This week we witnessed record hikes in the exchange rate and the US
dollar going up to TL 2.07 while heavy losses continued in the İstanbul Stock
Exchange. This last turmoil could be considered part of markets' struggles to
adjust to new moves by the US Federal Reserve.
|
|
Indeed, since the Fed announced its intention to end its cheap money
policy and laid out a road map to this end, the world economy entered a new
era characterized by, let's say, normal conditions. This means relatively
scarce liquidity in the international financial system, higher interest rates
in US dollar-based assets and a return to moderate growth.
The global macroeconomic framework of this new era requires painful
adjustments for emerging economies, particularly those with high current
account deficits. These economies, including Turkey's -- which has one the
highest current account deficits relative to GDP in the world benefited from
short-term capital inflows during the previous period, when almost $3
trillion was scattered by “helicopter Ben” (as Fed Chairman Ben Bernanke is
called by his critics) over the American banking system. Some of those
dollars were channeled into emerging markets. The availability of liquidity
at very low interest rates fueled economic growth in these economies by
boosting domestic demand and at the same time made financing the increasing
current account deficit easier. Furthermore, the abundance of liquidity
provoked excessive capital inflows that in turn caused excessive appreciation
in local currencies.
These conditions, which have prevailed since the Great Recession, are now
over. Emerging countries with unbalanced external positions must adjust their
basic prices, like the exchange rate and interest rates, to the new
conditions. Those adjustments include a mixture of local currency
depreciation and higher interest rates. Central Bank of Turkey Governor Erdem
Başçı announced his own strategy on Tuesday during a dramatic interview with
the Anadolu news agency, transmitted live by all Turkey's major news
channels. The central bank's preferred mixture for these two basic prices
consists of rather limited depreciation and moderately high interest rates.
Başçı thinks that the depreciation of the Turkish lira has been excessive.
The real exchange rate index dropped below 110 after the dollar-Turkish lira
exchange rate exceeded TL 2. For the central bank, an exchange rate index of
120 is sufficient for external competitiveness. So Başçı has been quite
confident in asserting that the exchange rate will soon get back to its
“equilibrium” value. He said that an exchange rate of TL 1.92 by year's end
shouldn't surprise anyone.
Başçı also clarified his interest-rate policy. The policy rate, currently
at 4.50, will not be touched. But central bank lending will be close to the
ceiling of the daily interest rate corridor, which means an average lending
rate of over 7 percent. To make this mix of exchange rate and interest rate
levels effective in calming down markets and to meet inflation targets, the
Central Bank of Turkey seems ready to use its hard currency reserves until
the speculation against the Turkish Lira is stopped.
Moreover, Başçı added that under these circumstances the inflation rate
would not sink lower than the last forecast of slightly above 6 percent,
while the current account deficit would shrink without a further decrease in
the growth rate, which is estimated at around 3.5 percent.
All these actions and forecasts from the central bank may be too good to
be true. In fact, the ideal macroeconomic setup desired by the central bank,
and probably the government as well, would entail adjustments that are as
painless as possible for Turkey.
Unfortunately, I do not believe this can happen. I agree that the Turkish
lira has been excessively depreciated and think that increasing the interest
rate may be useless. But I can't believe that the growth rate can be kept at
its current level while the current account deficit shrinks as a result of a
depreciation that could in the end hit 10 percent. It shouldn't be surprising
if the unavoidable adjustments alleviate Turkey pain. Economic authorities
can only mitigate the pain with the right policy mixes. Will this be the case
for Turkey? Let's see.
|
31 Ağustos 2013 Cumartesi
Painful adjustments
28 Ağustos 2013 Çarşamba
Merkez Bankası'ndan iddialı çıkış
Erdem Başçı kariyerini ortaya koydu |
Dün Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Erdem
Başçı, kariyerinin büyük olasılıkla en dramatik çıkışını Anadolu Ajansı’nın
düzenlediği söyleşi vesilesiyle yaptı. Belli ki pazartesi günü dövizin ateşinin
düşmemesi TCMB yönetimini bu çıkışı yapmaya zorladı. Söyleşide Başçı döviz kuru
ve faizler hakkında öyle kesin konuştu ki açıkladığı öngörüler gerçekleşmezse
Sayın Başçı’nın kariyeri talihsiz bir şekilde sonlanabilir. Bu durumda TCMB’nin
inandırıcılığının alacağı yara da sonra zor tedavi edilir.
TCMB Başkanı kurun ve piyasa faizinin yanlış yerde seyrettiğini, düzeltmenin kaçınılmaz olduğunu ilan etti. Başçı’ya göre reel kur 110 civarına gerilemiş durumda ve bu düzey Türk Lirası için aşırı değer kaybına işaret ediyor. Reel kur endeksinde 120 düzeyini yeterli bulan TCMB için normal bir değerlendirme. Sayın Başçı “Yıl sonunda dolar 1,92’ye gerilerse şaşırmayın” diyor. Piyasa faizinin de tek haneli rakama ineceğini iddia ediyor. Bu arada cari açığın, büyümeden taviz verilmeden küçüleceğini iddia ediyor. TCMB bu yıl için büyümenin yüzde 3-4 aralığında gerçekleşmesini bekliyor.
Dövizin beli nasıl kırılacak?
Bu makro ekonomik çerçeve gerçekleşirse hiç kuşkusuz büyük başarı olur. Peki, bunu sağlamak için TCMB nasıl bir yol izleyecek? Sayın Başçı’nın açıklamalarından benim anladığım TCMB’nin radikal değişikliklere gitmeyeceği. Politika faizinde değişiklik yapılmayacak. Merkez Bankası banka sistemini yüzde 6,75 ile 7,75 arasında fonlayacak. Paçal faiz herhalde yüzde 7’nin biraz üzerinde olacak. Bu arada ‘dövizin belini kırmak’ için gerektiği kadar döviz satılacak, rezervlerin erimesi de zorunlu karşılıklarla engellenecek.
Bu yaklaşım piyasaları yatıştırmaya ve bozulan beklentileri düzeltmeye yeterli olur mu? Kısa vadede yeterli olacağı kanaatindeyim. Gerçi Başçı konuşurken ekranda döviz kurunun düşeceğine yükseldiğini hep beraber izledik. Bu satırlar yazılırken dolar 2,02’deydi. Piyasalar Başçı’nın iddialı çıkışından pek etkilenmiş gibi durmuyor. Başçı söyleşide bu ‘duyarsızlığı’, iddialı çıkışının yarattığı şok ile açıkladı. Olabilir. Şahsen kurun aşırı yükseldiği görüşünü paylaşıyorum. Kurun ateşi önümüzdeki günlerde düşebilir. Bununla birlikte kritik soru, Türkiye ekonomisinin önümüzdeki aylarda Başçı’nın çizdiği rotayı izleme olasılığının ne kadar yüksek olduğu.
Hükümetin rolü
Bu konuda TCMB Başkanı kadar iyimser değilim. Türk Lirası kalıcı bir değer kaybına uğradı. Bu kaçınılmazdı ve büyük olasılıkla cari açığı küçültücü etki yapacaktır. Ancak düzeltme biraz ihracat artışından, daha çok da iç talepteki durgunluktan kaynaklanacak. Büyük ölçüde açık pozisyona sahip olan reel sektörün yatırımlarının Türk Lirası’nın değer kaybından etkilenmemesi mümkün değil. Krizden bu yana firmaların açık pozisyonu GSYH’nin yüzde 11’inden yüzde 23’üne yükseldi. Vatandaşa gelince... Elinde büyük miktarda döviz tutan haneler kur şokundan servet etkisi nedeniyle orta vadede olumlu etkilenirler. Ama kısa vadede tüketim, ‘bekle gör’ davranışı nedeniyle olumsuz etkilenir. Sonuçta yılın ikinci yarısında, özellikle de 3. çeyrekte büyüme daha da düşebilir.
Bir diğer kritik gelişme de FED para politikasını sıkıştırmaya gerçekten başladığında bizim gibi kırılgan ekonomilerde yatırımcıların vereceği tepkiler olacaktır. Bu tepkilerin makul düzeylerde kontrol altında tutulabilmesi için Merkez Bankası’nın büyük ölçüde faiz yükseltmesi faydasız olabilir. Ancak esnekliğine ve çeşitliliğine çok güvenilen mevcut para politikası da yetersiz kalabilir. Hükümetin TCMB’ye destek çıkması şart. Yapısal reformlar için artık geç ama en azından takvim ilan edebilir, bir de Kürt sorununu da kapsayan demokratikleşmeye hız verebilir.
TCMB Başkanı kurun ve piyasa faizinin yanlış yerde seyrettiğini, düzeltmenin kaçınılmaz olduğunu ilan etti. Başçı’ya göre reel kur 110 civarına gerilemiş durumda ve bu düzey Türk Lirası için aşırı değer kaybına işaret ediyor. Reel kur endeksinde 120 düzeyini yeterli bulan TCMB için normal bir değerlendirme. Sayın Başçı “Yıl sonunda dolar 1,92’ye gerilerse şaşırmayın” diyor. Piyasa faizinin de tek haneli rakama ineceğini iddia ediyor. Bu arada cari açığın, büyümeden taviz verilmeden küçüleceğini iddia ediyor. TCMB bu yıl için büyümenin yüzde 3-4 aralığında gerçekleşmesini bekliyor.
Dövizin beli nasıl kırılacak?
Bu makro ekonomik çerçeve gerçekleşirse hiç kuşkusuz büyük başarı olur. Peki, bunu sağlamak için TCMB nasıl bir yol izleyecek? Sayın Başçı’nın açıklamalarından benim anladığım TCMB’nin radikal değişikliklere gitmeyeceği. Politika faizinde değişiklik yapılmayacak. Merkez Bankası banka sistemini yüzde 6,75 ile 7,75 arasında fonlayacak. Paçal faiz herhalde yüzde 7’nin biraz üzerinde olacak. Bu arada ‘dövizin belini kırmak’ için gerektiği kadar döviz satılacak, rezervlerin erimesi de zorunlu karşılıklarla engellenecek.
Bu yaklaşım piyasaları yatıştırmaya ve bozulan beklentileri düzeltmeye yeterli olur mu? Kısa vadede yeterli olacağı kanaatindeyim. Gerçi Başçı konuşurken ekranda döviz kurunun düşeceğine yükseldiğini hep beraber izledik. Bu satırlar yazılırken dolar 2,02’deydi. Piyasalar Başçı’nın iddialı çıkışından pek etkilenmiş gibi durmuyor. Başçı söyleşide bu ‘duyarsızlığı’, iddialı çıkışının yarattığı şok ile açıkladı. Olabilir. Şahsen kurun aşırı yükseldiği görüşünü paylaşıyorum. Kurun ateşi önümüzdeki günlerde düşebilir. Bununla birlikte kritik soru, Türkiye ekonomisinin önümüzdeki aylarda Başçı’nın çizdiği rotayı izleme olasılığının ne kadar yüksek olduğu.
Hükümetin rolü
Bu konuda TCMB Başkanı kadar iyimser değilim. Türk Lirası kalıcı bir değer kaybına uğradı. Bu kaçınılmazdı ve büyük olasılıkla cari açığı küçültücü etki yapacaktır. Ancak düzeltme biraz ihracat artışından, daha çok da iç talepteki durgunluktan kaynaklanacak. Büyük ölçüde açık pozisyona sahip olan reel sektörün yatırımlarının Türk Lirası’nın değer kaybından etkilenmemesi mümkün değil. Krizden bu yana firmaların açık pozisyonu GSYH’nin yüzde 11’inden yüzde 23’üne yükseldi. Vatandaşa gelince... Elinde büyük miktarda döviz tutan haneler kur şokundan servet etkisi nedeniyle orta vadede olumlu etkilenirler. Ama kısa vadede tüketim, ‘bekle gör’ davranışı nedeniyle olumsuz etkilenir. Sonuçta yılın ikinci yarısında, özellikle de 3. çeyrekte büyüme daha da düşebilir.
Bir diğer kritik gelişme de FED para politikasını sıkıştırmaya gerçekten başladığında bizim gibi kırılgan ekonomilerde yatırımcıların vereceği tepkiler olacaktır. Bu tepkilerin makul düzeylerde kontrol altında tutulabilmesi için Merkez Bankası’nın büyük ölçüde faiz yükseltmesi faydasız olabilir. Ancak esnekliğine ve çeşitliliğine çok güvenilen mevcut para politikası da yetersiz kalabilir. Hükümetin TCMB’ye destek çıkması şart. Yapısal reformlar için artık geç ama en azından takvim ilan edebilir, bir de Kürt sorununu da kapsayan demokratikleşmeye hız verebilir.
27 Ağustos 2013 Salı
2023 goals in jeopardy
Government facing unpleasant options
20 Ağustos 2013 Salı
Wage rigidity in the Turkish labor market
17 Ağustos 2013 Cumartesi
Upward signs in unemployment
16 Ağustos 2013 Cuma
Türkiye'de yoksulluk arttı mı azaldı mı?
Yoksuluk azaldı ama halen yüksek |
Türkiye’de bu soruya verilen yanıtın mensup olunan siyasal kampa
göre değiştiğini biliyoruz. İktidar yoksulluğun azaldığını iddia ediyor.
Muhalefette ise ‘yoksulluğun her geçen gün arttığı’ sloganı içselleştirilmiş
bir klişe haline gelmiş durumda. Yoksulluk konusundaki ekonomi yazınına aşina
olmayan okurlar haklı olarak “Peki bunun nesnel bir ölçütü yok mu?” diye
sorabilirler. Aslına bakarsanız evrensel kabul gören tek bir ölçüt yok. Farklı
ölçütler söz konusu, çünkü yoksulluğu ölçmek zor ve tartışmalı.
Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (betam) 1 Ağustos’ta başlıktaki soruya yanıt arayan bir araştırma notu yayımladı (‘Türkiye’de yoksulluk tartışması’). Araştırma yoksulluğu ölçmenin zorluklarını ve bu ölçüm için geliştirilen alternatif ölçütleri özetledikten sonra üç farklı yoksulluk ölçütünü kullanarak 2005-2010 döneminde Türkiye’de yoksulluğun azaldığı sonucuna varıyor.
Doğal olarak esas zorluk yoksulluğun nasıl tanımlanacağında düğümleniyor. Kimlerin hangi kriterler kullanılarak yoksul kabul edileceği, tahmin edeceğiniz gibi farklı gelişmişlik düzeyleri itibariyle önemli farklılıklar gösterecektir. Ayrıca yaklaşık aynı gelir düzeyine ama farklı yaşam tarzlarına ve kültürlere sahip ülkeler için aynı yoksulluk kriterlerini kullanmak yanıltıcı sonuçlar doğurabilir. Bu tartışmaları merak eden okurlar Betam’ın notuna göz atabilirler.
TÜİK uzun süredir Hanehalkı Bütçe Anketi (HBA) verilerini kullanarak çeşitli parasal yoksulluk oranlarını yayımlıyor. Bu ölçütlerin içinde en önemlisi olan ‘Gıda + Gıda dışı’ yoksulluğu yayımlamayı 2009’da bıraktı. Ölçüt mustarip olduğu yöntemsel sorunlar nedeniyle anlamsız sonuçlar vermeye başlamıştı. Halen 4,35 doları parasal yoksulluk sınırı kabul eden rakamları yayımlamaya devam ediyor. Fazla bir anlamı yok. Ayrıca HBA bölgesel düzeyde geçerli değil. TÜİK 2006’dan itibaren Avrupa Birliği İstatistik Kurumu’nun benimsediği ve 12 bölge düzeyinde anlamlı Gelir ve Yaşam Koşulları (GYK) anketlerini 2006’dan itibaren (gelirler 2005 yılına ait) uyguluyor. Bu anket verilerini kullanarak da ‘Göreli Yoksulluk’ oranlarını (ülke genelinde medyan gelirin yüzde 60’ının altında eşdeğer gelire sahip kişiler yoksul kabul ediliyor) yayımlıyor.
TÜİK’in yoksulluk sınırını ulusal düzeyde belirleyen Göreli Yoksulluk (GY) oranında 2005’ten 2009’a yüzde 25,2’den 23,6’ya sınırlı bir düşüş söz konusu. Bu ölçütün temel sorunu, yoksulluk gelirini Türkiye genelinde saptadığından İstanbul’da yoksulluk oranını çok düşük (yüzde 5 civarı), Güneydoğu’da ise çok yüksek (yüzde 60’ın üzeri) saptaması. Bu tuhaf sonucun bölgeler arası büyük gelir farklarından kaynaklandığını tahmin etmişsinizdir.
Betam bu ölçüte alternatif olarak her bölge için hesaplanan yoksulluk oranlarının toplulaştırılması sonucu belirlenen GY oranını hesaplıyor. GY her bölge için hesaplanıp toplulaştırıldığında GY oranı 2005’te 21,9, 2009’da yüzde 19,8’e geriliyor. Ancak bu kez de Güneydoğu’da yoksulluk oranının aşırı düşük çıktığını not edelim. Bu da normal çünkü GY ölçütü son tahlilde mutlak yoksulluktan ziyade gelir eşitsizliğini ölçüyor.
Son yıllarda yoksulluğu parasal sınırlar yerine doğrudan ölçen yöntemler geliştirildi. Bunlara ‘maddi yoksunluk’ da deniyor. Betam bu çerçevede ‘Temel Maddi Yoksunluk’ adını verdiği şu ölçütü öneriyor: Günaşırı et, tavuk ve balık yiyemeyen, evini yeterince ısıtamayan ve eskimiş giysileri yenileri ile değiştiremeyen kişileri yoksul kabul edelim. Bu ölçüte göre 2006’da yüzde 29 olan yoksulluk oranı 2010’da yüzde 21’e düşüyor. Yoksulların bölgesel dağılımı da oldukça gerçekçi. En az yoksulluk Batı Anadolu’da, en fazlası da Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da görülüyor.
Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (betam) 1 Ağustos’ta başlıktaki soruya yanıt arayan bir araştırma notu yayımladı (‘Türkiye’de yoksulluk tartışması’). Araştırma yoksulluğu ölçmenin zorluklarını ve bu ölçüm için geliştirilen alternatif ölçütleri özetledikten sonra üç farklı yoksulluk ölçütünü kullanarak 2005-2010 döneminde Türkiye’de yoksulluğun azaldığı sonucuna varıyor.
Doğal olarak esas zorluk yoksulluğun nasıl tanımlanacağında düğümleniyor. Kimlerin hangi kriterler kullanılarak yoksul kabul edileceği, tahmin edeceğiniz gibi farklı gelişmişlik düzeyleri itibariyle önemli farklılıklar gösterecektir. Ayrıca yaklaşık aynı gelir düzeyine ama farklı yaşam tarzlarına ve kültürlere sahip ülkeler için aynı yoksulluk kriterlerini kullanmak yanıltıcı sonuçlar doğurabilir. Bu tartışmaları merak eden okurlar Betam’ın notuna göz atabilirler.
