In my piece on Saturday (“Is the Turkish economy resilient to political
shocks?”), I pointed out two issues: First, I argued that the actual
corruption scandal will not affect macroeconomic stability.
|
|
In other words, the speculative attack against the Turkish lira will
deflate sooner or later. However, one must expect non-negligible damage to
the real economy caused by lower growth and higher unemployment. Let me
remark that yesterday the Bourse İstanbul (BIST) was up more than 2 percent
and the exchange rate was down slightly. As for my second point, I argued
that the most critical political issue will be the share of the vote won by
the incumbent Justice and Development Party (AK Party) in the local elections
on March 30. Indeed, the extent of the probable decline in this share will
decisively affect the future of Turkish democracy.
Once I had sent my article to my editor, I became acquainted with two
stories regarding corruption, economics and voting behavior. A colleague from
the Bahçeşehir University Center for Economic and Social Research (BETAM)
sent me a piece by Joshua Tucker, a professor of politics at New York
University, that was published on the website of The Washington Post on Dec.
26 and titled “Talking Turkey: How does corruption affect voting behavior?”
In it, Tucker summarizes the findings of a recent article he co-authored
titled “The economy, corruption, and the vote: Evidence from experiments in
Sweden and Moldova” (Electoral Studies, September 2013). Then, I met in the
hall a Greek colleague, Byron Matarangas, who is a guest academic at
Bahçeşehir University. He reminded me of the saga of the economist and late
Prime Minister of Greece Andreas Papandreou (the father of Georgios
Papandreou) at the end of the 1980s.
Let's begin with the article in Electoral Studies, which used a novel
design for two original survey experiments in Sweden, considered a “low
corruption” country as it is ranked third on Transparency International's
Corruption Perceptions Index, and Moldova, a “high corruption” country ranked
102 among 177 countries on the same index. What are his findings? I quote
from the article. “First, there is indeed an interactive effect between
economic conditions and corruption in our low corruption country (Moldova):
when economic conditions are poor, incumbents are punished for corrupt
behavior. However, when economic conditions are better, the effect of
corruption is significantly diminished. In Sweden, on the other hand,
corruption is always punished by voters regardless of the state of the
economy. Moreover, Swedish voters react more strongly to prompts regarding
corruption than do Moldovan voters.”
Andreas Papandreou, founder of the Panhellenic Socialist Movement
(PASOK), faced a graft probe scandal at the end of the 1980s. A 35-year-old
young man, George Koskotas, who had been living in the US, returned to
Greece. Although he was not known as a wealthy fellow, he bought a small
bank, the Bank of Crete. He then bought -- with the bank's money -- two
newspapers having financial problems and shut them down. Coincidentally,
these newspapers were known as fierce opponents of PASOK. However, Mr.
Koskotas was not satisfied with this coup.
His next step was to purchase Kathimerini, an influential newspaper that
was also in financial distress. This was too much, and the Greek media
started shouting of a scandal. An investigation was opened; Koskotas flew to
Brazil in a private jet. While abroad, he claimed that Papandreou had ordered
state companies to deposit funds into the Bank of Crete and had taken bribes
of stolen money. Meanwhile, Papandreou alleged that local collaborators were
part of an international plot aiming to overthrow him.
Koskotas was later forced to return to Greece, where he was tried and
sentenced to 25 years in prison. PASOK lost the general elections in 1989,
won by a coalition between the New Democracy Party and the Communist Party.
Three ex-ministers of PASOK have been tried and sentenced for helping
Koskotas in his dubious affairs, including his escape to Brazil. It is still
unknown how Mr. Papandreou escaped trial. One can only note that President
Konstantinos Karamanlis declared it would better that Papandreou go back home
than to prison. Out of curiosity, I checked the International Monetary Fund
(IMF) database: The Greek economy grew 4.3 percent in 1988 and 3.8 percent in
1989.
I have to note that one cannot know if, at that time, a love story
between Mr. Papandreou and a jolly flight attendant for Olympic Airways,
Dimitra Liani, who became his second wife after he divorced, also played a
role in this electoral defeat. Either way, we do not have such a factor in
our case.
So, I will leave it to you to guess the elections results for the
incumbent party on March 30, keeping in mind that Turkey ranked 55th on the
2013 Corruption Perceptions Index, midway between Sweden and Moldova, and
that the damage to the Turkish economy until this time will probably be
limited but felt to some extent.
|
31 Aralık 2013 Salı
Corruption, economics and voting behavior
28 Aralık 2013 Cumartesi
Is the Turkish economy resilient to political shocks?
25 Aralık 2013 Çarşamba
Siyasal belirsizlik had safhada
Siyasal
belirsizlik had safhada
Dün
sabah 2014 Para ve Kur Poltikası raporunu sunanTCMB Başkanı Erdem Başçı’yı
dinlerken ekonomi yönetimiyle siyasal yönetim arasında mesafenin adeta bir
uçuruma dönüştüğünü düşündüm. Ekonomik istikrar konusunda fazla endişeli
değilim. Bu konuya aşağıda döneceğim. Buna karşılık siyasal istikrarsızlık
hayaleti Türkiye semalarında ayan beyan göründü. Gündeme bir bomba gibi düşen
büyük yolsuzluk soruşturmasına karşı AKP Hükümeti’nin verdiği yanıt önümüzdeki
dönemin büyük siyasal çalkantılara gebe olduğunu gösteriyor. Hükümet yargı
sürecinin arkasında olduğunu söyleseydi, bu yanıt siyasal istikrara hizmet
edeceği gibi, AKP iktidarına da aklanma fırsatını verecekti. Tabi eğer ortalaya
saçılan onca şabeli olgular iddia edildiği gibi düzmece değilse...
