29 Ekim 2013 Salı
26 Ekim 2013 Cumartesi
A very difficult trinity
22 Ekim 2013 Salı
Ekonomi yönetiminde çatlak mı var?
Ali Babacan Başbakanı nasıl ikna etti? |
Ak Parti hükümetinin içinde ekonomi
politikaları konusunda zaman zaman görüş ayrılıklarının ortaya çıktığını
biliyoruz. Örneğin önemli bir görüş ayrılığı ‘mali kural’ konusunda yaşanmıştı.
O dönemde ‘mali kural’ taslağının hamisi ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı
Ali Babacan’ın ne kadar zor durumda kaldığını çok iyi hatırlıyorum. Para
poltikası-döviz kuru bağlamında Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın zaman zaman
Merkez Bankası’na yönelttiği eleştiriler de hafızamızda tazeliğini
koruyor.
Ama sanırım en önemli görüş ayrılığı haziran ayında Başbakan’ın ‘faiz lobisi’ çıkışı sırasında yaşandı. Bu şaşırtıcı çıkışı zamanında çok tartıştık. ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Bernanke’nin tahvil alımlarına yavaş yavaş son vereceklerine dair açıklaması Gezi Parkı protestolarının en yoğun yaşandığı günlere denk gelmiş, döviz kuru ve piyasa faizleri sermaye çıkışları sonucu hızla yükselmeye, borsa düşmeye başlamıştı. Bu ortamda bizzat Başbakan ve yakın çevresi tarafından ortaya atılan komplo teorisine göre düşük faiz politikasından memnun olmayan büyük oyuncular Ak Parti iktidarını yıpratmak için sermayelerini çekmeye başlamışlardı.
Bir pazar akşamı, Dolmabahçe’de
Olan bitenin aslında hiç de gizemli bir tarafı yoktu. Yüksek cari açık veren pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de yerli/yabancı pek çok yatırımcı FED’in para politikasını sıkılaştırma perspektifi karşısında gardlarını alıyorlardı. Buna karşılık ‘faiz lobisi’ iddiası, dünya ekonomisi ile bütünleşmiş bir açık piyasa ekonomisinin yönetilme kabiliyetinin sorgulanmasına neden oldu ve ekonomiye yaklaşımda radikal bir değişiklik ihtimali tartışılmaya başladı. Sonra ne olduğunu biliyoruz. Durum daha fazla vahimleşmeden bir pazar akşamı Başbakan’ın başkanlığında ekonomiden sorumlu tüm bakanlar ile Dolmabahçe’de kritik bir toplantı yapıldı. Toplantının ardından yapılan kısa açıklamada ekonominin açık piyasa ekonomisinin kurallarına göre yönetilmeye devam edeceği vurgulandı. Ertesi gün de Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı yaptığı basın toplantısında bağımsız para politikasına halel gelmeyeceğini kesin bir dille vurguladı.
Hükümetin içinde nasıl bir tartışma yaşandığını, toplantı için kimin bastırdığını, toplantıda Başbakan’ın nasıl ikna edildiğini bilmiyoruz. Umarım günün birinde öğreniriz. Toplantının ardından ‘faiz lobisi’ söylemi son buldu ve işler normale döndü. İlk günden itibaren Dolmabahçe toplantısının çok kritik bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Tahminim faiz lobisi suçlamaları ayyuka çıkarken suskunluğunu korumayı başaran Babacan’ın bir şekilde Başbakan’ı gidişatın vahameti konusunda ikna etmeyi başardığı.
‘İlerleme Raporu’nun iması
“İyi de bu geriye dönüş nereden çıktı” dediğinizi duyar gibiyim. Şuradan çıktı: AB’nin kısa süre önce açıklanan ‘İlerleme Raporu’nun ekonomi bölümüne göz gezdirirken oldukça gizemli bir ifadeyle karşılaştım. AB Bakanlığı’nın gayri resmi Türkçe çevirisinden aynen aktarıyorum: “Devlet kurumlarının sorumluluklarındaki parçalı yapı, bütçeleme ve orta vadeli ekonomi politikalarının oluşturulmasında koordinasyonu karmaşık kılmaya devam etmektedir. Bununla birlikte, ekonomi politikaları son dönemde iç anlaşmazlıklar ve gerginliklerden etkilenmemiş gözükmektedir. Sonuç olarak, ekonomi politikasının temel unsurlarına ilişkin mutabakat korunmaktadır.”
Bu oldukça kapalı ifade bana göre açıkça yukarıda özetlemeye çalıştığım ekonomi yönetiminde bu yaz yaşanan çatlağa gönderme yapıyor. Konunun ‘İlerleme Raporu’nda yer alması önemli. Ama daha önemlisi küçük bir ayrıntıda yatıyor. İngilizce orijinal metinde son cümlede “mutabakat görünürde (apparently) kurtarıldı” yazıyor. Türkçe çeviride nedense ‘görünürde’ kelimesi atlanmış.
Ama sanırım en önemli görüş ayrılığı haziran ayında Başbakan’ın ‘faiz lobisi’ çıkışı sırasında yaşandı. Bu şaşırtıcı çıkışı zamanında çok tartıştık. ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Bernanke’nin tahvil alımlarına yavaş yavaş son vereceklerine dair açıklaması Gezi Parkı protestolarının en yoğun yaşandığı günlere denk gelmiş, döviz kuru ve piyasa faizleri sermaye çıkışları sonucu hızla yükselmeye, borsa düşmeye başlamıştı. Bu ortamda bizzat Başbakan ve yakın çevresi tarafından ortaya atılan komplo teorisine göre düşük faiz politikasından memnun olmayan büyük oyuncular Ak Parti iktidarını yıpratmak için sermayelerini çekmeye başlamışlardı.
Bir pazar akşamı, Dolmabahçe’de
Olan bitenin aslında hiç de gizemli bir tarafı yoktu. Yüksek cari açık veren pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de yerli/yabancı pek çok yatırımcı FED’in para politikasını sıkılaştırma perspektifi karşısında gardlarını alıyorlardı. Buna karşılık ‘faiz lobisi’ iddiası, dünya ekonomisi ile bütünleşmiş bir açık piyasa ekonomisinin yönetilme kabiliyetinin sorgulanmasına neden oldu ve ekonomiye yaklaşımda radikal bir değişiklik ihtimali tartışılmaya başladı. Sonra ne olduğunu biliyoruz. Durum daha fazla vahimleşmeden bir pazar akşamı Başbakan’ın başkanlığında ekonomiden sorumlu tüm bakanlar ile Dolmabahçe’de kritik bir toplantı yapıldı. Toplantının ardından yapılan kısa açıklamada ekonominin açık piyasa ekonomisinin kurallarına göre yönetilmeye devam edeceği vurgulandı. Ertesi gün de Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı yaptığı basın toplantısında bağımsız para politikasına halel gelmeyeceğini kesin bir dille vurguladı.
Hükümetin içinde nasıl bir tartışma yaşandığını, toplantı için kimin bastırdığını, toplantıda Başbakan’ın nasıl ikna edildiğini bilmiyoruz. Umarım günün birinde öğreniriz. Toplantının ardından ‘faiz lobisi’ söylemi son buldu ve işler normale döndü. İlk günden itibaren Dolmabahçe toplantısının çok kritik bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Tahminim faiz lobisi suçlamaları ayyuka çıkarken suskunluğunu korumayı başaran Babacan’ın bir şekilde Başbakan’ı gidişatın vahameti konusunda ikna etmeyi başardığı.
‘İlerleme Raporu’nun iması
“İyi de bu geriye dönüş nereden çıktı” dediğinizi duyar gibiyim. Şuradan çıktı: AB’nin kısa süre önce açıklanan ‘İlerleme Raporu’nun ekonomi bölümüne göz gezdirirken oldukça gizemli bir ifadeyle karşılaştım. AB Bakanlığı’nın gayri resmi Türkçe çevirisinden aynen aktarıyorum: “Devlet kurumlarının sorumluluklarındaki parçalı yapı, bütçeleme ve orta vadeli ekonomi politikalarının oluşturulmasında koordinasyonu karmaşık kılmaya devam etmektedir. Bununla birlikte, ekonomi politikaları son dönemde iç anlaşmazlıklar ve gerginliklerden etkilenmemiş gözükmektedir. Sonuç olarak, ekonomi politikasının temel unsurlarına ilişkin mutabakat korunmaktadır.”
Bu oldukça kapalı ifade bana göre açıkça yukarıda özetlemeye çalıştığım ekonomi yönetiminde bu yaz yaşanan çatlağa gönderme yapıyor. Konunun ‘İlerleme Raporu’nda yer alması önemli. Ama daha önemlisi küçük bir ayrıntıda yatıyor. İngilizce orijinal metinde son cümlede “mutabakat görünürde (apparently) kurtarıldı” yazıyor. Türkçe çeviride nedense ‘görünürde’ kelimesi atlanmış.
Reversal of the brain drain
The argument is that developing countries make a valuable investment in
the education of these elites, but when the time comes for their return, they
fly to developed countries which profit free of charge from the human capital
accumulated in these elites. This claim is only partly true. The literature
of institutional economics has held for a long time that to benefit from the
crème de la crème in a developing country, one needs a developed academic and
research environment that is lacking in developing countries.
That said, the actual question in the development debate is how we can
reverse the brain drain. The Turkish government recently raised this question
and tried to formulate an answer. The Scientific and Technological Research
Council of Turkey (TÜBİTAK), a governmental body in charge of financing
research projects, decided a short time ago to offer financial incentives for
the return of Turkish academics and researchers working in developed
countries.
According to Science and Technology Minister Nihat Ergün, interviewed
yesterday by the Radikal daily, applications for the TÜBİTAK grant have
increased fivefold this year over last year. The number of individual
applications has reached 117 this year, 74 of which have been accepted while
31 are still under evaluation. Of these applications, 75 percent came from
Turkish academics established in the US while the rest were from various
countries such as Germany, the UK and Italy. Almost 90 percent of applicants
preferred top universities such as Middle East Technical University (ODTÜ),
Bilkent University and Sabancı University.
Although the number of applicants has multiplied by five, their number
(117) is still quite small for a country of 75 million inhabitants. I do not
know how many Turkish academics are working abroad, but I estimate they must
be in the thousands. We should take TÜBİTAK's step as a starting point that
shows its intentions. According to Radikal, the grant offered is limited to
$1,650 per month over two years. A fund of $12,500 is available for various
expenses related to the research project. Frankly speaking, I do not think
these financial incentives are sufficient for a Turkish academic or
researcher who is well-integrated into the research facilities of another
country to decide to return to Turkey. Associate Professor Şükrü Sadık Öner,
who returned from the US, told Radikal that “the incentives must be increased
to accelerate the reversal of the brain drain, as the existent incentives are
persuasive only for Turkish academics who are already hesitant about
remaining in the US.” Öner added that “there are also other obstacles, for
example the procurement of research materials which are available in the US
the day after the request is made, while in Turkey, procurement through public
contracts take too much time.”
Clearly, financial incentives must be increased, but they should also be
differentiated according to the research record of the applicant as well as
the nature of the project proposed. Nonetheless, larger financial incentives
will not be sufficient to start a strong reversal of the brain drain. Here we
return to what I noted at the beginning of the article: The institutional
framework matters more than financial incentives. Returning academics need to
find an environment that is amenable to their research agenda. Such an
environment cannot be created in a top-down, centralized manner. This
environment needs a competitive market structure that should be composed of
financially and academically autonomous universities and research centers,
either private or public. The establishment of such an environment requires a
radical reform of tertiary education, a big bang that will reverse not only
the existing centralized and authoritarian system but also our mentality
concerning the duty of the state in tertiary education.
The basic principles of such reform are repeated every year in the
Medium-Term Program, but no action has been taken up until now. In any case,
this is better than nothing; we can at least continue to
hope.
|
19 Ekim 2013 Cumartesi
A mysterious passage in the Progress Report
The most-discussed document of the week has been the European Union's
annual progress report on Turkey. As usual, its comments focused almost
exclusively on politics, trying to assess whether the EU's ideas of democracy
and human rights are being satisfied or not.
|
|||
Readers, I believe, should be well aware of the criticism and praise for
the report. But what about the economy? I cannot claim to have examined all
the press, but at least in the newspapers I looked at, I did not find any
comment on those chapters of the report concerning the Turkish economy.
Thus, while searching for interesting topics for this column I thought
that commenting on the economic section of the report would be a good idea.
So, I carefully read the pages concerned with economic assessment but, at the
risk of disappointing you, I could not find any striking comments regarding
the Justice and Development Party (AK Party) government and the economy. All
the report pointed out was the fragility of the Turkish economy because of
the increasing current account deficit, which presents a risk of recession
through capital reversal, and the document recommended structural reforms in
order to make the Turkish economy more resilient. However, one mysterious
passage that seems to be related to the consistency of economic governance
drew my attention.
I quote from the report: “The fragmentation of responsibilities between
government bodies continues to complicate the coordination of budgeting and
medium term policy-making. However, it seems that economic policies have not
been affected by internal conflicts and tension in recent times. Overall, the
consensus on economic policy essentials has apparently been preserved.” So,
what problem is the report hinting at? Let's start by noting the key words:
“fragmentation of responsibilities,” “complicate the coordination,” “internal
conflicts and tension in recent times” and “apparently.”
Is there a fragmentation of responsibilities between government bodies
complicating the coordination of its economic policies? Apparently not, since
Deputy Prime Minister Ali Babacan is in charge of economic coordination, the
central bank is independent in its monetary policy and there is no conflict
between Governor Erdem Başçı and Babacan. Nonetheless, since the last-minute
rejection of the 'fiscal policy' by Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan two
years ago, which was considered a necessity by Babacan, we feel that there
are two opposing approaches to the economy in the government: On one side,
Babacan and Finance Minister Mehmet Şimşek, supported by the economic
bureaucracy, defend an economic policy approach in line with the rules of a
free-market economy integrated with the world economy, and on the other side
we see others such as Minister of Economy Zafer Çağlayan defending a more pragmatic,
one might say “populist,” approach. The critical point is that the prime
minister seems to belong to this second camp.
This internal conflict, which has existed at least since the elections of
June 2011, has become an open argument in recent times. Erdoğan has from time
to time criticized high interest rates, asserting that the best way to fight
inflation is to lower them. As the central bank is fortunately independent,
these remarks did not have any effect on its interest rate policy, but political
pressure on the central bank continued to increase. However, when the Federal
Reserve's chairman, Ben Bernanke, made his famous announcement of the end of
monetary easing last May, while at the same time the Gezi Park protests in
Taksim Square were coincidentally intensifying, hot money started to leave
Turkey, pushing up the market interest rates. Erdoğan seized the opportunity
by making an open attack against “the interest rate lobby.” His claims were
so unconvincing that investors' confidence in the consistency of Turkey's
economic policy began to erode. This dangerous development has been stopped
in extremis by Babacan's efforts at a critical meeting in the Dolmabahçe
office with the prime minister and other ministers with various economic
responsibilities. A short communiqué stating that the rules of a free-market
economy will be respected was published after the meeting, and the following
day Başçı gave a press conference maintaining that the independence of the
central bank was still intact.
