İmkânsız ikiliden kastım yüksek
enflasyon ve dengeli büyüme. Dengeli büyümenin yüksek enflasyon ortamında
gerçekleştirilmesi olanaksız. En azından Türkiye ekonomisi için bu böyle. Esas
amaç dengeli büyüme olduğuna göre enflasyonu ne yapıp edip ticari
ortaklarımızın ortalama enflasyon düzeyine, yani yüzde 2-3’e indirmek
zorundayız. Hadi 1 puan da yüksek verimlilik artışları sağladığımızı varsayarak
ekleyelim, yüzde 3-4 eder. Oysa enflasyon oranı halen bu düzeyin iki katından
fazla.
Dengeli büyüme kavramıyla 2011’in sonuna doğru tanıştık. 2010 ve 2011 yıllarında büyüme rekorları kırmış ama aynı zamanda cari açık rekorunu da kırmıştık. Düşük iç tasarruf ortamında iç talebe dayalı büyümenin devam etmesi olanaksızdı. Ekonomi yönetimi müdahale etmezse piyasalar müdahale edecekti. Piyasaların elinin ne kadar ağır ve özensiz olduğunu tecrübeyle biliyoruz. Neyse ki bu kez ekonomi yönetimi yüksek ama dengesiz büyümeye müdahale etti. Sonucu biliyoruz. 2012’de ihracat-ithalat değişimi (net ihracat) büyümeye pozitif katkı yaptı ancak iç talebin katkısı negatife döndüğünden büyüme çok düşük kaldı (yüzde 2,2).
Düşük büyüme tuzağı
Bu, istenmeyen bir durumdu. 2013 ve sonrası için ekonomi yönetimi net ihracatın pozitif katkısının devam edeceği ama aynı zamanda iç talebin de kontrollü bir şekilde pozitif katkı yapacağı bir büyüme rejimi öngördü. Ama öyle anlaşılıyor ki bu gerçekleşmeyecek. 2013’te büyümeye katkı salt iç talepten gelecek, büyüme oranı da yüzde 4’ün altında kalacak. ‘Düşük büyüme tuzağı’ adını verdiğim bir çıkmazla karşı karşıyayız.
Bu çıkmazda yüksek enflasyon kritik bir rol oynuyor. Dengeli büyüme için Güney Kore deneyiminin de gösterdiği gibi, ihracatın ithalattan hiç olmazsa iki çeyrekten birinde daha fazla artması gerekiyor. Bunun için de rekabetçi bir sanayiye sahip olmamız gerekiyor. Oysa sanayimizin rekabet gücü hem maliyet-fiyat düzeyi hem de orta teknoloji ağırlıklı mal bileşimi nedeniyle oldukça düşük. Son zamanlarda “İleri teknolojiye geçelim, daha çok araştırma, daha fazla yenilik yapalım” laflarını çok duyar olduk. Tabii yapalım da bu işler hem kolay değil hem zaman gerektiriyor. Bu arada elimizdeki tek rekabet silahı fiyatlar. Yani TL’nin değeri (döviz kuru) ve maliyetler.
TL’nin değeri
Maliyet düşürücü-verimlilik arttırıcı reformlar siyaseten riskli olduklarından seçim maratonu sonrasına ertelendiler. Geriye döviz kuru kaldı. TL’nin 2003 sonrasında kazandığı değer büyümeye yardımcı oldu ama rekabet kaybı bazı sektörlerde gerçekleşen yüksek verimlilik artışları ile ancak kısmen telafi edilebildi. Bu iç talebe dayalı yüksek büyüme döneminde sanayinin dışa bağımlığı arttı. TL’nin ne kadar fazla değerli olduğunu kestirmek zor ama olması gerektiğinden daha değerli olduğu konusunda oldukça geniş görüş birliği var. Eğer ticaret ortaklarımıza kıyasla daha düşük enflasyona sahip olsaydık zaman içinde rekabet gücümüz yeterli düzeye çıkardı. Ama aksi söz konusu. Dün Fatih Özatay yüksek enflasyonun nasıl TL’yi sürekli değerlendirdiğini, zaman zaman meydana gelen kur şoklarının neden olduğu değer kayıplarının ise kalıcı olamayıp zaman içinde erozyona uğradığını gayet güzel anlatıyordu. Tekrara gerek yok.