Hükümet farklı bir tercih
yaptı. “Saldırı en iyi savunmadır” mantığı ile yolsuzluk soruşturmasının “iç ve
dış mihrakların” AKP’yi iktidardan uzaklaştırmak amacıyla tezgahladığı bir
komplo olduğunu idda etti. Cemaate yönelik büyük cadı avı başlatıldı. ABD ile
ipler iyice gerildi. Dahası yargı sürecine açıktan müdahale başladı. Hükümet
alelacele yürütme ile yargı arasındaki güçler ayrılğının en önemli
teminatlarından olan adli soruşturmaları yürütme erkenin adeta iznine bağladı.
İktidarın oyları
Bu ortamda yargı sürecinin
nasıl sonuçlanacağını kestirmek zor. Sonuç ne olursa olsun AKP iktidarının “savunma
için saldır” tercihi otoriterleşmenin dozunu iyice arttıracağa benziyor. Bu
koşullarda peşpeşe yapılacak üç seçimden çıkacak sonuçlar demokrasimizin ve Türkiye’nin
jeopolitik konumlanması açısından hayati önemde olacak. Soru şu: 30 Martta AKP
oy oranı düşecek mi? Düşecekse ne kadar düşecek? Kestirmek zor. AKP’nin demir
çekirdeğinin dışında bu partiye oy veren en azından bir kaç milyon seçmen var.
Çoğu ekonomik ve siyasal istikrar için veriyor çünkü güvenilir bir alternatif
görmüyor. Bu seçmenlerin tepkisi ne olacak?
Eğer iktidar partisinin
oylarında belirgin bir düşüş olmazsa, ki doğrusu bu şaşırtıcı olur, Türkiye’nin
Rusyalaşmasının önü açılır. Ama eğer iktidarın oy desteğinde en az 5-6 puanlık
bir düşüş olursa AKP siyasal oyun planını değişmek zorunda kalır. Yolsuzluk
soruşturmasına iktidarın verdiği yanıtla iyice derinleşen polarizasyon
koşullarında, Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi ile yapılacak erken
genel seçimlerde referandum çoğunluğunu (330+) elde ederek bir çeşit “Türk
usulü” başkanlık sistemine geçişi içeren planın başarı ihtimali çok azalacaktır.
Anakara kulislerinde 3 dönem kuralının değişebileceği tartışılıyormuş. Doğrusu
şaşırmadım.
Ekonomik çıpalar sağlam
Tüm bu gelişmeler zaten var
olan siyasal belirsizliği zirveye taşıdı. Gelecek yıllarda Türkiye’yi kim ve
nasıl yönetecek? Kürt sorunu barışçıl bir çözüme kavuşturulabilecek mi? Bu çözümün
önkoşulu olan temel siyasal reformlar yapılabilecek mi? Batı ile ortaya çıkan
gerilim daha da derinleşecek mi? Ve tabi kritik soru: Ekonomi ne olacak?
Siyaset sorularına benim
yanıtım yok. Bu alanda gelecek iyice bulanıklaştı. Ekonomi için bir kaç şey
söylebilirim. Makoekonomik istikrarı tehlikede görmüyorum. Erdem Başçı’nin dün
sabah çizdiği dengeli büyümeye ve kur istikrarına yönelik yol haritası tutarlı.
Başarılı olacağını tahmin ediyorum. Siyaseten en çalkantılı yıllardan biri
olarak tarihimize geçecek 2013 yılını yüzde 1,5 gibi çok düşük bir bütçe açığı
ile kapatacağız. Banka sistemi de sağlam. Ama artan siyasal belirsizlik daha az
yatırım, dolayısıyla daha düşük büyüme ve daha fazla işsizilk demek olduğunu da
unutmayın.
23 Aralık 2013 Pazartesi
PM made the wrong choice
I have been taken aback by the statements made by Prime Minister Recep
Tayyip Erdoğan during multiple rallies in various cities over the weekend.
Clearly, he opted for a defensive attack strategy concerning the corruption
scandal that is shaking up the Justice and Development Party (AK Party) rule.
|
|||
Despite the arrests of the sons of two ministers by court decision,
Economy Minister Zafer Çağlayan and Interior Minister Muammer Güler, who are
indirectly involved in the corruption scandal, did not resign as was
suggested by former AK Party minister Ertuğrul Günay, who is still a deputy
of the ruling party. Erdoğan seems determined to protect them.
Dozens of high-ranking security bureaucrats as well as the managers of
the state-owned Turkish Radio and Television Corporation (TRT) have been
discharged from their duties, and the Ministry of Justice has appointed two
new prosecutors to the investigation. Obviously, this reaction appears to be
an operation to involve the political authority in the judicial process. But
the most striking feature of the prime minister's discourse is that he has
also decided to portray the corruption allegations as an international plot
against his government.
Erdoğan put under the spotlight US Ambassador to Turkey Francis
Ricciardone by stating: “Recently, very strangely, ambassadors have gotten
involved in some provocative acts. I am calling on them from here to do your
job. If you leave your area of duty, this could extend into our government's
area of jurisdiction. We do not have to keep you in our country.” These
caustic sentences prove that the AK Party has decided to declare a war not
only against the Hizmet movement but also to provoke tensions with the US.
Since they have opted for a defensive attack strategy, this reaction does not
surprise anyone. At the heart of the corruption machinery lies the bypassing
of the US embargo against Iran.
Personally I am not against this; the US embargo is not only unfair but
also against the economic interests of Turkey. That said, it is quite
possible that Halkbank was unofficially charged by the government with
organizing this bypass. Washington's discontent about a possible avoiding of
the embargo by Halkbank was documented by the Turkish press months ago.
However, I do not think the prime minister and most of the ministers were
aware of the commissions that were paid. When you create a fuzzy area out of
a legal context, you must be very careful about the possibility of
corruption, all the more since the commission money involved amounts of
hundreds of millions of US dollars, even if we heavily discount the alleged
and quite unbelievable $87 billion euro amount of concealed transactions with
Iran.
