively, it is more than 0.9 in half of the regions and even reaches 0.98 in Malatya. This high disparity of the wage rigidity indicator across the country proves that “one size does not fill all.” On the one hand, while it is not easy for companies to find workers at the minimum wage level, where it stands relatively low compared to the costs of living, in places like İstanbul and Ankara, in many other regions those willing to be hired at the minimum wage are so numerous that the median wage is almost equal to the minimum wage.
The standard remedy to this situation is well known: Differentiate the minimum wage across the regions. But the AK Party government refused to even consider this remedy since it is politically a hot potato.

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Upward signs in unemployment

On Thursday, the Turkish Statistics Institute (TurkStat) released the labor market figures for the June period (May-June-July). All the figures point to an increase in unemployment.


It could be more difficult to find jobs in the coming months
The year-on-year change in the unemployment rate has shown a rising trend in the last eight months and the most recent figures confirmed this trend. From June 2012 to June 2013 the overall unemployment rate increased from 8.2 percent to 8.8 percent and the non-agricultural unemployment rate from 10.4 percent to 11 percent. As for the seasonally adjusted figures, which constitute a better indicator of current trends, the overall unemployment rate rose from the periods of May to June from 9.4 percent to 9.6 percent and non-agricultural unemployment from 11.7 percent to 11.8 percent.
These increases, albeit limited, could be the signs of a rising trend in unemployment. This is not surprising; on the contrary, this must be considered a return to the norm. Indeed, the low growth trend prevailing in the Turkish economy for almost two years should have caused a rise in unemployment earlier. The growth rate was limited to a mere 2.2 percent last year and for this year, there is a large consensus among forecasters, including Deputy Prime Minister Ali Babacan and Turkish Central Bank Governor Erdem Başçı, that the gross domestic product (GDP) growth will be under 4 percent, probably around 3.5 percent. Those rates can be considered quite high by European standards, but they are insufficient for Turkey to keep unemployment under control given the existence of a strong increase in the labor force. Very surprisingly, the low growth trend in GDP did not produce a significant increase in unemployment until now, thanks to a very high rate of job creation in the non-agricultural sectors, particularly in services.
What is striking about the new figures is the rise of unemployment seems to result from a weakening of the job creation process. Indeed, the monthly brief from Bahçeşehir University Center for Economic and Social Research (Betam) on the Turkish labor market shows that there is an important decrease in seasonally adjusted employment in the construction sector (minus 5.6 percent) from May to June. It must be noted that this sector employed almost the same number of workers in June 2012 as in June 2013. This is a sign of a serious economic slowdown in construction.
At the moment there aren't clear signs of a resurgence in either domestic demand or exports. The recent rise in loan rates can hardly drop in the context of expectations of diminishing liquidity in the international financial markets, due to the US Federal Reserve's roadmap for progressively ending cash stimulus. To this negative we must add the still-stagnant European market. So, in these circumstances the Turkish economy could be facing even lower growth in the coming months. If at the same time the end of the job creation “miracle” is confirmed, unemployment will start to increase clearly and in earnest. It is significant that Betam's early indicator of unemployment calculated from the Kariyer.net database (the biggest Internet-based job network in Turkey) signals an unemployment increase for July.
Until now, the Justice and Development Party (AK Party) government did not suffer politically from the slowdown in growth. The unemployment decrease, which had prevailed since the strong recovery in the aftermath of the global recession, halted, but unemployment did not rise significantly either. In the coming months, in which we will witness the increased tensions of successive electoral campaigns, a rise in unemployment will definitely be a headache for the incumbent AK Party. How can the government respond to rising unemployment? Public expenditure, particularly in construction, can be augmented. There is some room to maneuver on this front, since the budget deficit is quite low (well under 3 percent) and this is also the case for public debt, its ratio to GDP being around 37 percent and on a declining path. However, it should be remembered that the AK Party is a strong believer in fiscal discipline, and the low budget deficit constitutes the Turkish economy's main anchor in the context of a high and rising account deficit. Then, there remains the monetary option. However, it is not certain that the Turkish Central Bank will be able to decrease interest rates in the coming months.
One thing is certain: The coming period will be very interesting for political economists.

16 Ağustos 2013 Cuma

Türkiye'de yoksulluk arttı mı azaldı mı?

Yoksuluk azaldı ama halen yüksek
Türkiye’de bu soruya verilen yanıtın mensup olunan siyasal kampa göre değiştiğini biliyoruz. İktidar yoksulluğun azaldığını iddia ediyor. Muhalefette ise ‘yoksulluğun her geçen gün arttığı’ sloganı içselleştirilmiş bir klişe haline gelmiş durumda. Yoksulluk konusundaki ekonomi yazınına aşina olmayan okurlar haklı olarak “Peki bunun nesnel bir ölçütü yok mu?” diye sorabilirler. Aslına bakarsanız evrensel kabul gören tek bir ölçüt yok. Farklı ölçütler söz konusu, çünkü yoksulluğu ölçmek zor ve tartışmalı. 

Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (betam) 1 Ağustos’ta başlıktaki soruya yanıt arayan bir araştırma notu yayımladı (‘Türkiye’de yoksulluk tartışması’). Araştırma yoksulluğu ölçmenin zorluklarını ve bu ölçüm için geliştirilen alternatif ölçütleri özetledikten sonra üç farklı yoksulluk ölçütünü kullanarak 2005-2010 döneminde Türkiye’de yoksulluğun azaldığı sonucuna varıyor. 
Doğal olarak esas zorluk yoksulluğun nasıl tanımlanacağında düğümleniyor. Kimlerin hangi kriterler kullanılarak yoksul kabul edileceği, tahmin edeceğiniz gibi farklı gelişmişlik düzeyleri itibariyle önemli farklılıklar gösterecektir. Ayrıca yaklaşık aynı gelir düzeyine ama farklı yaşam tarzlarına ve kültürlere sahip ülkeler için aynı yoksulluk kriterlerini kullanmak yanıltıcı sonuçlar doğurabilir. Bu tartışmaları merak eden okurlar Betam’ın notuna göz atabilirler. 

TÜİK uzun süredir Hanehalkı Bütçe Anketi (HBA) verilerini kullanarak çeşitli parasal yoksulluk oranlarını yayımlıyor. Bu ölçütlerin içinde en önemlisi olan ‘Gıda + Gıda dışı’ yoksulluğu yayımlamayı 2009’da bıraktı. Ölçüt mustarip olduğu yöntemsel sorunlar nedeniyle anlamsız sonuçlar vermeye başlamıştı. Halen 4,35 doları parasal yoksulluk sınırı kabul eden rakamları yayımlamaya devam ediyor. Fazla bir anlamı yok. Ayrıca HBA bölgesel düzeyde geçerli değil. TÜİK 2006’dan itibaren Avrupa Birliği İstatistik Kurumu’nun benimsediği ve 12 bölge düzeyinde anlamlı Gelir ve Yaşam Koşulları (GYK) anketlerini 2006’dan itibaren (gelirler 2005 yılına ait) uyguluyor. Bu anket verilerini kullanarak da ‘Göreli Yoksulluk’ oranlarını (ülke genelinde medyan gelirin yüzde 60’ının altında eşdeğer gelire sahip kişiler yoksul kabul ediliyor) yayımlıyor. 

TÜİK’in yoksulluk sınırını ulusal düzeyde belirleyen Göreli Yoksulluk (GY) oranında 2005’ten 2009’a yüzde 25,2’den 23,6’ya sınırlı bir düşüş söz konusu. Bu ölçütün temel sorunu, yoksulluk gelirini Türkiye genelinde saptadığından İstanbul’da yoksulluk oranını çok düşük (yüzde 5 civarı), Güneydoğu’da ise çok yüksek (yüzde 60’ın üzeri) saptaması. Bu tuhaf sonucun bölgeler arası büyük gelir farklarından kaynaklandığını tahmin etmişsinizdir. 

Betam bu ölçüte alternatif olarak her bölge için hesaplanan yoksulluk oranlarının toplulaştırılması sonucu belirlenen GY oranını hesaplıyor. GY her bölge için hesaplanıp toplulaştırıldığında GY oranı 2005’te 21,9, 2009’da yüzde 19,8’e geriliyor. Ancak bu kez de Güneydoğu’da yoksulluk oranının aşırı düşük çıktığını not edelim. Bu da normal çünkü GY ölçütü son tahlilde mutlak yoksulluktan ziyade gelir eşitsizliğini ölçüyor. 

Son yıllarda yoksulluğu parasal sınırlar yerine doğrudan ölçen yöntemler geliştirildi. Bunlara ‘maddi yoksunluk’ da deniyor. Betam bu çerçevede ‘Temel Maddi Yoksunluk’ adını verdiği şu ölçütü öneriyor: Günaşırı et, tavuk ve balık yiyemeyen, evini yeterince ısıtamayan ve eskimiş giysileri yenileri ile değiştiremeyen kişileri yoksul kabul edelim. Bu ölçüte göre 2006’da yüzde 29 olan yoksulluk oranı 2010’da yüzde 21’e düşüyor. Yoksulların bölgesel dağılımı da oldukça gerçekçi. En az yoksulluk Batı Anadolu’da, en fazlası da Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da görülüyor.

İmkânsız ikili

İmkânsız ikiliden kastım yüksek enflasyon ve dengeli büyüme. Dengeli büyümenin yüksek enflasyon ortamında gerçekleştirilmesi olanaksız. En azından Türkiye ekonomisi için bu böyle. Esas amaç dengeli büyüme olduğuna göre enflasyonu ne yapıp edip ticari ortaklarımızın ortalama enflasyon düzeyine, yani yüzde 2-3’e indirmek zorundayız. Hadi 1 puan da yüksek verimlilik artışları sağladığımızı varsayarak ekleyelim, yüzde 3-4 eder. Oysa enflasyon oranı halen bu düzeyin iki katından fazla. 

Dengeli büyüme kavramıyla 2011’in sonuna doğru tanıştık. 2010 ve 2011 yıllarında büyüme rekorları kırmış ama aynı zamanda cari açık rekorunu da kırmıştık. Düşük iç tasarruf ortamında iç talebe dayalı büyümenin devam etmesi olanaksızdı. Ekonomi yönetimi müdahale etmezse piyasalar müdahale edecekti. Piyasaların elinin ne kadar ağır ve özensiz olduğunu tecrübeyle biliyoruz. Neyse ki bu kez ekonomi yönetimi yüksek ama dengesiz büyümeye müdahale etti. Sonucu biliyoruz. 2012’de ihracat-ithalat değişimi (net ihracat) büyümeye pozitif katkı yaptı ancak iç talebin katkısı negatife döndüğünden büyüme çok düşük kaldı (yüzde 2,2). 

Düşük büyüme tuzağı 
Bu, istenmeyen bir durumdu. 2013 ve sonrası için ekonomi yönetimi net ihracatın pozitif katkısının devam edeceği ama aynı zamanda iç talebin de kontrollü bir şekilde pozitif katkı yapacağı bir büyüme rejimi öngördü. Ama öyle anlaşılıyor ki bu gerçekleşmeyecek. 2013’te büyümeye katkı salt iç talepten gelecek, büyüme oranı da yüzde 4’ün altında kalacak. ‘Düşük büyüme tuzağı’ adını verdiğim bir çıkmazla karşı karşıyayız. 

Bu çıkmazda yüksek enflasyon kritik bir rol oynuyor. Dengeli büyüme için Güney Kore deneyiminin de gösterdiği gibi, ihracatın ithalattan hiç olmazsa iki çeyrekten birinde daha fazla artması gerekiyor. Bunun için de rekabetçi bir sanayiye sahip olmamız gerekiyor. Oysa sanayimizin rekabet gücü hem maliyet-fiyat düzeyi hem de orta teknoloji ağırlıklı mal bileşimi nedeniyle oldukça düşük. Son zamanlarda “İleri teknolojiye geçelim, daha çok araştırma, daha fazla yenilik yapalım” laflarını çok duyar olduk. Tabii yapalım da bu işler hem kolay değil hem zaman gerektiriyor. Bu arada elimizdeki tek rekabet silahı fiyatlar. Yani TL’nin değeri (döviz kuru) ve maliyetler. 

TL’nin değeri 
Maliyet düşürücü-verimlilik arttırıcı reformlar siyaseten riskli olduklarından seçim maratonu sonrasına ertelendiler. Geriye döviz kuru kaldı. TL’nin 2003 sonrasında kazandığı değer büyümeye yardımcı oldu ama rekabet kaybı bazı sektörlerde gerçekleşen yüksek verimlilik artışları ile ancak kısmen telafi edilebildi. Bu iç talebe dayalı yüksek büyüme döneminde sanayinin dışa bağımlığı arttı. TL’nin ne kadar fazla değerli olduğunu kestirmek zor ama olması gerektiğinden daha değerli olduğu konusunda oldukça geniş görüş birliği var. Eğer ticaret ortaklarımıza kıyasla daha düşük enflasyona sahip olsaydık zaman içinde rekabet gücümüz yeterli düzeye çıkardı. Ama aksi söz konusu. Dün Fatih Özatay yüksek enflasyonun nasıl TL’yi sürekli değerlendirdiğini, zaman zaman meydana gelen kur şoklarının neden olduğu değer kayıplarının ise kalıcı olamayıp zaman içinde erozyona uğradığını gayet güzel anlatıyordu. Tekrara gerek yok. 

Peki, bir çıkış yolu yok mu? Enflasyonu TL’yi daha fazla değerlendirmeden düşürmenin yolunu bulmak gerekiyor. Ancak bir iki yıl düşük büyümeyi göze alacaksınız, aynı zamanda da işgücü piyasasında, vergi sisteminde, Ar-Ge’de ve tabii eğitimde çok esaslı reformlar yapacaksınız ki, hem verimlilik hem kâr oranları, dolayısıyla firma tasarrufları artsın. Dengeli büyüme-düşük enflasyon rejimine geçiş ancak böyle mümkün olabilir. Hodri meydan ve iyi bayramlar.