TÜİK uzun süredir Hanehalkı Bütçe Anketi (HBA) verilerini kullanarak çeşitli parasal yoksulluk oranlarını yayımlıyor. Bu ölçütlerin içinde en önemlisi olan ‘Gıda + Gıda dışı’ yoksulluğu yayımlamayı 2009’da bıraktı. Ölçüt mustarip olduğu yöntemsel sorunlar nedeniyle anlamsız sonuçlar vermeye başlamıştı. Halen 4,35 doları parasal yoksulluk sınırı kabul eden rakamları yayımlamaya devam ediyor. Fazla bir anlamı yok. Ayrıca HBA bölgesel düzeyde geçerli değil. TÜİK 2006’dan itibaren Avrupa Birliği İstatistik Kurumu’nun benimsediği ve 12 bölge düzeyinde anlamlı Gelir ve Yaşam Koşulları (GYK) anketlerini 2006’dan itibaren (gelirler 2005 yılına ait) uyguluyor. Bu anket verilerini kullanarak da ‘Göreli Yoksulluk’ oranlarını (ülke genelinde medyan gelirin yüzde 60’ının altında eşdeğer gelire sahip kişiler yoksul kabul ediliyor) yayımlıyor.
TÜİK’in yoksulluk sınırını ulusal düzeyde belirleyen Göreli Yoksulluk (GY) oranında 2005’ten 2009’a yüzde 25,2’den 23,6’ya sınırlı bir düşüş söz konusu. Bu ölçütün temel sorunu, yoksulluk gelirini Türkiye genelinde saptadığından İstanbul’da yoksulluk oranını çok düşük (yüzde 5 civarı), Güneydoğu’da ise çok yüksek (yüzde 60’ın üzeri) saptaması. Bu tuhaf sonucun bölgeler arası büyük gelir farklarından kaynaklandığını tahmin etmişsinizdir.
Betam bu ölçüte alternatif olarak her bölge için hesaplanan yoksulluk oranlarının toplulaştırılması sonucu belirlenen GY oranını hesaplıyor. GY her bölge için hesaplanıp toplulaştırıldığında GY oranı 2005’te 21,9, 2009’da yüzde 19,8’e geriliyor. Ancak bu kez de Güneydoğu’da yoksulluk oranının aşırı düşük çıktığını not edelim. Bu da normal çünkü GY ölçütü son tahlilde mutlak yoksulluktan ziyade gelir eşitsizliğini ölçüyor.
Son yıllarda yoksulluğu parasal sınırlar yerine doğrudan ölçen yöntemler geliştirildi. Bunlara ‘maddi yoksunluk’ da deniyor. Betam bu çerçevede ‘Temel Maddi Yoksunluk’ adını verdiği şu ölçütü öneriyor: Günaşırı et, tavuk ve balık yiyemeyen, evini yeterince ısıtamayan ve eskimiş giysileri yenileri ile değiştiremeyen kişileri yoksul kabul edelim. Bu ölçüte göre 2006’da yüzde 29 olan yoksulluk oranı 2010’da yüzde 21’e düşüyor. Yoksulların bölgesel dağılımı da oldukça gerçekçi. En az yoksulluk Batı Anadolu’da, en fazlası da Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da görülüyor.
İmkânsız ikili
İmkânsız ikiliden kastım yüksek
enflasyon ve dengeli büyüme. Dengeli büyümenin yüksek enflasyon ortamında
gerçekleştirilmesi olanaksız. En azından Türkiye ekonomisi için bu böyle. Esas
amaç dengeli büyüme olduğuna göre enflasyonu ne yapıp edip ticari
ortaklarımızın ortalama enflasyon düzeyine, yani yüzde 2-3’e indirmek
zorundayız. Hadi 1 puan da yüksek verimlilik artışları sağladığımızı varsayarak
ekleyelim, yüzde 3-4 eder. Oysa enflasyon oranı halen bu düzeyin iki katından
fazla.
Dengeli büyüme kavramıyla 2011’in sonuna doğru tanıştık. 2010 ve 2011 yıllarında büyüme rekorları kırmış ama aynı zamanda cari açık rekorunu da kırmıştık. Düşük iç tasarruf ortamında iç talebe dayalı büyümenin devam etmesi olanaksızdı. Ekonomi yönetimi müdahale etmezse piyasalar müdahale edecekti. Piyasaların elinin ne kadar ağır ve özensiz olduğunu tecrübeyle biliyoruz. Neyse ki bu kez ekonomi yönetimi yüksek ama dengesiz büyümeye müdahale etti. Sonucu biliyoruz. 2012’de ihracat-ithalat değişimi (net ihracat) büyümeye pozitif katkı yaptı ancak iç talebin katkısı negatife döndüğünden büyüme çok düşük kaldı (yüzde 2,2).
Düşük büyüme tuzağı
Bu, istenmeyen bir durumdu. 2013 ve sonrası için ekonomi yönetimi net ihracatın pozitif katkısının devam edeceği ama aynı zamanda iç talebin de kontrollü bir şekilde pozitif katkı yapacağı bir büyüme rejimi öngördü. Ama öyle anlaşılıyor ki bu gerçekleşmeyecek. 2013’te büyümeye katkı salt iç talepten gelecek, büyüme oranı da yüzde 4’ün altında kalacak. ‘Düşük büyüme tuzağı’ adını verdiğim bir çıkmazla karşı karşıyayız.
Bu çıkmazda yüksek enflasyon kritik bir rol oynuyor. Dengeli büyüme için Güney Kore deneyiminin de gösterdiği gibi, ihracatın ithalattan hiç olmazsa iki çeyrekten birinde daha fazla artması gerekiyor. Bunun için de rekabetçi bir sanayiye sahip olmamız gerekiyor. Oysa sanayimizin rekabet gücü hem maliyet-fiyat düzeyi hem de orta teknoloji ağırlıklı mal bileşimi nedeniyle oldukça düşük. Son zamanlarda “İleri teknolojiye geçelim, daha çok araştırma, daha fazla yenilik yapalım” laflarını çok duyar olduk. Tabii yapalım da bu işler hem kolay değil hem zaman gerektiriyor. Bu arada elimizdeki tek rekabet silahı fiyatlar. Yani TL’nin değeri (döviz kuru) ve maliyetler.
TL’nin değeri
Maliyet düşürücü-verimlilik arttırıcı reformlar siyaseten riskli olduklarından seçim maratonu sonrasına ertelendiler. Geriye döviz kuru kaldı. TL’nin 2003 sonrasında kazandığı değer büyümeye yardımcı oldu ama rekabet kaybı bazı sektörlerde gerçekleşen yüksek verimlilik artışları ile ancak kısmen telafi edilebildi. Bu iç talebe dayalı yüksek büyüme döneminde sanayinin dışa bağımlığı arttı. TL’nin ne kadar fazla değerli olduğunu kestirmek zor ama olması gerektiğinden daha değerli olduğu konusunda oldukça geniş görüş birliği var. Eğer ticaret ortaklarımıza kıyasla daha düşük enflasyona sahip olsaydık zaman içinde rekabet gücümüz yeterli düzeye çıkardı. Ama aksi söz konusu. Dün Fatih Özatay yüksek enflasyonun nasıl TL’yi sürekli değerlendirdiğini, zaman zaman meydana gelen kur şoklarının neden olduğu değer kayıplarının ise kalıcı olamayıp zaman içinde erozyona uğradığını gayet güzel anlatıyordu. Tekrara gerek yok.
Peki, bir çıkış yolu yok mu? Enflasyonu TL’yi daha fazla değerlendirmeden düşürmenin yolunu bulmak gerekiyor. Ancak bir iki yıl düşük büyümeyi göze alacaksınız, aynı zamanda da işgücü piyasasında, vergi sisteminde, Ar-Ge’de ve tabii eğitimde çok esaslı reformlar yapacaksınız ki, hem verimlilik hem kâr oranları, dolayısıyla firma tasarrufları artsın. Dengeli büyüme-düşük enflasyon rejimine geçiş ancak böyle mümkün olabilir. Hodri meydan ve iyi bayramlar.
Dengeli büyüme kavramıyla 2011’in sonuna doğru tanıştık. 2010 ve 2011 yıllarında büyüme rekorları kırmış ama aynı zamanda cari açık rekorunu da kırmıştık. Düşük iç tasarruf ortamında iç talebe dayalı büyümenin devam etmesi olanaksızdı. Ekonomi yönetimi müdahale etmezse piyasalar müdahale edecekti. Piyasaların elinin ne kadar ağır ve özensiz olduğunu tecrübeyle biliyoruz. Neyse ki bu kez ekonomi yönetimi yüksek ama dengesiz büyümeye müdahale etti. Sonucu biliyoruz. 2012’de ihracat-ithalat değişimi (net ihracat) büyümeye pozitif katkı yaptı ancak iç talebin katkısı negatife döndüğünden büyüme çok düşük kaldı (yüzde 2,2).
Düşük büyüme tuzağı
Bu, istenmeyen bir durumdu. 2013 ve sonrası için ekonomi yönetimi net ihracatın pozitif katkısının devam edeceği ama aynı zamanda iç talebin de kontrollü bir şekilde pozitif katkı yapacağı bir büyüme rejimi öngördü. Ama öyle anlaşılıyor ki bu gerçekleşmeyecek. 2013’te büyümeye katkı salt iç talepten gelecek, büyüme oranı da yüzde 4’ün altında kalacak. ‘Düşük büyüme tuzağı’ adını verdiğim bir çıkmazla karşı karşıyayız.
Bu çıkmazda yüksek enflasyon kritik bir rol oynuyor. Dengeli büyüme için Güney Kore deneyiminin de gösterdiği gibi, ihracatın ithalattan hiç olmazsa iki çeyrekten birinde daha fazla artması gerekiyor. Bunun için de rekabetçi bir sanayiye sahip olmamız gerekiyor. Oysa sanayimizin rekabet gücü hem maliyet-fiyat düzeyi hem de orta teknoloji ağırlıklı mal bileşimi nedeniyle oldukça düşük. Son zamanlarda “İleri teknolojiye geçelim, daha çok araştırma, daha fazla yenilik yapalım” laflarını çok duyar olduk. Tabii yapalım da bu işler hem kolay değil hem zaman gerektiriyor. Bu arada elimizdeki tek rekabet silahı fiyatlar. Yani TL’nin değeri (döviz kuru) ve maliyetler.
TL’nin değeri
Maliyet düşürücü-verimlilik arttırıcı reformlar siyaseten riskli olduklarından seçim maratonu sonrasına ertelendiler. Geriye döviz kuru kaldı. TL’nin 2003 sonrasında kazandığı değer büyümeye yardımcı oldu ama rekabet kaybı bazı sektörlerde gerçekleşen yüksek verimlilik artışları ile ancak kısmen telafi edilebildi. Bu iç talebe dayalı yüksek büyüme döneminde sanayinin dışa bağımlığı arttı. TL’nin ne kadar fazla değerli olduğunu kestirmek zor ama olması gerektiğinden daha değerli olduğu konusunda oldukça geniş görüş birliği var. Eğer ticaret ortaklarımıza kıyasla daha düşük enflasyona sahip olsaydık zaman içinde rekabet gücümüz yeterli düzeye çıkardı. Ama aksi söz konusu. Dün Fatih Özatay yüksek enflasyonun nasıl TL’yi sürekli değerlendirdiğini, zaman zaman meydana gelen kur şoklarının neden olduğu değer kayıplarının ise kalıcı olamayıp zaman içinde erozyona uğradığını gayet güzel anlatıyordu. Tekrara gerek yok.
Peki, bir çıkış yolu yok mu? Enflasyonu TL’yi daha fazla değerlendirmeden düşürmenin yolunu bulmak gerekiyor. Ancak bir iki yıl düşük büyümeyi göze alacaksınız, aynı zamanda da işgücü piyasasında, vergi sisteminde, Ar-Ge’de ve tabii eğitimde çok esaslı reformlar yapacaksınız ki, hem verimlilik hem kâr oranları, dolayısıyla firma tasarrufları artsın. Dengeli büyüme-düşük enflasyon rejimine geçiş ancak böyle mümkün olabilir. Hodri meydan ve iyi bayramlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)