In my last piece I suggested that the AK Party is facing a choice between
two alternatives: It can either expand its authoritarian mode of governance
and use all the coercive instruments at its disposal to try and prevent a
decline in the AK Party's electoral support, or it can make a shift to a
collaborative strategy in respect of political reforms, leaving behind
Erdoğan's presidential ambitions and allowing the judiciary to independently
handle the corruption case. A close friend of mine told me I was being rather
naïve regarding this second choice. He was probably right, but it was the
optimal one concerning the interests of the country as well as those of the
AK Party. Unfortunately, the party has chosen the first strategy. I am afraid
that this strategy has little chance of convincing even the AK Party
supporters that the corruption scandal is just an international plot with
domestic collaborators.
From now on we should expect a widening of the existent political
fractures and growing polarization in Turkish society. I believe that this
strategy, implying increasing tensions with the West, will weaken the AK
Party. Political uncertainties will increase and the risks of political
instability will thus be reinforced. As I claimed in my last piece, a
full-fledged economic crisis should not be expected, but economic growth may
slump further, thus pushing up unemployment.
I think the AK Party made the wrong choice. Now the critical issue will
be the level of the AK Party's electoral support in the local elections to be
held on March 30. I do not think there will be a massive reduction in the AK
Party's electoral support. Nevertheless, a sizable decline in its share of
votes may be a benign warning for Erdoğan and maintain hopes for the future
of democracy in Turkey.
|
21 Aralık 2013 Cumartesi
Is the Turkish economy facing a political impasse?
I had asked myself this question in the title a long time before the
present graft probe scandal was making headlines. Prime Minister Recep Tayyip
Erdoğan's focus on maintaining power by winning the three
pcoming elections
has not only halted progress towards a new constitution but also postponed
all decisive economic reforms.
|
|
This exclusive focus on Erdoğan's presidential ambition, which reveals
his desire for the concentration of executive power in the figure of the
president, developed in the aftermath of the June 2011 elections. Now this
has become the sole focus of Justice and Development Party (AK Party) rule,
excluding not only reforms in the labor market and tax system but also the
political reforms capable of resolving the Kurdish issue and making Turkey a
modern democracy.
Then the corruption scandal blew up. I am sure the readers of Today's
Zaman are well informed about the nature and scope of this scandal, as well
as about the importance of the individuals involved, so there is no need to
repeat these facts. But what must be stressed is that this scandal, a real
bombshell in Turkish politics, has increased pre-existing worries about the
maintenance of political stability and the AK Party's ability to govern
safely and competently in difficult times.
I would like to share an anecdotal event in this context. Almost two
months ago, I gave an interview to a journalist from a German economic
weekly. Once I had spoken my thoughts on the state of the Turkish economy,
and I was rather optimistic about the country's economic governance other
than in terms of reform, I asked for his impressions. He explained that when
he met with some important German investors, they stated that they had
suspended their investment plans because of political uncertainty. That claim
was something new for me. I was also worried about the effects of political
uncertainty, but I was not aware that it was already damaging foreign
investment at that point.
Now the risk of political instability is much greater than before. My
friend Yavuz Baydar wrote recently in his column: “The AKP was elected in
2001 by a massive voter base which was sick of the deep corruption of the
1990's that brought Turkey to financial collapse. The word 'ak' means 'white'
or 'pure,' and it was the masses' hope for a new Turkey, with a new moral
order, that kept the AKP in power. These revelations thus pose an existential
question for the AKP... Thus, it is no exaggeration to say that the AKP is
now closer to a moment of reckoning -- because it seems to have reached a
political impasse -- with no moral compass. We can only hope that Erdoğan
does not make erratic moves that might make things worse.”
I believe that this is the right way to define the political issue at
hand. What strategy will Erdoğan follow from now on? I think there are two
possibilities. Firstly, he can pursue his presidential ambition, which
requires more authoritarian governance, and at the same time fight to control
the corruption scandal and thus prevent a decline in the AK Party's electoral
support. I doubt this strategy will be able to lessen the country's political
uncertainty. On the contrary, deepening political fractures and growing
polarization in Turkish society might weaken the AK Party even further,
perhaps leading to a split. The risks of political instability would be
reinforced, encouraging greater damage to the economy. A full-fledged
economic crisis is not to be expected, since macroeconomic stability rests on
the still-independent central bank, a firm belief in the virtues of fiscal
discipline and a healthy banking system. However, rather weak economic
growth, which is at around 4 percent, may slump even further, thus pushing up
unemployment.
Erdoğan's other choice might be a return to a reformist agenda in terms
of politics and economics. This requires, of course, the abandonment of his
presidential ambition and a strategy of compromise both with the Republican
People's Party (CHP) and Peace and Democracy Party (BDP) to draft a new
constitution, guaranteeing democracy and a true separation of judicial power
from the executive, and also to reform the electoral system as one of the key
issues in the Kurdish settlement process. Greater order and predictability in
the political sphere might allow the AK Party government to implement these
economic reforms more efficiently, regardless of the political setbacks in
the short term.
It is up to the AK Party rulers to choose between these
alternatives.
|
18 Aralık 2013 Çarşamba
İşgücü piyasası normalleşiyor
Bu başlık doğal olarak “Yakın geçmişe
kadar işgücü piyasasında gelişmeler anormaldi artık normale dönüş başladı”
şeklindeki bir iddiayı ima ediyor. Ben böyle düşünüyorum. TÜİK’in pazartesi
günü açıkladığı eylül dönemi işgücü rakamları da bu düşüncemi doğrular
nitelikte. Önce anormal olan neydi onu hatırlayalım. Büyüme-istihdam ilişkisi
bakımından çok farklı iki dönem yaşadık. Kriz öncesinde 2004-2008 arasında
ortalama büyüme yüzde 5,1 oldu. İstihdam ise yılda ortalama 390 bin arttı; bir
puanlık büyümeye 76 binlik ek istihdam. Bu düşük artışta tarım istihdamındaki
hızlı azalışın önemli payı olduğunu not edelim. Buna karşılık 2010-2012
arasında ortalama büyüme hızı yüzde 5,4 olurken ortalama yıllık istihdam artışı
1 milyon 100 bin oldu: Bir puanlık büyüme 204 bin ek istihdam yarattı. Bu
şaşırtıcı gelişme işsizlik açısından elbette iyi oldu. Geçen yıl yüzde 2,2’ye
gerileyen büyümeye rağmen işsizlik yatay seyretti. Ama bir bedeli de oldu: Emek
verimliliği düşerken kişi başına gelir artışı çok yavaşladı.