Peki, bir çıkış yolu yok mu? Enflasyonu TL’yi daha fazla değerlendirmeden düşürmenin yolunu bulmak gerekiyor. Ancak bir iki yıl düşük büyümeyi göze alacaksınız, aynı zamanda da işgücü piyasasında, vergi sisteminde, Ar-Ge’de ve tabii eğitimde çok esaslı reformlar yapacaksınız ki, hem verimlilik hem kâr oranları, dolayısıyla firma tasarrufları artsın. Dengeli büyüme-düşük enflasyon rejimine geçiş ancak böyle mümkün olabilir. Hodri meydan ve iyi bayramlar.
Dengeli büyüme kavramıyla 2011’in sonuna doğru tanıştık. 2010 ve 2011 yıllarında büyüme rekorları kırmış ama aynı zamanda cari açık rekorunu da kırmıştık. Düşük iç tasarruf ortamında iç talebe dayalı büyümenin devam etmesi olanaksızdı. Ekonomi yönetimi müdahale etmezse piyasalar müdahale edecekti. Piyasaların elinin ne kadar ağır ve özensiz olduğunu tecrübeyle biliyoruz. Neyse ki bu kez ekonomi yönetimi yüksek ama dengesiz büyümeye müdahale etti. Sonucu biliyoruz. 2012’de ihracat-ithalat değişimi (net ihracat) büyümeye pozitif katkı yaptı ancak iç talebin katkısı negatife döndüğünden büyüme çok düşük kaldı (yüzde 2,2).
Düşük büyüme tuzağı
Bu, istenmeyen bir durumdu. 2013 ve sonrası için ekonomi yönetimi net ihracatın pozitif katkısının devam edeceği ama aynı zamanda iç talebin de kontrollü bir şekilde pozitif katkı yapacağı bir büyüme rejimi öngördü. Ama öyle anlaşılıyor ki bu gerçekleşmeyecek. 2013’te büyümeye katkı salt iç talepten gelecek, büyüme oranı da yüzde 4’ün altında kalacak. ‘Düşük büyüme tuzağı’ adını verdiğim bir çıkmazla karşı karşıyayız.
Bu çıkmazda yüksek enflasyon kritik bir rol oynuyor. Dengeli büyüme için Güney Kore deneyiminin de gösterdiği gibi, ihracatın ithalattan hiç olmazsa iki çeyrekten birinde daha fazla artması gerekiyor. Bunun için de rekabetçi bir sanayiye sahip olmamız gerekiyor. Oysa sanayimizin rekabet gücü hem maliyet-fiyat düzeyi hem de orta teknoloji ağırlıklı mal bileşimi nedeniyle oldukça düşük. Son zamanlarda “İleri teknolojiye geçelim, daha çok araştırma, daha fazla yenilik yapalım” laflarını çok duyar olduk. Tabii yapalım da bu işler hem kolay değil hem zaman gerektiriyor. Bu arada elimizdeki tek rekabet silahı fiyatlar. Yani TL’nin değeri (döviz kuru) ve maliyetler.
TL’nin değeri
Maliyet düşürücü-verimlilik arttırıcı reformlar siyaseten riskli olduklarından seçim maratonu sonrasına ertelendiler. Geriye döviz kuru kaldı. TL’nin 2003 sonrasında kazandığı değer büyümeye yardımcı oldu ama rekabet kaybı bazı sektörlerde gerçekleşen yüksek verimlilik artışları ile ancak kısmen telafi edilebildi. Bu iç talebe dayalı yüksek büyüme döneminde sanayinin dışa bağımlığı arttı. TL’nin ne kadar fazla değerli olduğunu kestirmek zor ama olması gerektiğinden daha değerli olduğu konusunda oldukça geniş görüş birliği var. Eğer ticaret ortaklarımıza kıyasla daha düşük enflasyona sahip olsaydık zaman içinde rekabet gücümüz yeterli düzeye çıkardı. Ama aksi söz konusu. Dün Fatih Özatay yüksek enflasyonun nasıl TL’yi sürekli değerlendirdiğini, zaman zaman meydana gelen kur şoklarının neden olduğu değer kayıplarının ise kalıcı olamayıp zaman içinde erozyona uğradığını gayet güzel anlatıyordu. Tekrara gerek yok.
Peki, bir çıkış yolu yok mu? Enflasyonu TL’yi daha fazla değerlendirmeden düşürmenin yolunu bulmak gerekiyor. Ancak bir iki yıl düşük büyümeyi göze alacaksınız, aynı zamanda da işgücü piyasasında, vergi sisteminde, Ar-Ge’de ve tabii eğitimde çok esaslı reformlar yapacaksınız ki, hem verimlilik hem kâr oranları, dolayısıyla firma tasarrufları artsın. Dengeli büyüme-düşük enflasyon rejimine geçiş ancak böyle mümkün olabilir. Hodri meydan ve iyi bayramlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder