30 Temmuz 2013 Salı

Seçim barajı düğümü

Başkanlığın yolu barajdan mı geçiyor?
Geçen haftaki yazımda “AK Parti seçim barajını indirmekten neden korkuyor” diye sormuştum. Yanıt bu haftaya kalmıştı. Bu arada Başbakan, Şırnak ‘Şerafettin Elçi’ Havalimanı’nın açılışında yaptığı konuşmada yüzde 10 barajını siyasal istikrar gerekçesiyle indirmeyi düşünmediklerini açıkladı. Bu tartışmaya nokta konulmuş oldu mu? Doğrusu hâlâ emin olamıyorum. Geçen haftaki yazımı şöyle bitirmiştim:

“Mevcut sistem ile düşük barajlı daraltılmış bölge sisteminin karşılaştırılması açık: Barajı yüzde 7’ye çekmek BDP’yi engellemez. AK Parti’nin de böyle bir amaç güttüğünü sanmıyorum. Aksi takdirde barış sürecinde samimi olduğuna kimseyi inandıramaz. Öte yandan milletvekili sayısı açısından AK Parti’nin barajı büyük ölçüde indirmekle, hatta sıfırlamakla kaybedeceği bir şey yok. Aksine yüzde 40’ın üzerindeki oy oranlarında avantajlı görünüyor. Yüzde 40’ın altında tek başına iktidar olmak ise ne AK Parti’ye yarar ne de Türkiye’ye. Dolayısıyla kritik soru şu: AK Parti barajı indirmekten neden korkuyor? 

Siyasal istikrar bahane 
Barajı yüzde 7’ye dahi çekmenin Sayın Başbakan’ın açıklamadığı endişelerini gidermeye yetmediği anlaşılıyor. Siyasal istikrar gerekçesi kabul edilir değil. Anketlerde AK Parti için en düşük oy oranı tahminleri bile yüzde 40’ın bir hayli üzerinde. Yüzde 40 çıtasının üzerinde AK Parti yine banko tek başına iktidar. Yüzde 40’ın altına düştüğü takdirde ise tek parti iktidarını seçim barajı ile elde etmeye çalışmak bu kez meşruiyet sorunları yaratacağından siyasal istikrardan dem vurmak anlamsız. Öyleyse barış sürecinde seçim barajı nedeniyle ciddi sorun yaratmanın riski neden göze alınıyor? 

Tahminim şu: AK Parti baraj düşürülürse Saadet Partisi’ne (SP) ve Demokrat Parti’ye (DP) seçmen kaybetmekten korkuyor. Aslında bu partiler oylarını yüzde 5 civarına yükseltseler bile seçim çevrelerinin daraltılması sonucunda ancak birkaç milletvekili çıkarabiliyorlar. Halen DP tamamen marjinalleşmiş durumda. SP oy oranı ise yüzde 1,5 civarında. Baraj yüzde 7’ye düşürülürse AK Parti ne kadar oy kaybedebilir? Doğrusu bilmiyorum. Ama öyle anlaşılıyor ki AK Parti’nin birkaç puan kayba dahi tahammülü yok. 

Başkanlığa giden yol 
Peki neden? Bana öyle geliyor ki AK Parti’nin yüzde 10 barajı ısrarının ardında başkanlık sistemi ısrarı yatıyor. AK Parti’nin TBMM’de milletvekili sayısı, referandum çoğunluğu olan 330’un altında. CHP ve MHP başkanlık sistemine karşı. BDP ise en azından AK Parti’nin önerdiği sisteme karşı. Başkanlığı dengelemek için güçlü kuvvetler ayrılığını şart koşuyor. Mevcut koşullarda yeni anayasa kısmen ya da tamamen yapılsa bile başkanlık sistemini içermeyecek. Sanırım bu konuda bir tereddüt yok. Dolayısıyla beklenmedik bir gelişme olmazsa 
Sayın Erdoğan Temmuz 2014’te Köşk’e Cumhurbaşkanı’nın mevcut yetkileriyle çıkacak. Bu durum siyasal istikrar açısından da sürdürülebilir değil. 

Geriye tek yol kalıyor: Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra erken genel seçime giderek referandum çoğunluğunu yakalamak. Eğer seçim çevreleri en fazla 6 milletvekili içerecek şekilde daraltılırsa yaptığım simülasyonlar AK Parti’nin yüzde 46’nın üzerinde oy oranında 330 sandalyeyi aşabildiğini gösteriyor. Oysa BDP’nin yine bağımsız adaylar aracılığı ile 35 civarında milletvekili çıkarması varsayımı altında, mevcut sistemde referandum çoğunluğu için AK Parti’ye en az yüzde 50 gerekiyor. 
Kritik sorunun yanıtı bu noktada düğümleniyor. AK Parti’nin SP ve DP’ye birkaç puan dahi kaybetme lüksü yok. Barajı birkaç puan düşürmek bu riski arttırıyor. Sanırım mesele tek başına iktidarı garantilemek değil, başkanlık sistemine geçişin yolunu açmak.


Electoral threshold becomes a critical issue

This is my third article on the electoral threshold issue. Some readers may find my insistence boring. I will try to convince them that they are mistaken.


What does make Mr. Erdoğan so worrying? 
Last weekend, Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan declared in his speech at the opening ceremony of Şırnak Şerafettin Elçi Airport -- and by the way, it was a courageous decision and an important political gesture to name this new airport in the Southeast for the late Şerafettin Elçi, who was a great defender of the Kurdish cause -- that the 10 percent electoral threshold will be maintained. I said in my previous column: “I am impatient to see the AK Party's final decision regarding the electoral threshold.”
I've got my answer in spades. Thank you, Mr. Erdoğan.
The prime minister defended this extremely important decision with the following arguments: “Our view with regard to the election threshold is this: In systems where there are no election thresholds, you do not find confidence and stability. Over the past decade, we have obtained stability and confidence in our country, which were possible thanks to a government structure without coalitions. We cannot ignore this. … We don't want to ruin the performance of our country.”
I do not agree with these arguments. It is true that Turkey lost the 1990s because of inconsistent and unstable coalition governments. Nevertheless, there is actually no danger of coalitions, considering the high support that exists for the Justice and Development Party (AK Party). Even in the worst case scenario, in the next general elections it can easily obtain over 40 percent of the vote. A comparison of the current electoral system with the suggested new one based on a lower threshold and narrowed constituencies shows that the reformed system serves the AK Party's interests better as long as the AK Party's share of the vote does not go below 40 percent.
So, why is there such a fear of a low threshold? As I explained, Mr. Erdoğan does not want to take the risk of losing some of the AK Party's electors who might decide to vote for the Felicity Party (SP) and the Democrat Party (DP) if there is a lower threshold. Even the threshold of 7 percent that has been considered among AK Party management was not enough to appease the fears of Mr. Erdoğan. However, the prime minister does not seem to have abandoned the idea of narrowing the constituencies. If the electoral system reform is limited to narrowed constituencies without touching the 10 percent threshold, the electoral system will become more unfair and more advantageous to the incumbent party and at the same time, less defensible.
Indeed, maintaining the threshold at 10 percent can prevent loss of electors to the SP and DP, but this will also prevent the Peace and Democracy Party (BDP) from entering Parliament. This time, I am impatient to hear what the AK Party will say to the BDP. One can still suggest that they present independent candidates as they already have. But in that case, the BDP will still be unable to benefit from the public funds accorded to parties. Or, one can suggest, as was insinuated by the prime minister some time ago, that “they must work harder” to get more than 10 percent. However, the AK Party has not forgotten that any increase of electoral support for the BDP will be at its own expense.
I believe that the AK Party took a serious risk regarding the settlement process by deciding to maintain the electoral threshold at 10 percent. I am still unable to fully understand the AK Party's goals. I think the AK Party is trying to guarantee having a referendum majority (330 + seats) in the next general elections, which will be held in May 2015. This is the only way or hope for Mr. Erdoğan to institute a presidential system and most probably be elected president of the republic next year. So, he needs every single vote.
The simulations I presented in a report last February [Bahçeşehir University Center for Economic and Social Research (BETAM)] prove that in an election with narrowed constituencies, the AK Party is able to reach the referendum majority of over 46 percent, but it needs at least 50 percent under the existing system simply because the Nationalist Movement Party (MHP) will be the only loser, assuming that the BDP will not meet the 10 percent threshold because of independent candidates. Narrowing the constituencies cannot be detrimental for the BDP, thanks to the concentration of its electors in a small number of constituencies.
This could be the reason why Mr. Erdoğan has decided to take large risks regarding the settlement process.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Electoral threshold is key for AK Party vote support


The headline of my column on Tuesday asked “Why does AK Party fear lowering electoral threshold?” Before I gave my suggested answer to this question, I explained how the excessively high electoral threshold of 10 percent is not only unacceptable from the point of view of fair representation, but at the same time detrimental to the settlement process regarding the Kurdish problem.


I cannot believe that the Justice and Development Party (AK Party) government would be willing to confront the political risks of maintaining the threshold at 10 percent, despite some declarations from AK Party managers insinuating that maintaining it is among the options being considered. Still, according to those declarations, hopefully lowering the threshold to 7 percent is also on the table.
 Edoğan fears to loose electors by lowering the thershold
Obviously, the AK Party is facing a difficult choice regarding the electoral threshold. But why? I do not think that the intention of the AK Party is to continue preventing the Kurdish Party (actually the Peace and Democracy Party [BDP]) from entering Parliament under its party label instead of presenting independent candidates, as is the case actually. I was quite explicit in my last article, referring to the results of my work on an electoral system reform, on some apparent paradoxes. I asserted in this work that even if the threshold is reduced, if this reduction is combined with narrowing electoral constituencies in such a way that the biggest ones will be limited to six seats, the number of AK Party deputies for the same vote distribution would be higher in this new electoral system than in the current one but with a critical condition: the AK Party vote's share must be higher than 40 percent.
Voter intention surveys are regularly published in the press by a number of survey centers. Up until now I have not seen any of them suggesting that intended votes for the AK Party might be below 40 percent. In fact, AK Party electoral support still appears to be quite far from this fateful threshold. So why is the AK Party hesitating to make a radical electoral reform? Lowering the threshold but still maintaining it at a relatively high level, like 7 percent, does not seem, at first glance, meaningful. A 7 percent threshold, compared with the intended votes for the BDP varying around 6.5 percent, is playable for this party. The BDP may accept this challenge since some electoral analysts -- Tarhan Erdem, the chief executive officer of the Konda research center, for example -- believe that the BDP can easily receive more than 7 percent. This is also my opinion. If the threshold is lowered to 7 percent, some angry Kurdish voters of the AK Party can vote for the BDP along with the dissatisfied Turkish electors of the AK Party who are not at all happy with the hesitations of the AK Party concerning democratic reforms.
Then what could be the fear that might explain the AK Party's hesitations regarding lowering the electoral threshold? I think that the explanation must be searched for in the AK Party's electoral base. It is well-known that the AK Party has very heteroclite voters constituted mainly by voters sensitive to political Islam, Turkish nationalism and the traditional center right, to enumerate the main streams. The number of independent electors who vote for the AK Party simply because they believe that it is the best party available at the moment should be added to this coalition. The traditional party of political Islam, represented actually by the Felicity Party (SP), as well as the party representing the traditional center right, the Democrat Party (DP), have in fact been marginalized because of the high electoral threshold that pushed important voters close to these two historic political movements to vote for the AK Party strategically. We can also say that for those electors, voting for the AK Party is the second best option. Indeed, voting for the SP or the DP means voting indirectly for the opposition since the SP and the DP cannot get enough votes to enter Parliament.
I think that if the threshold is canceled or lowered to quite a low level, the share of votes of the SP and the DP might be easily and sizably increased at the expense of AK Party votes. I think that the AK Party cannot simply support this eventuality. I am impatient to see the AK Party's final decision regarding the electoral threshold.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Ak Parti, barajı indirmekten neden korkuyor?

Seçim barajının kalkması için yürüyor; yolu uzunu olabilir
Seçim barajının barış sürecinin başlıca anahtarından biri olduğunu uzun uzun açıklamaya sanırım gerek yok. Bir yandan PKK’yı silah bırakıp demokratik mücadeleye davet edeceksiniz, diğer yandan Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) TBMM’de temsilini yüzde 10 barajı ile engelleyeceksiniz. Olacak iş değil! Gerçi Haziran 2011 seçimlerinde BDP’nin bağımsız adaylar aracılığı ile 36 milletvekili kazandığı bir vakıa. Baraj olmasaydı zaten bu kadar milletvekili çıkaracaktı. Ancak bağımsız adaylar aracılığıyla parlamentoya girmek için zor ve riskli manevralar gerekiyor. Dahası, BDP parti olarak seçimlere katılmadığından devletin dağıttığı bol kepçe yardımlardan yararlanamıyor. Mevcut sistemin adil olmadığı aşikâr.

Eğer Ak Parti iktidarı barış sürecinde yol almak istiyorsa eninde sonunda seçim barajı sorununa el atmak zorunda. Bu zorunluluğun ilk sinyalleri geçen hafta basına yansıdı. Çeşitli medya organlarında Ak Parti’nin seçim sistemi reformu konusundaki düşüncelerine dair haberler çıktı. Resmi bir açıklama yok ama bu haberlerden Ak Parti’nin kafasında genel hatlarıyla şöyle bir plan olduğu anlaşılıyor: Barajı en fazla yüzde 7’ye indirmek, buna karşılık seçim çevrelerini en fazla 5 ya da 6 milletvekiline sahip olacak şekilde daraltmak.

BDP yüzde 7’yi geçer 

Bu, tuhaf bir plan. BDP’nin son seçimlerdeki bağımsız adayları yüzde 6 civarında oy aldılar. Anketler BDP’nin oy oranını halen yüzde 6,5 civarında tahmin ediyor. Ak Parti barajı yüzde 7’ye indirirse BDP, barajı büyük olasılıkla geçer. Ben de Tarhan Erdem gibi düşünüyorum. Ak Parti’nin Kürt seçmenlerinin bir bölümünü, hatta oy verecek parti bulamayan Türk seçmenlerin de bir bölümü bu koşullarda BDP’ye oy verir. Dolayısıyla barajı yüzde 7 gibi yine yüksek bir düzeyde tutmanın BDP’yi engellemeye yönelik olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir niyet varsa, tüm sonuçlarına katlanarak, Ak Parti’nin barajı yüzde 10’da bırakması gerekir.

Şubat ayında Betam’dan ‘Türkiye için seçim sistemi reformu’ adlı bir rapor yayımladım. Bu çalışmada mevcut seçim sistemini, barajı sıfırlayan ancak buna karşılık seçim çevrelerini en fazla 6 milletvekili ile sınırlayan alternatif sistemi simülasyon modelleri aracılığı ile karşılaştırıyorum. Tercihim olan bu ikinci alternatifte daha fazlası da var ama bu yazının esas meramını ilgilendirmediğinden konunun bu tarafını es geçiyorum. Simülasyon modelleri açıkça şu iki sonucu ortaya koyuyor: Bir, seçim çevreleri daraltıldığında Ak Parti’nin çoğunluk oy oranı yüzde 40 civarına yükseliyor. Son anketlerin en kötümseri dahi Ak Parti’nin oy oranını yüzde 40’ın bir hayli üzerinde tahmin ettiğini akılda tutalım. İki, halen referandum çoğunluğu olan 331 milletvekili için mevcut sistemde Ak Parti’ye en az yüzde 50 gerekirken önerdiğim alternatif sistemde bu oran yüzde 46 civarına düşüyor.

Kritik soru 

Mevcut sistem ile sıfır ya da çok düşük barajlı daraltılmış bölge sisteminin karşılaştırılmasının sonucu açık: Barajı yüzde 7’ye çekmek BDP’yi engellemez. Zaten Ak Parti’nin de böyle bir amaç güttüğünü sanmıyorum. Aksi takdirde barış sürecinde samimi olduğuna kimseyi inandıramaz. Öte yandan milletvekili sayısı açısından Ak Parti’nin barajı büyük ölçüde indirmekle, hatta sıfırlamakla kaybedeceği bir şey yok. Aksine yüzde 45 üzerindeki oy oranlarında avantajlı görünüyor. Yüzde 40’ın altında tek başına iktidar olmak ise ne Ak Parti’ye yarar ne de Türkiye’ye. Dolayısıyla kritik soru şu: Ak Parti barajı indirmekten neden korkuyor? Bu soruya bir yanıtımın olduğunu düşünüyorum. Ama yerim bitti. Yanıt gelecek çarşambaya kaldı.

23 Temmuz 2013 Salı

Why does AK Party fear lowering electoral threshold?

One of the critical keys to the success of the settlement process with the Kurdistan Workers' Party (PKK) is obviously an electoral system reform. The 10 percent threshold inherited from the military era following the Sept. 12, 1980 coup was put in place to prevent political instability caused by fragile and ineffectual coalition governments in the 1970s, but with time, it became the principal tool to prevent Kurdish parties from entering Parliament. The current pro-Kurdish party, the Peace and Democracy Party (BDP), has only ever won around 6 percent of the vote in a general election and recent polls do not give it more than 6.5 percent.


Ballot box is not just a box!
The 10 percent threshold admittedly continues to raise an insurmountable obstacle for the BDP to have representatives in Parliament. On the one side you ask the PKK to disarm and participate in the political process but on the other, you continue to place serious obstacles before this participation. The inconsistency is obvious. It is true that the BDP succeeded in having representative in Parliament in the last two elections, but this success was obtained by presenting independent candidates. However, do not forget that this method of bypassing the fateful threshold requires difficult maneuvers since the voters of the BDP belonging to the same constituency must be guided subtly to the different independent candidates running in this constituency. In the June 12, 2011 elections, the BDP's maneuvers were so successful that the most number of its representatives ever were elected. Do not also forget that the BDP is denied generous state funding since it does not participate directly in the elections. This denial is certainly not fair at all.
The high electoral threshold could have easily been changed since this requires a simple majority vote, but the ruling Justice and Development Party (AK Party) preferred not to touch it until now. Nevertheless, signs have appeared indicating that the AK Party is working on revising the current electoral law. According to the Hürriyet and Sabah newspapers, the AK Party government has the intention of lowering the threshold to 7 or 8 percent but also limiting the constituencies to five or six representatives at the same time. I had to propose an electoral system reform in this column (see my article “Electoral system reform,” on Sept. 27, 2012) and I later published a report on the same subject last September for Bahçeşehir University's Center for Economic and Social Research (BETAM) called “A new electoral system proposal for Turkey.”
Using simulation models, the report compares the distribution representatives among parties for the same vote distribution in the actual electoral system and in the reformed system that I proposed. This proposal is based on four principles: 1) Remove the 10 percent threshold; 2) As the absence of a threshold would increase the risks of fractionalization and political instability, narrow the constituencies so that the largest ones would have a maximum of six seats; 3) Increase the number of seats in Parliament from 550 to 600 and elect 550 of them in narrowed constituencies through the current D'Hondt method and elect 50 of them in a national constituency through the proportional method; and 4) As the new electoral system will be a mixed one, give two votes to each voter like in the German electoral system.
In this alternative electoral system the representation of the BDP is not only guaranteed but they can have 36 deputies in Parliament with 6 percent of the vote as is the case currently. This electoral reform will allow overcoming, on the one hand, one of the main obstacles jeopardizing the settlement process and preventing, on the other, an extreme fractionalization of the party system thanks to narrowed constituencies setting a de facto threshold in each constituency. Under the new system, unfair representation would be alleviated through the 50 seats elected at the national level through proportional voting so even a small party with 2 percent of the vote could get a seat.
The crucial point is that the AK Party suffers no risks regarding its number of deputies for the same vote share. On the contrary, the de facto vote share's threshold of getting a referendum majority (331 seats at least) is lowered for the AK Party from its level of 50 percent in the current system to 46 percent in the reformed system. Thus, the question is, why is the AK Party refusing to drop the 10 percent threshold or lower it dramatically? What is the reason behind its intention to still maintain the threshold at a high level? What is the AK Party afraid of? Eventually, I believe to have some answers but I have no room. I hope to come back to the issue on Saturday.

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Relax until autumn

Wednesday morning, Deputy Prime Minister Ali Babacan gave an interview to a Turkish TV program and in the afternoon, US Federal Reserve (Fed) Chairman Ben Bernanke testified to the US Congress.


Bernanke seems successful in convincing markets
Both of them tried to calm tensions that have appeared in the financial markets during the last weeks and to convince investors that, in fact, there was a terrible misunderstanding. Babacan, following the critical meeting at Dolmabahçe (see my article from Tuesday, July 15, “Plots out, common sense in”) that seems to have succeeded in convincing Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan of the dangers of confronting market forces, clearly explained that for 10 years the Justice and Development Party (AK Party) government has played the game of an open market economy and it will continue to play the same game in the future. He also strongly reminded listeners that the central bank is an independent institution and thus free to set the monetary policy according to its mission. So, inside Turkey, tension declined to some extent, as evidenced by a slight appreciation of the Turkish lira and a buoying stock market.
As for Bernanke, the stakes are even more important, since misunderstandings regarding the Fed's intentions are detrimental not only to the Turkish economy but for the world's economies. So, Bernanke's testimony to Congress aimed to clarify how the Fed evaluates the current situation of the US economy and more importantly, how it is setting benchmark conditions that will guide its monetary policy in the future. Let's start with Bernanke's mea culpa.
The Fed chairman explained that at the June Federal Open Market Committee (FOMC) meeting, he and his colleagues anticipated real gross domestic product (GDP) growth beginning to increase during the second half of this year and eventually reaching 2.9, and 3.6 percent in 2015, and for the unemployment rate to decline to between 5.8 and 6.2 percent by the final quarter of 2015. Moreover, these forecasts have not been subject to external shocks like undesirable federal fiscal policy moves and the slowdown of economic growth in emerging markets. Bernanke specified that “in the interests of transparency, Committee participants agreed in June that it would be helpful to lay out more details about our thinking regarding the asset purchase program … as well as of the likely trajectory of the program if the economy evolves as projected.” Admittedly, markets had overreacted -- this is my interpretation -- to this desire for transparency.
According to Bernanke, “With unemployment still high and declining only gradually and with inflation running below the Committee's long-run objective (2 percent), a highly accommodative monetary policy will remain appropriate for the foreseeable future.” First, the Fed will wait until it is sure of the strength of the ongoing recovery and when that is the case, it will start to reduce its asset purchasing. If the US economy has close to 6.5 percent unemployment and 2 percent inflation, the asset purchase program will be terminated as a tool of extraordinary times where the Fed policy interest rate is close to zero and cannot be turned into a negative rate.
However, while this extraordinary tool will eventually be out of use, the Fed “… intends to maintain a high degree of monetary accommodation for a considerable time after the asset purchase program ends and the economic recovery strengthens.” This will be done by maintaining the federal funds rate at close to zero. In his testimony, Bernanke took care to add a new clarification regarding the guiding conditions of the monetary policy. He said, “The specific numbers for unemployment and inflation [6.5 percent and 2 percent] are thresholds, not triggers. Reaching one of the thresholds would not automatically result in an increase in the federal funds rate.” Then he explained that if, for example, unemployment reaches 6.5 percent, but not through a rise in employment but rather through a decline in the labor force, or if the unemployment threshold is reached, but not the threshold for inflation, the Fed will not be in a hurry to increase its federal funds rate.
All those sophisticated and well-calibrated definitions and announcements are part of the difficult art of communication for central banks. One can assert that Chairman Bernanke gave a good example of this art form. I think that we can sleep soundly, at least until autumn. The risk of financial turbulence has been greatly minimized. Once autumn has passed, we will have to scrutinize very carefully the evolution of the US economy and track this evolution on the roadmap provided by Bernanke. In doing this, we cannot, of course, solve our structural problems, but we may at least avoid the surprises and the damage of high volatility in the markets.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Faiz lobisi out, aklıselim in

Başbakan'ı ikna için 4 saat
Bu haftanın en önemli ekonomik olayı Dolmabahçe’de yapılan ekonomik koordinasyon toplantısıydı. Başbakan’ın başkanlığında tüm ekonomi bakanları dört saat boyunca müzakere ettiler. Bu uzun süreyi Başbakan’ın ikna edilmesi için gereken zaman olarak okumak mümkün. Toplantının ardından yapılan ve oldukça kuru sayılabilecek resmi açıklama ikna çabasının başarılı olduğunu gösteriyor. Açıklama malumu ilan etmekten ibaret. Türkiye finans piyasasının uluslararası piyasalara büyük ölçüde entegre olduğu hatırlatılıyor, ardından da ilgili ekonomik kurumların gereken önlemleri zamanında almaya kararlı oldukları ilan ediliyor. Bir de mali disiplinden asla taviz verilmeyeceği.

Normal zamanlarda yaşıyor olsaydık, bu toplantı sanırım bu kadar uzun sürmezdi, yapılan açıklama da sıradan bir olay olarak görülürdü. Ama bildiğiniz gibi ABD Merkez Bankası’nın (FED) para musluklarını ilerde kısmaya başlayacağına dair çıkışı Türkiye’nin de dahil olduğu pek çok ülkeden sermaye çıkışlarına neden oldu. Türk Lirası değer kaybetmeye başladı, piyasa faizleri yüzde 9’u geçti. Bu gelişmelere tepki olarak da olan bitenin sorumluluğu karanlık bir ‘faiz lobisi’ne yüklendi. ‘Faiz lobisi’ söylemi Merkez Bankası’nı esir almış, ona sadece döviz satarak kur baskısını göğüsleme seçeneğini bırakmıştı. Faiz silahını kullanmak adeta olanaksızlaşmıştı. 

Dolmabahçe toplantısının can alıcı yönü ‘faiz lobisi’ söyleminin terk edilmesidir. Açıklamada ima yoluyla dahi meşum lobiden eser yok. ‘Türkiye finans piyasasının küresel piyasalara büyük ölçüde entegre’ olduğunun vurgulanması, sermaye çıkışlarının neden olduğu sorunlara piyasa mekanizmasının mantığıyla ve araçlarıyla çözüm aranmasının doğru olacağının teslimi olarak okunmalıdır. Böylece aklıselime dönülmüş oldu. 

Merkez Bankası’nın açmazı 
Bu hayırlı dönüşün ilk sonucu ortaya çıkmakta gecikmedi. Merkez Bankası pazartesi günü gelecek hafta yapılacak olan Para Politikası Kurulu’nda faiz koridorunun yüzde 6,5 üst sınırının arttırılacağı sinyalini verdi. Ne kadar arttıracağını göreceğiz. Sadece piyasaya günlük verilen paranın fiyatını arttırmak yeterli olur mu? Fatih Özatay, pazartesi günkü yazısında yüzde 4,5 olan politika faizinin de arttırılması gerektiğini yazdı. Asaf S. Akat ise dünkü yazısında yüksek faiz artışının sıcak para bolluğuna, dolayısıyla da Türk Lirası’nın yeniden aşırı değerlenmesine neden olabileceğinden söz etti. 

Aklıselime dönüş elbette Merkez Bankası’nın karşı karşıya olduğu klasik politika açmazlarının kendiliğinden çözümleneceği anlamına gelmiyor. Ama en azından tartışmayı bıraktığımız yerden devam ettirebiliriz. Bir yandan reel kurun aşırı değerlenmesini istemiyoruz. Aksi takdirde zaten artışa geçmiş olan cari açığın daha da artması ve ilerde FED’in parayı sıkılaştırmaya başlaması ile birlikte çok daha sert sermaye çıkışlarına neden olması fazlasıyla muhtemel. Öte yandan ise halen yıllık artış temposu yüzde 25 civarına yükselen kredi genişlemesini dizginlemek istiyoruz. Aksi takdirde enflasyon hedefinden daha da uzaklaşılacak. 

Tam bir bıçak sırtı durumu. Sanırım Merkez Bankası kur sepetinin 2.20’nin biraz üzerinde istikrara kavuşmasına razı. Bir süre bununla idare edebileceğini düşünüyor. Bunun için ölçülü bir faiz artışı yeterli olabilir. Piyasa faizlerinin yeniden yüzde 5 civarına geri gelmesini beklemek hayal olur. Negatif reel faiz politikasının sonu geldi gibi duruyor. Ne ki, esas sorun olduğu yerde duruyor: Düşük büyüme, nispeten yüksek enflasyon ve artma eğiliminde olan bir cari açık.

16 Temmuz 2013 Salı

Plots out, common sense in

The Turkish Statistics Institute (TurkStat) published, as usual on the 15th of each month, the labor market statistics for April. Unemployment might be the usual subject of this column, but there is neither good news nor bad news.


For hours to convince PM Erdoğan?
Simply put, the unemployment rate has been stagnant at about 9.3 percent for months as a result of strong increases in the labor force as well as in employment. Considering the current low economic growth, this trend in the Turkish labor market is quite puzzling. I hope to come back to this puzzle in the coming weeks.
The event of the week, I think, is the outcome of the Economic Coordination Board (EKK) meeting chaired by Prime Minister Erdoğan on Sunday evening in İstanbul and the subsequent announcement made by the central bank regarding its interest rate policy. Vice Prime Minister Ali Babacan, Economy Minister Zafer Çağlayan, Finance Minister Mehmet Şimşek, Development Minister Cevdet Yılmaz and some other Justice and Development (AK Party) managers participated in the Dolmabahçe meeting, discussing the state of the economy for four hours.
According to Radikal newspaper, the EKK has not held a meeting since February. It was time. In the official statement made after the meeting, it was noted that capital outflows occurring in the last few weeks were due to US Federal Reserve Bank (Fed) Chairman Ben Bernanke's announcement related to the Fed's intention to end the current loose monetary policy in the near future and that this statement of intention caused an exodus, not only from the Turkish financial market that is largely integrated into global financial markets, but from other emerging markets as well. It was also pointed out in the EKK statement that institutions in charge of the economy are decisively taking necessary, timely and coordinated measures in order to mitigate the adverse effects of this exodus. Phrases like “the Turkish financial market that is largely integrated into global financial markets” and “decisively” must be underlined, but the critical point of the statement is definitely the disappearance of the discourse on an “international plot” and the infamous “interest rate lobby” conspirators. Last, but not least, the statement demonstrated once again the AK Party government's strong belief in fiscal discipline as elections approach.
The day after the EKK meeting, the central bank announced its intention to enlarge its interest corridor at the next meeting of its Monetary Policy Committee (PPK), to be held on July 23. This corridor is set between 4.5 and 6.5 percent and the market interest rates of Treasury bonds have reached 9 percent and higher. In my column last Saturday, I wrote that this was an unsustainable position. Obviously, the central bank now plans to increase the upper limit of the corridor. Investors have already responded positively to this return to common sense in economic policy: The US dollar and the euro lost value against the Turkish lira, the two-year Treasury bond interest rate decreased to below 9 percent and the Istanbul Stock Market (İMKB) went up by almost 2 percentage points. Clearly, the flying capital is back.
Taken together, highlighting the fact of the broad integration of the Turkish economy into the global economy, the fidelity to fiscal discipline confirmed by recent budget figures and the central bank announcement reflect a response to recent worries about the ability of the AK Party to properly manage a market economy open to capital flows coupled with a high current account deficit. In my recent articles I extensively discussed these worries that originated from the plot theories and blaming the “interest rate lobby.” This was not only a misperception and a wrong explanation of the recent “sudden stop” event, but also a dangerous drift in economic management threatening the fragile economic stability. Investors, local and foreign, needed to be relieved of their worries. The statement after the EKK meeting and the central bank announcement signal that it has, indeed, not become a prisoner to the talk of plots, as I have suggested in this column many times.
So far, so good! But do not forget that this is just a first step made in the right direction. Now, the markets will wait and carefully scrutinize the steps taken toward implementation.