İstihdam artışı yavaşlıyor
Son dönemlerde işsizlikte tedrici bir artış söz konusu. Geçen yıl eylül döneminde genel işsizlik oranı yüzde 9,1’di. Bu eylülde yüzde 9,9’a yükseldi. Keza tarım dışı işsizlik oranı da yüzde 11,6’dan 12,3’e yükseldi. Mevsim etkilerinden arındrılmış rakamlar işsizlikteki ılımlı artış eğiliminin devam ettiğini gösteriyor. Eylülde ağustosa kıyasla işsizlik oranı yüzde 10,1’den 10,2’ye yükseldi. Tarım dışı işsizlik oranı ise yüzde 12,6’da sabit kaldı.
Ancak esas vurgulanması gereken, işgücü ve istihdam artışlarındaki gelişmeler. Tarım dışı istihdam artışında yıllık artışlar son dört ayda milyon mertebesinden istikrarlı bir şekilde gerileyerek eylülde 468 bine düştü. Mevsim etkisinden arındırılmış serilerdeki tarım dışı istihdam artışları da bu yavaşlamayı doğruluyor: Tarım dışı istihdam nisandaki zirve noktası olan 19 milyon 557 binden eylülde 19 milyon 441 bine geriledi. Verimlilik açısından iyi işsizlik açısından kötü. Bu gerilemede yüz binin üzerinde istihdam kaybeden sanayi belirleyici oldu. Aynı zamanda hizmet sektöründeki yüksek istihdam artışları büyük ölçüde yavaşlayarak 80 binle sınırlı kaldı. Buna karşılık tarım dışı işgücü artışı hız kaybetse de artmaya devam etti. Nisanda 22 milyon 162 binden eylülde 22 milyon 234 bine 72 bin yükseldi. Bu sınırlı artışın baz etkisi içerdiğini not edelim.
Yüzde 4 büyüme yetersiz
Gelişmeler şunu gösteriyor: İşgücü artışları kararlı bir şekilde yıllık 600 bin civarındaki trend artışına yöneliyor. Buna karşılık kriz ertesinde gözlemlenen büyümenin normalin çok üzerinde seyreden istihdam yaratma kapasitesi de hızla geriliyor ve normale dönüyor. Kriz öncesinde yüzde birlik tarım dışı büyüme yaklaşık yüzde yarımlık istihdam artışı sağlıyordu. Bu düzeydeki büyüme-istihdam esnekliği de oldukça makul verimlilik artışları demekti. Bundan böyle büyümeye istihdam ve verimlilik daha dengeli katkı yapacaksa, yüzde 4’lük büyüme 600 binlik ek istihdam yaratmaz. İstihdam artışları en iyi ihtimalle 450-500 bin civarında kalır. Daha fazlası için büyümenin yüzde 5’e çıkması ve sermaye stoku-istihdam artışından daha fazla katkı alması gerekir. Ekonomi yönetimi bu sorunun farkında. Orta Vadeli Program 2014-2016 döneminde ortalama büyüme hızını yüzde 5’e yakın öngörürken, yıllık istihdam artışının da yaklaşık 600 bin olmasını bekliyor. Burada kritik nokta büyümenin cari açığı yükseltmeden yüzde 5’e yaklaşması. Bunun için de talep yönünden büyümenin daha fazla ihracat ağırlıklı olması şart. Yapısal reformların sürekli seçimler sonrasına ertelendiği bir ortamda AK Parti hükümetinin bunu başaracağından emin değilim.
İstihdam artışı yavaşlıyor
Son dönemlerde işsizlikte tedrici bir artış söz konusu. Geçen yıl eylül döneminde genel işsizlik oranı yüzde 9,1’di. Bu eylülde yüzde 9,9’a yükseldi. Keza tarım dışı işsizlik oranı da yüzde 11,6’dan 12,3’e yükseldi. Mevsim etkilerinden arındrılmış rakamlar işsizlikteki ılımlı artış eğiliminin devam ettiğini gösteriyor. Eylülde ağustosa kıyasla işsizlik oranı yüzde 10,1’den 10,2’ye yükseldi. Tarım dışı işsizlik oranı ise yüzde 12,6’da sabit kaldı.
Ancak esas vurgulanması gereken, işgücü ve istihdam artışlarındaki gelişmeler. Tarım dışı istihdam artışında yıllık artışlar son dört ayda milyon mertebesinden istikrarlı bir şekilde gerileyerek eylülde 468 bine düştü. Mevsim etkisinden arındırılmış serilerdeki tarım dışı istihdam artışları da bu yavaşlamayı doğruluyor: Tarım dışı istihdam nisandaki zirve noktası olan 19 milyon 557 binden eylülde 19 milyon 441 bine geriledi. Verimlilik açısından iyi işsizlik açısından kötü. Bu gerilemede yüz binin üzerinde istihdam kaybeden sanayi belirleyici oldu. Aynı zamanda hizmet sektöründeki yüksek istihdam artışları büyük ölçüde yavaşlayarak 80 binle sınırlı kaldı. Buna karşılık tarım dışı işgücü artışı hız kaybetse de artmaya devam etti. Nisanda 22 milyon 162 binden eylülde 22 milyon 234 bine 72 bin yükseldi. Bu sınırlı artışın baz etkisi içerdiğini not edelim.
Yüzde 4 büyüme yetersiz
Gelişmeler şunu gösteriyor: İşgücü artışları kararlı bir şekilde yıllık 600 bin civarındaki trend artışına yöneliyor. Buna karşılık kriz ertesinde gözlemlenen büyümenin normalin çok üzerinde seyreden istihdam yaratma kapasitesi de hızla geriliyor ve normale dönüyor. Kriz öncesinde yüzde birlik tarım dışı büyüme yaklaşık yüzde yarımlık istihdam artışı sağlıyordu. Bu düzeydeki büyüme-istihdam esnekliği de oldukça makul verimlilik artışları demekti. Bundan böyle büyümeye istihdam ve verimlilik daha dengeli katkı yapacaksa, yüzde 4’lük büyüme 600 binlik ek istihdam yaratmaz. İstihdam artışları en iyi ihtimalle 450-500 bin civarında kalır. Daha fazlası için büyümenin yüzde 5’e çıkması ve sermaye stoku-istihdam artışından daha fazla katkı alması gerekir. Ekonomi yönetimi bu sorunun farkında. Orta Vadeli Program 2014-2016 döneminde ortalama büyüme hızını yüzde 5’e yakın öngörürken, yıllık istihdam artışının da yaklaşık 600 bin olmasını bekliyor. Burada kritik nokta büyümenin cari açığı yükseltmeden yüzde 5’e yaklaşması. Bunun için de talep yönünden büyümenin daha fazla ihracat ağırlıklı olması şart. Yapısal reformların sürekli seçimler sonrasına ertelendiği bir ortamda AK Parti hükümetinin bunu başaracağından emin değilim.
16 Aralık 2013 Pazartesi
Turkey continues to grow pretty well
|
11 Aralık 2013 Çarşamba
Eğitimde iyileşme var ama yetersiz
Son haftalarda dershane tartışması bizi
çok oyaladı. Tartışmaya katılacak fırsatım olmadı. Görüşlerimi kısaca
özetleyeyim. Dershaneleri ‘dönüştürme’ projesinin faydasız, aynı zamanda da pek
çok olumsuz yan etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Kestirmeden gideyim: En
alttan en yukarıya eğitim kurumlarımız arasında büyük kalite farkları var. Bu
farklar sert rekabet yaratıyor; rekabet de ekstra ders talebi. Zenginler
çocuklarını butik dershanelere, orta sınıf ise kitlesel dershanelere yolluyor.
Yoksulların sadece yetenekli çocukları dershanelerin verdiği burslarla yarışa
katılabiliyor. Piyasa ekonomisinde talep varsa arz da vardır. Arzı çeşitli
yollarla kısıtlamak pek çok olumsuz yan etki doğrur. ‘Dönüşüm’e verilecek
teşvikler özel okullar arasında haksız rekabet yaratır, iflaslar artar. Kamu
‘dönüşemeyen’ dershanelerin açıkta kalacak tüm personelini istihdam edemez.
Etmeye kalkışırsa kadro bekleyen yüz bini aşkın öğretmene haksızlık olur.
Dershanelerin ortadan kalkması özel ders ile butik dershane fiyatlarını
arttırır, yarış daha da eşitsiz hale gelir vb...
Hükümet bu anlamsız projeden çıkış yolları arıyor, iyi de yapıyor. Dershane ‘kavgası’ bir bakıma da faydalı oldu: Eğitim sistemimiz tartışmaya açıldı. Bu arada OECD’nin 2012 PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) sonuçları açıklandı. Basınımız konuya önceki yıllarda göstermediği kadar ilgi gösterdi. PISA puanlarını 2006, 2009 ve 2012 itibariyle değerlendirdiğimde şu üç sonuca ulaşıyorum: 1) Türkiye’nin ortaöğrenim eğitim performansı dikkate değer ölçüde iyileşmiştir. Buna rağmen OECD sıralamasında sondan üçüncü olan yerimizi (bizden kötü Meksika ve Şili var) korumuş bulunuyoruz. Bunun nedeni çok geriden geliyor olmamız ve yükselen puanlarımızın sıralamadaki yerimizi değiştirmeye yetmemesi. Buna karşılık, eğitimde eşitsizliği azaltma açısından belirgin bir ilerleme söz konusu.
PISA 15 yaş öğrencilerini üç alanda sınıyor: Matematik, fen ve okuma. Sırayla gidelim. 2006, 2009 ve 2012 matematik ortalama puanları şöyle: 424, 445, 448; fen puanları: 424, 454 ve 463; okuma puanları: 447, 464 ve 475. Türkiye 19 ile 28 puanlık artışlar sağlamış. 34 OECD ülkesinin yarısı puanlarını arttırmış. Türkiye eğitim performansını en çok arttıran ülkelerin arasında. Diğer 17 ülkenin performansı ise düşmüş. Örneğin, Yunanistan’ın matematikte 459 puandan 453 puana gerilediğini, Türkiye’nin ise 448’e çıkarak aradaki farkı büyük ölçüde kapattığını not edebiliriz. OECD’nin normalize edilmiş ortalamasının 500 puan olduğunu dikkate alırsak, her üç alanda da, ama bilhassa matematikte iyileşmeye rağmen bir hayli geride olduğumuz açıkça ortada.
Buna karşılık eşitsizlikte bir hayli iyileşme var. PISA sonuçlarının bu yönü basında hiç vurgulanmadı. Puanlar 5 gruba ayrılıyor. Düzey 2 altı çok kötü eğitim kalitesine işaret ediyor. Düzey 5 üstü elit öğrencileri içeriyor. Türkiye test sonuçlarına göre 2006’da matematikte öğrencilerin yüzde 52’si düzey 2’nin altındayken 2012’de bu oran yüzde 42’ye gerilemiş. Fen ve okuma alanlarında oranlar sırasıyla şöyle: Yüzde 46’dan yüzde 26’ya, yüzde 32’den yüzde 22’ye. Elit öğrencilerin paylarında ise artışlar söz konusu: Matematikte yüzde 2’den 6’ya, fende yüzde 1’den 2’ye, okumada yüzde 2’den 4’e. Kısacası, orta düzey öğrenci miktarı önemli ölçüde artmış, elit havuzumuz da genişlemiş. Bu gelişme ileride işgücüne katılacak kuşakların daha donanımlı olacağını gösteriyor. Ancak bu iyileşme Türkiye’yi oldukça geri olduğu inovasyon, dolayısıyla da yüksek katma değerli büyüme konusunda sıçrama yaptırmaya yetmez. Dershaneleri bırakıp eğitim reformuna odaklanmakta yarar var.
Hükümet bu anlamsız projeden çıkış yolları arıyor, iyi de yapıyor. Dershane ‘kavgası’ bir bakıma da faydalı oldu: Eğitim sistemimiz tartışmaya açıldı. Bu arada OECD’nin 2012 PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) sonuçları açıklandı. Basınımız konuya önceki yıllarda göstermediği kadar ilgi gösterdi. PISA puanlarını 2006, 2009 ve 2012 itibariyle değerlendirdiğimde şu üç sonuca ulaşıyorum: 1) Türkiye’nin ortaöğrenim eğitim performansı dikkate değer ölçüde iyileşmiştir. Buna rağmen OECD sıralamasında sondan üçüncü olan yerimizi (bizden kötü Meksika ve Şili var) korumuş bulunuyoruz. Bunun nedeni çok geriden geliyor olmamız ve yükselen puanlarımızın sıralamadaki yerimizi değiştirmeye yetmemesi. Buna karşılık, eğitimde eşitsizliği azaltma açısından belirgin bir ilerleme söz konusu.
PISA 15 yaş öğrencilerini üç alanda sınıyor: Matematik, fen ve okuma. Sırayla gidelim. 2006, 2009 ve 2012 matematik ortalama puanları şöyle: 424, 445, 448; fen puanları: 424, 454 ve 463; okuma puanları: 447, 464 ve 475. Türkiye 19 ile 28 puanlık artışlar sağlamış. 34 OECD ülkesinin yarısı puanlarını arttırmış. Türkiye eğitim performansını en çok arttıran ülkelerin arasında. Diğer 17 ülkenin performansı ise düşmüş. Örneğin, Yunanistan’ın matematikte 459 puandan 453 puana gerilediğini, Türkiye’nin ise 448’e çıkarak aradaki farkı büyük ölçüde kapattığını not edebiliriz. OECD’nin normalize edilmiş ortalamasının 500 puan olduğunu dikkate alırsak, her üç alanda da, ama bilhassa matematikte iyileşmeye rağmen bir hayli geride olduğumuz açıkça ortada.
Buna karşılık eşitsizlikte bir hayli iyileşme var. PISA sonuçlarının bu yönü basında hiç vurgulanmadı. Puanlar 5 gruba ayrılıyor. Düzey 2 altı çok kötü eğitim kalitesine işaret ediyor. Düzey 5 üstü elit öğrencileri içeriyor. Türkiye test sonuçlarına göre 2006’da matematikte öğrencilerin yüzde 52’si düzey 2’nin altındayken 2012’de bu oran yüzde 42’ye gerilemiş. Fen ve okuma alanlarında oranlar sırasıyla şöyle: Yüzde 46’dan yüzde 26’ya, yüzde 32’den yüzde 22’ye. Elit öğrencilerin paylarında ise artışlar söz konusu: Matematikte yüzde 2’den 6’ya, fende yüzde 1’den 2’ye, okumada yüzde 2’den 4’e. Kısacası, orta düzey öğrenci miktarı önemli ölçüde artmış, elit havuzumuz da genişlemiş. Bu gelişme ileride işgücüne katılacak kuşakların daha donanımlı olacağını gösteriyor. Ancak bu iyileşme Türkiye’yi oldukça geri olduğu inovasyon, dolayısıyla da yüksek katma değerli büyüme konusunda sıçrama yaptırmaya yetmez. Dershaneleri bırakıp eğitim reformuna odaklanmakta yarar var.
7 Aralık 2013 Cumartesi
The exchange rate debate
Economy Minister Zafer Çağlayan on Thursday, answering a question from a
journalist about the actual level of the exchange rate, criticized Turkish
Central Bank Governor Erdem Başçı for his announcement of the real exchange
rate level.
|
|||
Indeed, Governor Başçı had said in August that it would not be a surprise
if the US dollar-Turkish lira exchange rate drops to TL 1.92. Mr. Çağlayan
said he thinks the governor should not have announced a figure for the
exchange rate and that this was an error because it is not realistic. Mr.
Çağlayan added that economic managers must not set such targets in a floating
exchange rate regime.
This intervention by Mr. Başçı is considered by economic actors as
setting an implicit target for the exchange rate. According to standard
macroeconomic theory, in a floating exchange regime, central banks cannot
target both an inflation rate and an exchange rate since capital can freely
move in and out. I also have some doubts about implicit exchange rate
targeting from a theoretical point of view but I know that at the same time,
the standard macroeconomic theory is evolving under the pressure of events
but nevertheless still lags far behind them.
Governor Başçı had made this announcement when the lira was under
speculative attack because of increasing US Treasury bonds interest rates
caused by the Fed's intention to gradually end its asset purchase program.
The depreciation of the lira seemed uncontrollable at the time. I believe
that Başçı's announcement contributed to stopping speculation against the
lira. Indeed, the dollar exchange rate has since been rather stable.
Considering the exchange rate volatility in emerging economies, Turkey was
the best performer. In other words, it is the country with the least exchange
rate volatility in recent times.
Mr. Çağlayan's criticism of the Central Bank of Turkey is not new. The
economy minister is more focused on foreign trade as well as on current
account performances. The central bank governor is responsible for inflation
performance. Mr. Çağlayan prefers an undervalued lira in real terms while Mr.
Başçı prefers the value of the lira to be as stable as possible in real terms
around the equilibrium real exchange rate level. The usual problem is, quite
naturally, how to determine this equilibrium level. Macroeconomic theory does
not have a magic formula in this respect. In practice, it is admitted that
the real exchange rate level which produces a balanced or sustainable current
account balance -- with sustainability defined specifically for each country
-- might be accepted as the equilibrium real exchange rate.
Thus, considering the Turkish case, the graph below can help us predict
an equilibrium real exchange rate and, at the same time, better understand
the arguments of Mr. Başçı. The real exchange rate graph starts in 2003, the
year where the current account deficit (CAD) was quite low. Let me point out
that at the end of 2001, the lira had lost almost 30 percent of its real
value in real terms compared to its real value just before the infamous
crisis of February 2001, causing a terrible exchange rate shock. Taking the
2003 mid-year real exchange rate level as the basis point (=100) and
increasing it by 2 percent each year for productivity catch-up (the famous
Balassa-Samuelson effect) -- i.e., for higher productivity gains compared to
our trading partners -- the index indicates that 120 can be accepted as the
equilibrium level for 2013. As can be observed in the graph, the real
exchange rate evolved often over the path of the equilibrium rate (the first
line in the graph) except in the last two years. According to figures
published a few days ago, the index, standing at 110 in September, maintained
this level in November, 10 points below the so-called equilibrium level.
So, the bottom line of the debate is this: According to Mr. Başçı, the
lira is slightly undervalued and there is thus room for appreciation without
jeopardizing the external balance. A 5 percent appreciation, for example --
bringing down the nominal exchange rate to TL 1.90 -- would not be a
surprise. However, according to Mr. Çağlayan, the actual level of the real
exchange rate or, in other terms a dollar rate of over TL 2, is good for
exporters and thus for the economy.
|
4 Aralık 2013 Çarşamba
Tasarruf açığı artıyor
Bir süredir cari açık yerine daha çok
tasarruf açığını tartışıyoruz. İyi de oluyor. Makroekonomide cari açık ile
tasarruf açığı, yani yatırımlar ile iç tasarruflar arasındaki fark aynı
gerçekliğin iki ayrı yüzüdür. Ama yine de tartışmanın iç tasarruf
yetersizliğine odaklanması yararlı çünkü sıradan vatandaşa cari açığı
düşürmenin meşakkatli bir yol olduğunu anlatma fırsatını veriyor. Tabii
hükümetin iktisatçı olmayan üyelerine de...
Son yıllarda iç tasarruf oranı (özel + kamu tasarruflarının GSYH içindeki payı) süratle düştü. 2011’de bu oran yüzde yüzde 10,7’ye kadar gerilemişti. 2012’de durağanlaşan tüketim ve net ihracata dayalı büyüme sayesinde yüzde 14,5’e yükseldi. Ancak aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi bu yıl yüzde 12,6’ya gerilemesi bekleniyor. Kalkınma Bakanlığı’nın 25 Ekim’de yayımladığı ‘ekonominin genel dengesi’ tablosu yatırım-tasarruf-cari açık-büyüme etkileşimlerini tartışmak açısından son derece yararlı çünkü hem mevcut durumu hem de hükümetin gelecek yılda temel ekonomik dengelerle ilgili öngörülerini sergiliyor.
Düşen yatırımlar ve tasarruflar
Son yıllarda iç tasarruf oranı (özel + kamu tasarruflarının GSYH içindeki payı) süratle düştü. 2011’de bu oran yüzde yüzde 10,7’ye kadar gerilemişti. 2012’de durağanlaşan tüketim ve net ihracata dayalı büyüme sayesinde yüzde 14,5’e yükseldi. Ancak aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi bu yıl yüzde 12,6’ya gerilemesi bekleniyor. Kalkınma Bakanlığı’nın 25 Ekim’de yayımladığı ‘ekonominin genel dengesi’ tablosu yatırım-tasarruf-cari açık-büyüme etkileşimlerini tartışmak açısından son derece yararlı çünkü hem mevcut durumu hem de hükümetin gelecek yılda temel ekonomik dengelerle ilgili öngörülerini sergiliyor.
Düşen yatırımlar ve tasarruflar
Bu yıl hükümet yüzde 4’ün biraz altında bir büyüme bekliyor. Şahsen büyümenin yüzde 4’ün biraz üzerinde olacağı kanaatindeyim ama yüzde 4’e yakın bir büyüme de geçen yılın düşük büyümesine (yüzde 2,2) kıyasla başarı sayılır. Ama bu başarı temel dengelerdeki bozulmayla gölgeleniyor. Kalkınma Bakanlığı’nın tahminine göre geçen yıla kıyasla bu yıl yatırımıların payı düşüyor (eksi 0.4 puan) ama aynı zamanda iç tasarrufların payında da 1.9 puanlık bir düşüş bekleniyor. Bu düşüşün iki nedeni var: Özel tüketimin payındaki artış (1.3 puan) ile kullanılabilir gelirin payındaki azalma (-0.5 puan). Tek teselli kamu tasarruflarında düşüş olmaması. Bu gelişmelerin sonucunda cari açıkta 1.5 puanlık (yüzde 6.1’den 7.6’ya) bir artış bekleniyor. Kısacası, bu yıl dengeli büyüme açısından kayıp bir yıl olacak gibi duruyor. Büyümeyi bir türlü daha az tüketim daha fazla ihracat patikasına oturtamıyoruz.
Ekonominin
genel dengesi (yüzde olarak GSYH payları)
|
2012
|
2013
|
Değişim
|
2014
|
Değişim
|
Yatırımlar
|
20.6
|
20.2
|
-0.4
|
20.0
|
-0.2
|
İç tasaruflar
|
14.5
|
12.6
|
-1.9
|
13.7
|
+1.1
|
Özel
Kamu
|
11.6
2.9
|
9.7
2.9
|
-1.9
0.0
|
11.3
2.4
|
+1.6
-0.5
|
T.
açığı=Cari açık
|
6.1
|
7.6
|
+1.5
|
6.3
|
-1.3
|
Özel tüketim
|
73.2
|
74.5
|
+1.3
|
73.4
|
-0.9
|
Özel kullanılab. gelir
|
84.8
|
84.3
|
-0.5
|
84.7
|
+0.4
|
Umutlar 2014’e kaldı
2014 ekonomi programı temel
dengesizliklerde büyük ölçüde düzeltme öngörüyor. Bu programa göre gelecek yıl
yatırımların payında 0.2 punalık bir azalma olurken, özel tüketimin payı da 0.9
puan azalacak. Buna karşılık kullanılabilir gelirin payı 0.4 puan artacak.