13 Temmuz 2013 Cumartesi

It may be time for capital controls

We have started to witness extraordinary times in economic management. The Justice and Development Party (AK Party) government has succeeded in transforming an ordinary “sudden stop” event, very common in open market economies with high current account deficits (CAD), into an intentional plot against them. A witch hunt season has begun.


controlling capital flows
Tuesday, the Banking Regulation and Supervision Agency (BDDK) decided to investigate foreign exchange deals in order to uncover alleged “manipulations” following the central bank auctioning of $1.3 billion in a single day. The BDDK wrote to banks asking for details of the auction bids and for what purpose they had bought foreign currency. Last month, while the Gezi Park protests and massive sales of assets in the İstanbul stock market were taking place, Turkey's Capital Markets Board (SPK) had launched an investigation into selling orders.
Investors exiting Turkish markets and the lira selloff have essentially been caused by the US Federal Reserve (Fed) announcement that the quantitative easing -- in other words, the systematic purchase of assets from the financial market -- may be terminated in 2014 if the recovery of the US economy is still underway. Political tensions provoked by the Gezi Park protests certainly affected, at least to some extent, the amount of capital outflows, but it is not principally responsible. The AK Party government is holding an obscure “interest rate lobby” responsible for markets fluctuations and claims that it is out to hurt AK Party rule by damaging the image of the Turkish economy. Now, the AK Party government is continuing forward with this logic and has started a series of investigations.
I do not think that these investigations will be able to uncover any manipulations of finance markets; it will simply find speculation. The difference between manipulation and speculation is obvious. Manipulation aims to affect prices, while speculation aims to react against expectations of radical price changes. I do not know any law prohibiting speculative actions in a market economy allowing free capital movement and the freedom of financial transactions. After the Fed's announcement, capital outflows occurred in many emerging markets, but I did not hear any blame being placed on plots organized by international lobbies in these markets. It is quite natural for investors to look after their profits. If the majority of them start expecting a rise in local interest rates due to a rise in US interest rates and an excess in demand of hard currencies enabling depreciation of the local currency, they start to sell their assets in the local currency and purchase euros or US dollars; it's as simple as that.
Accusing those investors of being a part of an “interest rate lobby” plotting against the AK Party is nonsense. The climate of suspicion created by these accusations confirms my earlier worries. From June 10 to 24 I wrote three articles warning AK Party managers against leading the Turkish economy down a dangerous path. I said an open market economy's management cannot be based on fears of conspiracies but instead it must act according to policies that respect its market rules. Now, the AK Party's allegations have taken the central bank's monetary policy prisoner, and it cannot raise its interest rates without being accused of being a part of the “interest rate lobby.”
What is happening now? The market interest rates of treasury bonds are actually over 9 percent, while the central bank is obliged to provide liquidities at 6.5 percent, in the best case. As long as investors think the central bank cannot move and that the Turkish lira will depreciate further, excess demand for hard currency will persist. So, the central bank will be continuing to desperately try to prevent this depreciation by selling dollars. Obviously, this is not a sustainable policy. Actually, the Fed is trying hard to convince investors that it has been misunderstood and that it will pursue its loose monetary policy for a while. This move may calm markets to some extent and for some time stop current capital outflows. But sooner or later, the Turkish economy will be facing capital outflows since its CAD is on the rise.
There are only two options to tackle these outflows: Either the central bank raises its interest rates, or the government decides to establish controls on capital movement. The first option is off of the agenda under the current circumstances, which leaves the second option. Different kinds of capital controls aiming to mitigate the volatility of capital in and out flows exist in various emerging markets. Turkey may be part of them. Nevertheless, the AK Party does not forget that, quite logically, these controls are set not only for outflows but for inflows as well.

10 Temmuz 2013 Çarşamba

10. planın ekonomiyle imtihanı

10. plan hedefleri 2023 hedefleri ile tutarlı ama gerçekçi değil
Beş Yıllık Kalkınma Planı (2014-2018), birkaç köşe yazısını saymazsak, hak ettiği gürültüyü koparmadan kabul edildi. 1963 yılından itibaren yapılmaya başlayan kalkınma planları aslında Demokrat Parti iktidarının son demlerinde gündeme gelmişti. Batı, müttefikinin keşmekeş içindeki ekonomisi biraz hesaba ve de kitaba gelsin istemişti. Ünlü Hollandalı iktisatçı Tinbergen’in temellerini attığı birinci beş yıllık plan iyi hazırlanmıştı ve hedefleri tutturma açısından en başarılısıydı. Sonra Süleyman Demirel, “Bize plan değil pilav lazım” özdeyişini patlattı ve planlar fazla ciddiye alınmaz oldu. Daha sonra ise Türkiye ekonomisi öyle çalkantıların içine düştü ki kimsenin planlarla ilgilenecek hali kalmadı. 

Bundan önceki planla ilgili yazı yazıp yazmadığımı doğrusu hatırlamıyorum. Beş yıl önceydi ve düşük büyüme henüz önemli bir sorun olarak temayüz etmemişti. Dahası, AK Parti iktidarı aşırı iddialı ekonomik hedeflerin peşinde koşmaktan çok askeri vesayet rejimi ile boğuşuyor, bu arada ekonomiyi de, özellikle mali disiplinin meyveleri sayesinde, iyi götürüyordu. Oysa şimdi 2023 hedefleri var ve hükümetin damgasını vurduğu bir kalkınma planı da elbette bu hedeflerle uyumlu olmak zorunda.
Cuma günü 10. planı tartışmak için davet edildiğim bir TV kanalında girizgâh olarak şu iki soruya yanıt vermem istendi: Bir, 10. Kalkınma Planı’nın büyüme hedefini (yüzde 5,5) gerçekçi buluyor musunuz? İki, planın hedefleri 2023 hedefleri ile uyumlu mu? Şöyle yanıtladım: “Gerçekçi bulmuyorum ama hedefler 2023 hedefleri ile uyumlu.” Şöyle de söyleyebiliriz: Plan hedefleri 2023 hedefleri ile uyumlu olmak zorunda olduklarından gerçekçi değiller. 

İki kritik öğe: Kur ve iç tasarruflar 

Lafı fazla uzattım. Sadede gelelim. Hedeflenen ortalama büyüme yüzde 5,5. Halen yüzde 3-4 arası tahmin edilen güncel büyüme hızına kıyasla oldukça iddialı bir hedef. Peki, bu yüksek hedef nasıl gerçekleşecek? Talep bileşenleri açısından iç ve dış talep dengeli artacak, o kadar ki halen yüzde 6 civarında olup artma eğiliminde olan cari açık oranı yüzde 5’e gerileyecek. Ama aynı zamanda Türk Lirası usul usul değerlenmeye devam edecek, ki 2018’de 1,3 trilyon dolarlık GSYH’ye ulaşabilelim. Tabii makro ekonomik denge açısından cari açığın yüzde 5’e düşmesi için iç tasarruf oranının da yüzde 14,4’ten yüzde 19’a çıkması gerekiyor.

Planda bu olağanüstü artışın 1 puanının kamu tasarruflarından gelmesi öngörülüyor. Olabilir; peki, geri kalan 3,6 puan? Finans piyasaları gelişecek, vatandaş finansal okuryazarlıkta büyük ilerleme kaydedecek, devletin özel emeklilik teşviki etkili olacak. Hepsi bu. Bu arada doğrudan yabancı sermaye yatırımları da 2018’de 28 milyar dolara yükselecek ve böylece zaten bir miktar azalmış olan cari açığı da sürdürülebilir kılacağız. 

Üretim faktörleri yönünden ise en kritik varsayım toplam faktör verimliliğinin büyümeye yapması beklenen katkı. Bu kalemden 1,1 yüzde puanlık katkı bekleniyor. Son yıllarda Türkiye ekonomisinin büyüme performansını üretim faktörleri yönünden inceleyen araştırmaların sayısı arttı. Bu araştırmaların tümü bize şunu gösteriyor: Büyümeye en büyük katkıyı sermaye birikimi yapıyor. Bu doğal ama yeterli değil. Türkiye’nin gelişmiş ülkeler ile arasındaki kişi başına gelir uçurumunu nispeten hızlı kapatabilmesi için ya da günümüzün moda deyişiyle orta gelir tuzağına takılmaması için yüksek verimlilik artışlarına ihtiyaç var. Yüksek verimlilik artışları da ancak reform dönemlerinde görülüyor. 10. planda doğrusu oldukça zengin bir reform ajandası mevcut. Ama ben havada reform kokusu alamıyorum.

Who needs whom?

When a crisis erupted between Turkey and some EU members -- led by Germany -- two weeks ago concerning the opening of the chapter on regional policy, EU Affairs Minister and chief negotiator Egemen Bağış declared, “Turkey does not need Europe, but Europe needs Turkey.”


This assessment then became a popular leitmotif among Justice and Development Party (AK Party) circles. I do not know the arguments used by Mr. Bağış, except the usual rhetoric on Turkey's geostrategic position. Economic figures do not seem to support the minister. Geostrategy is significant, and certainly it is in Turkey-EU relations, but even a very favorable geostrategic position could not suffice to decide the fate of Turkey's EU membership. Nor would it be sufficient to explain Turkey's economic success.
Egemen Bağış: EU needs Turkey more than turkey needs EU
“Who needs whom?” is admittedly a complicated question to answer, since the global economy is global precisely because of mutual dependencies that exist between national economies. Nevertheless, it is possible to make some comments on these mutual dependencies in the search for any eventual asymmetries regarding mutual foreign trade and foreign direct investment (FDI) flows. It is true that the share of Turkish exports going to the European market declined remarkably in recent years. This share remained at around 60 percent until 2007 but decreased to 40 percent last year.
The European recession is partly responsible for this decline, but the decisive factor has been an impressive increase in Turkish exports to other markets, particularly the Middle East and North Africa, where the share went from 13 percent to 34 percent in the last decade. But the European market continues to be the main destination for Turkish goods and a huge gap exists to Turkey's disadvantage in mutual trade. This means that if a mutual contraction of trade were to occur due to an eventual termination of the existing customs union with the EU, the Turkish economy would be much more adversely affected than the EU economy.
As for the FDI flows between Turkey and Europe, they constitute a more critical issue. Turkey has a very high current account deficit (CAD) at about 6 percent of gross domestic product (GDP). Making sustainable this deficit in the future depends heavily on the level of FDI. At the moment, FDI in Turkey finances only one-fifth of the CAD, and three-quarters of the flow emanates from the EU. From 2007 to April 2013 the cumulative FDI total was $75 billon, and $56 billon of that was from EU companies. During the same period, Turkish companies invested approximately $16.5 billon abroad, and $12 billion of that was invested in EU countries.
Before the negotiations for EU membership started in 2005, Turkey was receiving less than $3 billion in FDI per year. Then foreign investment jumped to $18-20 billon, thanks to Turkey's EU harmonization process. After the global recession, FDI inflows decreased by around $10 billon, but one can expect higher figures in the future along with the European recovery. In order to have a greater share in the world FDI pool, the Turkish economy must improve its attractiveness through a relatively high and balanced growth rate as well as a better investment environment and stronger competitiveness.
Membership negotiations played a very effective role in this respect in the past, and they will continue to play the same role in the future. The reasons are obvious: Progress in membership negotiations makes the Turkish economy progressively closer to the EU economy in terms of law, property rights and European standards. Moreover, having a perspective of joining the EU constitutes a solid and confident anchor for Turkish democracy as well as for the stability of the Turkish economy. It is not certain, of course, that Turkey will become an EU member in the future, even if the negotiation process is successfully concluded. However, we can easily claim that the negotiation process itself is crucial for successful economic development.
At the moment, there is no other alternative that could assume the role that Turkey's European harmonization process plays. I think that it would be better for Turkey to focus on economic and political reforms that will keep it on the European track, but at the same time and paradoxically, will make it less dependent on the EU if its economic fragilities can be addressed and its democracy solidified during the negotiation process.

5 Temmuz 2013 Cuma

Mısır ekonomisi çöküşün eşiğinde

Ordu Mısır tarihinde ilk kez demokratik bir seçimle gelen Mursi’yi görevden aldı. Demokrasinin gelişmediği bir ülkede darbe yapmak kolaydır. Çöküşün eşiğindeki bir ekonomiyi kurtarmak ise o kadar kolay olmayabilir. Ordu’nun atadığı “geçici” yönetimin işi oldukça zor. Siyasal sorunlar bir yana, hızla bozulan makro ekonomik dengeleri yeniden tesis etmek ve Mısır ekonomisini büyüme rayına acilen oturtmak zorunda.

Ekonomiyi kurtarmak darbe yapmaktan daha zor olabilir
           Hızlı bir araştırma bu talihsiz ülkede ekonomik durumun tahminimden daha kötü olduğunu ortaya koydu. Büyümeden başlayalım. Mübarek’in devrildiği yıl olan 2011’de büyüme yüzde 1,8’e düşmüş. Geçen yıl ise yüzde 2,2’den ibaret. IMF’in 2013 tahmini yüzde 2. Düşen büyümenin ardında büyük ölçüde gerileyen yatırımlar ve turizm gelirleri bulunuyor. Siyasal belirsizlikler ve toplumsal çatışmalar yatırımcı güvenini alıp götürmüş. Düşük büyüme, nüfusu hızla artmaya devam eden Mısır’da beklenebileceği gibi işsizliği ciddi ölçüde artırmış. Devrim öncesi yüzde 9 olan işsizlik oranı halen yüzde 13. 2000 yılında yüzde 17 olan ve Mübarek’in son yıllarında da yükselme eğiliminde olan yoksulluk oranı 2011’de yüzde 25’e yükselmiş.