Kısacası, harcayabileceğimiz gelir artarken tüketimi çok daha az arttırıp özel
tasarufları önemli ölçüde arttıracağız. Bu arada kamu tasarruflarının payının
da 0.5 puan azalmasının planlandığını not edelim. Ne de olsa 2014’te çifte
seçim var. Kamu tasarruflarındaki düşüş kullanılabilir gelirdeki artışla
tutarlı. Artık vergi yükümüz mü azalır yoksa sosyal transferler mi artar ya da
her ikisi de mi olur, onu bilemiyorum. Bu gelişmelerin sonucu olarak da cari
açık oranının 1.3 puanlık düşüşle yüzde 6.3’e gerilemesi umuluyor. Daha düşük
cari açıkla en az bu yıl kadar büyümek; doğrusu kulağa hoş geliyor.
Yine de kritik soruyu soralım: Bu öngörülerin gerçekleşme şansı nedir? Özel tasarrufları arttırmaya zorlayan yegâne iki politika kredi kartı taksitlerine getirilmek istenen sınırlamalar ile son aylarda artan kredi faizleri. Bu politikalar vatandaşın tüketim iştahını gerektiği kadar kesmeye yeter mi? Şüpheliyim ama umarım yanılırım.
Yine de kritik soruyu soralım: Bu öngörülerin gerçekleşme şansı nedir? Özel tasarrufları arttırmaya zorlayan yegâne iki politika kredi kartı taksitlerine getirilmek istenen sınırlamalar ile son aylarda artan kredi faizleri. Bu politikalar vatandaşın tüketim iştahını gerektiği kadar kesmeye yeter mi? Şüpheliyim ama umarım yanılırım.
3 Aralık 2013 Salı
Where German Social Democrats gave up
I do not remember when I last wrote about the European crisis, but it was
a long time ago, for sure. The reason is simply because there was nothing
worth writing about; belt-tightening programs were under way in the south
with increasing difficulties, while the north, like Germany for example, was
getting on pretty well.
|
|
In fact, everybody was waiting for the German elections that were held in
September. They resulted by a forced “grand coalition” between the Christian
Democratic Union (CDU), which lacked a few seats to form the majority in the
Bundestag, and the Social Democrats (SPD). The painful negotiations for a
coalition program only finished last week.
The SPD, once it received its main exigency -- a national minimum wage
that did not exist in Germany, has aligned with the economic principles of
Chancellor Angela Merkel regarding the eurozone problems. According to French
newspaper Le Monde, the “change is not for now”, the most frequently used
words in the 11 pages of the coalition agreement consecrated to Europe are
“competitiveness,” “fiscal discipline” and “durable growth not founded on
public debt.” One can read in the agreement that “every form of mutualization
of the risks related to public debts would put in danger the indispensable
adjustments of the national policies in each member state.”
Clearly, solidarity as defended by the SPD is out while responsibility as
defended by the CDU is in. The SPD was a firm partisan of eurobonds which
would make possible to share the huge public debt burden of the south.
Moreover, the SPD had supported the principle of a one-time debt write-off
for Greece in its last party congress. Apparently, the Social Democrats could
not convince the iron chancellor to change her approach with respect to the
necessary rebalancing in the eurozone. The German government will continue to
insist on a rebalancing through budget deficit reductions and wage decreases
in the south. Merkel believes that economic growth would follow almost
naturally. She might be terribly mistaken.
While the coalition agreement was ready, the European commission decided
for the first time in the EU's history to monitor a member country --
Germany, of course -- for “excessive current account surplus.” Kemal Derviş,
former Turkish economy minister and current vice president of the Brookings
Institution, recently published a remarkable article in Project Syndicate
titled “Northern Europe's drag on the World Economy.” While China has until
recently been accused of being responsible for global unbalances, Germany,
having trade surpluses close to those of China, had not attracted much
attention since the eurozone current account was balanced and intra eurozone
unbalances were considered an internal family problem. Now, the balances are
rapidly changing. While China is on its way to decreasing its surplus through
a revival in domestic demand, Germany has increased its surplus. According to
Derviş, the eurozone will produce a surplus of $260 billion this year (the
Chinese surplus is expected to decline to $150 billion), most of which is
produced by Germany -- the Netherlands and Austria also have surpluses --
with the remainder being a result of diminishing deficits in the south thanks
to its belt-tightening.
As pointed out by Derviş, the main adverse effect of this huge surplus
will be the appreciation of the euro against the US dollar, the yen and the
Chinese renminbi. Southern European countries painfully succeeded in
realizing wage devaluations to some extent but this was not enough to restore
their competitiveness. The only way for them to return to modest economic growth
was an increase in their exports. However, this requires both an undervalued
euro and growing German imports. This can only be achieved if the German
export-led growth turns into a more balanced one, i.e., growth based more on
domestic demand. This radical change in the growth regime can be realized if
German wages increase.
In fact, the agreed minimum wage of 8.5 euros per hour, fairly higher
than the lowest market wages, can actually contribute to some extent to the
new growth regime. Nonetheless, Merkel, accepting the minimum wage imposed on
her coaltion partner a gradual implementation that will take two years.
Obviously the minimum wage decision would not be sufficient to have a less
unbalanced economic growth within the eurozone. As was pointed out recently
by Larry Summers at an IMF conference and strongly supported by Paul Krugman
(“The Conscience of a Liberal,” The New York Times), developed countries face
the threat of “secular stagnation” because of insufficient aggregate demand.
Boosting it necessitates negative real interest rates that can only be
achieved by higher inflation compared to the actual one. I do not think that
Chancellor Merkel appreciates such “immoral” ideas.
|
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)