Ürkütücü kamu açığı

            Bu tablo bize halkın önemli bir bölümünün, kısa ömürlü Müslüman Kardeşler yönetiminden sadece siyasal nedenlerle değil, aynı zamanda ekonomik nedenlerle de düş kırıklığına uğradığını söylüyor. Ancak durum daha da kötüleşebilir. Kamu kesimi açığı  2011’de yüzde 10’a yükselmiş. 2012 ‘de ise yüzde 11’i geçmiş. Kamu borcunun GSYH’ya oranı da artarak yüzde 87’ye ulaşmış. Cari denge fazla verirken, son yıllarda eksiye geçmiş. Cari açık oranı halen yüzde 3’ün üzerinde. Yüksek sayılmaz ama Mısır Merkez Bankası’nın zaten yetersiz olan rezervleri hızla eriyerek ancak 2,5 aylık ithalatı karşılayacak düzeye inmiş durumda.

            Durum açık: Yeni yönetimin acilen ekonomik güven ortamını sağlayacak bir istikrar programını devreye sokması lazım. Devasa kamu kesimi açığını hızla azaltacak bir mali planın yapılması ve uygulanması gerekiyor. Başta petrol ürünleri ve elektrik olmak üzere çeşitli fiyat desteklerinin GSYH’nın yüzde 6’sına ulaştığını hayretle öğrendim. IMF sosyal ve ekonomik açıdan yanlış hedeflere yönlendirildiğini söylediği bu desteklerin azaltılmasını, elde edilecek ekstra gelirlerin ise kamu açığının azaltılmasının yanı sıra yoksul kesimin desteklenmesine, alt yapı yatırımlarına, eğitime ve sağlığa harcanmasını savunuyor. Bu manevrayı geçiş hükümeti başarabilir mi? Açıkçası bilmiyorum.

IMF ile anlaşmanın zorluğu

            Mursi Hükümeti IMF ile stand-by müzakereleri yaparken devrildi. 5 milyar dolarlık bir anlaşma söz konusuydu. Türkiye ölçeğinde 15 milyar dolar demek. Şimdi ordunun yönetime getirdiği hükümet IMF ile anlaşmak durumunda. Ekonomik güveninin tesis edilmesi ve acilen gereken taze paranın bulunmasının başka bir yolu yok. En azından ben bilmiyorum. Fiyat desteklerinin geri alınması, önemli ölçüde orta ve üst gelirlilerin ve firmaların rantlarına son vereceğinden, tam da bu kesimlere dayanmak durumunda olan bir iktidarın kolay kolay göze alacağı bir iş değil. Ama öte yandan kamu açıkları düşürülmezse, zaten yükselmekte olan hazine tahvillerinin faizleri zıvanadan çıkacak ve kamu borcu çevrilemez hale gelecek. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal vaziyeti.


            Darbe, zahmetli de olsa iç dinamiklerle gelişebilecek demokratik bir sürecin önünü tıkadığı gibi, Müslüman kardeşlerin çok daha  güçlü bir şekilde geri gelmelerinin yolunu da açmış oldu. Sizi bilmeme ama bana bayağı tanıdık geliyor.   

Egypt threatened by an economic meltdown

The first president of Egypt elected in a democratic process, President Mohammed Morsi, was overthrown by a military coup on Wednesday. The president and over 300 hundred members of the Freedom and Justice Party (FJP), the political organization of the Muslim Brotherhood, are in custody.


The new rulers of Egypt
The political situation is very confused. The Egyptian army is trying to form a transition government, but no one knows how long it will remain in power and no one knows if, when this government holds new elections, they will be democratic or not. In any case, whatever the political evolution is in the near future, Egypt's economy is in such a disastrous situation that the new rulers cannot wait until political order and stability are established. They face urgent decisions, particularly the implementation of a stabilization program supported by the International Monetary Fund (IMF). Morsi's government was negotiating such a program before the military coup.
I was reading here and there that Egypt's economy was not doing well, before as well as after the revolution that ended the dictatorship. While I was watching the military coup happening on live TV Wednesday evening, I realized that I know almost nothing about the economics of this unfortunate country. A rapid overview of World Bank (WB) and IMF data on Egypt convinced me that the situation is worse than I thought.
Let's start, as usual with economic growth, which is the key economic parameter for most others. In 2011, the year of the revolution, Egypt's gross domestic product (GDP) grew by only 1.8 percent, but the fresh democracy did not help that much, as growth was limited to 2.2 percent last year. For this year, the IMF estimate is only 2 percent. A WB note published in April noted the main problems quite well: “Egypt's economy is still suffering from a severe downturn and the government faces numerous challenges as to how to restore growth, market and investor confidence. Political and institutional uncertainty, a perception of rising insecurity and sporadic unrest continue to negatively affect economic growth.” The result is undeniable: The share of investments in GDP declined from 21 percent in 2011 to 13 percent in 2012.
Since population growth is about 1.8 percent, this level of growth means more or less a stagnation of per capita income and, quite naturally, a rise in unemployment. It had remained at 9 percent before the revolution and recently went up to 13 percent. This made poverty worse, as might be expected. The poverty rate, estimated at 17 percent in 2000, was already on a rising trend, reaching 22 percent in 2009 and 25 percent in 2011. The rate for 2012 is not yet available, but we can guess at the progression given the poor economic performance.
The accumulation of social problems is, for sure, one of the main factors behind the massive discontent of Egyptians. The social situation cannot be improved overnight, and an economic collapse is quite probable. Indeed, the macroeconomic imbalances are so deep that Egypt actually faces a disastrous economic meltdown. The budget deficit rose to 11.4 percent last year, from 10 percent in 2011 and the public debt ratio remains at 86 percent. For the sake of comparison, let me remind you that these figures are approximately 1.8 percent and 38 percent, respectively, for Turkey. Egypt's current account balance went from positive to negative in recent years, and its ratio to GDP is not very high (slightly over 3 percent, while Turkey's is over 6 percent). Since the already low central bank reserves are evaporating, they are currently able to cover only two-and-a-half months of imports.
How will the new rulers of Egypt handle the economic situation? The most urgent problem is to restore investor confidence, and the best way to do this is to sign an agreement with the IMF as soon as possible. The most critical issue will be sizeable cuts in the huge and ill-targeted energy subsidies that have reached as much as 6 percent of GDP, in order to decrease the huge budget deficit. At the same time, public spending has to be restructured to put a social safety net in place and direct more resources to investments in infrastructure, education and health, as pointed out by the IMF. We will see if the new rulers will be capable of this difficult maneuver. If not, the responsibility for the economic meltdown will be put on the shoulders of the new rulers, and we should be ready for the triumphant comeback of the Muslim Brotherhood in the future.

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Mega havalimanının kaderi büyümeye bağlı

Finans piyasası sakinleşmiş görünüyor. Ama kur ve faiz, şok öncesi düzeylerine geri dönmediler. Kur sepeti 2,20’nin üzerinde tutunacak gibi duruyor. Merkez Bankası’nı fazla rahatsız etmeyebilir. Ama enflasyonla mücadelede kontrolü yeniden ele geçirmesi lazım. Gösterge faiz, borç verme faizinin neredeyse 1,5 yüzde puan üzerinde. Nasıl bir yol izleyeceğini göreceğiz. Aynı ‘karanlık mihrakların’ kurbanı olduğu iddia edilen Brezilya’nın risk primi 100 baz puan artarken Türkiye’ninki 200 baz puan arttı. Bu konuda hükümetin kafa yormasında yarar var.

Büyüme düşük kalırsa bu kadar büyüğüne gerek yok
Bugün makro konuları bırakıp mikro bir konuyu, bir süre önce rekor bir fiyatla ihale edilen İstanbul’un yeni havalimanını tartışmak istiyorum. Hem rekor fiyat hem de planlanan devasa kapasite epey tartışma yarattı. Mega projeleri seven Başbakanımız bu mega havalimanı projesini güçlenen Türkiye’nin gurur vesilesi olarak takdim etti. Haksız sayılmaz. 2019’da açılması öngörülen yeni havalimanı ilk aşamada 90 milyon yolcu kapasitesine sahip olacak. Daha sonra kapasite 120 milyona, ardından da 150 milyona çıkacak. Bu hedefler gerçekleşirse büyük olasılıkla dünyanın en büyük havalimanına sahip olacağız. 

Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (Betam) geçen cuma günü tartışmaya yayımladığı araştırmayla katıldı. Betam iki soruya yanıt arıyor: Bu devasa kapasitelere gerçekten ihtiyaç var mı? İkinci soru da, 25 yıl için 22 milyar euroya yap-işlet-devret modeliyle ihale edilen yeni havalimanı sağlam bir fizibiliteye sahip mi? Atatürk Havalimanı’nın 45 milyon yolcuyu kaldıramadığı, buna karşılık THY ve diğer havayolu şirketlerinin hızla büyümekte oldukları dikkate alınırsa, çok daha büyük bir havalimanına ihtiyaç olduğu aşikâr. Ama ne kadar daha büyük? Betam yanıtın Türkiye ekonomisinin gelecek 25 yılda ne kadar büyüyeceğine bağlı olduğunu söylüyor. 

Teknik ayrıntıları merak eden okurlar Betam’ın araştırmasına bakabilirler. Yolcu sayısının iki temel belirleyeni var: Nüfus artışı ve kişi başına gelir artışı. Geçen on yılda bu etkenlerin Atatürk Havalimanı’nın yolcu sayısını nasıl belirlediği hesaplanarak gelecek 25 yılda nüfus ve reel büyüme tahminlerine bağlı olarak yolcu sayısındaki artışlar tahmin ediliyor. Nüfus artışı aşağı yukarı belli. Kritik parametre büyüme oranı. Betam iki büyüme senaryosu öngörüyor. Birinci senaryo, Türkiye ekonomisi için genel kabul gören potansiyel büyüme hızının yakalanacağını kabul ediyor: İkinci senaryo ise büyümeyi kısıtlayan mevcut tahditleri dikkate alarak biraz daha düşük bir büyüme öngörüyor. 

İki farklı senaryo 

2013-2019 döneminde yüzde 5, 2020-2030 dönemi için yüzde 4, 2013-2043 dönemi için yüzde 2 büyüme varsayan Senaryo 1’de, yeni havalimanının 2019’da 80, 2020’lerin 2. yarısında 120 milyon, 2030’larda ise 150 milyon yolcuya hizmet vermesi söz konusu. Bu tahmin İstanbul’un bir mega havalimanına ihtiyaç duyduğunu kesinlikle doğruluyor. Buna karşılık, büyüme daha düşük –ilk dönemde yüzde 4, ardından sırasıyla yüzde 3 ve 1,5– seyredecek olursa, 90 milyon kapasiteye ancak 2020’lerin ikinci yarısında, 120 milyona da 2050’ye doğru ihtiyaç olacağı görülüyor. Yani 90 milyonluk kapasite yeterli duruyor. 

Dünyanın en büyük havalimanına sahip olamamanın Türkiye ahalisi için bir sakıncası olacağını sanmıyorum. Ancak düşük büyüme ihaleyi kazanan konsorsiyumun başını ağrıtabilir. Betam’ın Atlanta, Atatürk ve Sabiha Gökçen havalimanlarının gelir-gider tablolarını, sözleşmede belirlenen hizmet fiyatlarını, 7,5 milyarlık yatırım için nispeten düşük bir faiz oranını (yüzde 4) ve Hazine’ye taksitle ödenecek 22 milyar euroyu esas alarak yaptığı gelir-gider tahminleri, düşük büyüme senaryosunda yeni havalimanı işletmesinin büyük bir zararla karşılaşacağını gösteriyor. 

İşletme dışı faaliyetlerden elde edilecek gelirler bu hesaba dahil değil. Yeni havalimanına tahsis edilen arazi 7500 hektar. Atatürk Havalimanı’nın arazisi 1200 hektara yakın. 150 milyon kapasite için 3 ile çarpsanız bile 3600 hektar ediyor. Kalan 3900 hektarda çok şey yapılabilir. Herhalde konsorsiyum ne yaptığını biliyordur.

1 Temmuz 2013 Pazartesi

New development plan seems too optimistic

The new five year development plan covering the period of 2014-2018 was published last week by the Ministry of Development without causing the debate it deserves. Obviously, the 10th Development Plan has been overshadowed by the heated debates on the Gezi Park protests as well as fluctuations in the exchange and interest rates caused by sudden capital outflows. Now, there is a new development plan that constitutes the road map for the Turkish economy. Its success or failure will be decisive for the achievement of the ambitious goals set by the Justice and Development Party (AK Party) for 2023.


Cevdet Yılmaz, Minister of Development
Before going through a critical analysis of the internal consistency of the plan, in other words, before discussing if the means proposed are suitable with respect to the goals, let's summarize the main targets. From 2013 to 2018 the plan foresees a Gross Domestic Product (GDP) average growth of 5.5 percent. In real terms, that means Turkey will have a 30 percent higher GDP in 2018 and in dollar terms, 50 percent higher -- from the estimated $850 billion in 2013 to $1.3 billion in 2018. The difference between the two GDP targets, in real Turkish lira and in US dollars, implicitly assumes a quite important appreciation of the lira. Indeed, even considering a 2 percent USD inflation, the difference still implies an appreciation of 10 percent at the end of the period. Moreover, the current account deficit would be decreased, despite this appreciation, down to 5 percent, from its actual level of 6 percent. Thus, the planned growth is not only rather high but also balanced.
Many times in this column I have talked about the fact that the potential growth of the Turkish economy is estimated by a large consensus of economists at 5 percent, given the existing structural constraints like low domestic savings and a high current account deficit, a lack of competitiveness and weak productivity gains and high inflation, when compared to those of our main trading partners. Also, since my first article in this column, I questioned if the Turkish economy is capable of realizing this potential growth, since no serious policies have been implemented in order to overcome these structural constraints.
What does the new plan foresee regarding these constraints? The critical intermediary target is, of course, domestic savings. Indeed, the domestic savings ratio to GDP will rise from 14.4 percent in 2013 to 19 percent in 2018. More than 5 percentage points in five years! One percentage point is expected from public savings, thanks to fiscal discipline. A tax reform encouraging public savings and a campaign against waste are also mentioned. Let me just recall that the recent tax reform was far from satisfying in this respect. The remaining extra savings must come from private saving increases. How will this enormous effort be achieved? Hopes are pinned only on financial incentives for households. Encouragement of female participation in the labor force is mentioned as factor, but nothing comprehensive is foreseen in order to foster a radically higher number of working women. The “three children goal,” which is also incorporated into the plan, will certainly not help promote women's entry into the labor market.
The savings strategy is far from convincing, all the more because real interest rates are actually in the negative zone and nothing is foreseen for corporate savings. Now, research on the determinants of corporate savings indicates that the main factor is profitability and this depends on wage moderation coupled with rapid productivity gains and with an undervalued Turkish lira. The recent depreciation of the lira shows clearly that an exchange rate of TL 1.83 to the dollar, assumed in the plan for 2013, is already null and void, since the new floor seems to be at 1.90, at least. Many economists continue to insist that the lira's value is misaligned and further depreciation is needed in the future.
That said, what about the productivity gains? From the supply side, a 1.1 percentage point contribution from total factor productivity (TFP) growth is planned. The past experience of the Turkish economy shows that this rather high contribution of TFP occurred only during comprehensive reform periods. However, the new plan does not appear to be strongly reformist. For example, regarding labor market reforms, the important severance pay reform that was cancelled last year at the last moment by the prime minister is mentioned, but without any precision about its controversial basic principles. I believe, the new development plan targets are hardly achievable but they are perfectly in line with the 2023 targets. It could not be otherwise.