Well, as the Progress Report says, “the consensus on economic policy
essentials has apparently been preserved.”
|
Artık harekete geçme zamanı
Yapısal reformlar siyasal iradeyi bekliyor |
Bugün bayramın ikinci günü. Tüm okurlara
iyi bayramlar diliyorum. Yaygın geleneğe göre bugün ‘hafif’ bir konu yazmam
uygun olurdu. Ama yine ‘ağır’ bir konuyu gündeme getirmek zorundayım. Geçen
hafta açıklanan 2014-2016 dönemi Orta Vadeli Program’ı (OVP) tartışmak
istiyorum. Konu önemli çünkü çok kritik bir döneme rast geldi. OVP halen
yaşanmakta olan düşük ve kalitesiz büyümeyi tersyüz etmeyi amaçlıyor. Bu
başarılamazsa Türkiye’nin kimyası bozulabilir. OVP’nin koyduğu hedefler uçuk
değil ama ulaşılmaları da hiç kolay değil çünkü siyaseten zor reformları
gerektiriyorlar; üstelik üç seçimin yaşanacağı bir dönemde.
Dengeli büyüme
OVP’nin temel amacı, ekonomiyi yüzde 4-5’lik dengeli bir büyüme patikasına oturtmak. Ortalıkta uçuk kaçık büyüme rakamları dolaşıyor. Yüzde 4-5 yetmezmiş, yüzde 6-7 büyümeliymişiz. Üstüne basa basa belirtmek istiyorum: Üretim faktörleri kapasitemiz açısından hesaplar yüzde 5’i bir üst sınır olarak gösteriyor. Yakalayabilirsek büyük başarı olur. Yakalayabilmek için de büyüme, OVP’nin hedeflediği gibi, dengeli olmak zorunda. Bu şu demek oluyor: Talep yönünden net ihracat büyümeye pozitif katkı yapacak. Diğer ifadeyle ihracat ithalattan daha hızlı artacak ki halen artma eğiliminde olan cari açık azalsın. OVP cari açığın yüzde 7’den 2016’da yüzde 5,5 düzeyine inmesini öngörüyor.
Üretim faktörleri yönünden ise toplam faktör verimliliğinin (TFP) büyümeye nispeten yüksek katkı yapması bekleniyor. Ancak işin vahameti şu ki TFP katkısı bu yıl negatif. Bu soruna dikkat çekmiştim (‘Türkiye orta gelir tuzağının eşiğinde’). OVP bunu itiraf ediyor. Tahmini bir hesap da yapmış: Bu yıl yüzde 3,6 tahmin ettiği büyüme oranının 2,5 puanı sermaye stoku artışından, 2 puanı da istihdam artışından kaynaklanıyor. 0.9 puanlık verimlilk azalışı ise büyümeyi aşağıya çekiyor. Bu halden önümüzdeki üç yılda TFP katkısını yaklaşık 0,85 puan pozitife geçireceğiz.
Her yerde reform Bunlar olmayacak işler değil ancak hükümetin kapsamlı ve doğru reformlar yapması gerekiyor. OVP iç tasarrufları üç yılda 3,5 puan arttırmayı hedefliyor. Bu artışın 3 puanı özel kesimden gelecek. OVP’yi dikkatle taramama rağmen bu konuda dişe dokunur pek bir şey bulamadım. Sadece kullanılabilir gelir ile borçlanma arasında denge kuracak, diğer ifadeyle tüketicileri ayaklarını yorganlarına göre uzatmaya zorlayacak önemlerden söz ediliyor. Taksit sınırlaması ve kredi tayınlaması gibi önlemler gündemde. Ancak bunların öngörülen tasarruf artışını sağlayabilecekleri kuşkulu. Bu arada firma tasarruflarından bahis yok.
Buna karşılık 0,5 puan arttırılması hedeflenen kamu kesimi tasarrufları konusunda ümit var. Personel harcamaları dışında diğer kamu harcamaları sıkı bir diyete tabi tutulacak. Sıfır tabanlı bütçe vaadi var. Gerçekleşirse küçük çapta devrim olur. Ayrıca kamu programlarında etki analizi şart koşuluyor. Tek defalık gelirler, harcamaları arttırmada kullanılmayacak. Uzatmayalım, kamu harcamalarının milli gelir içindeki payı azaltılacak, aynı zamanda kaynaklar etkin kullanılacak, verimsiz destekler yerine Ar-Ge’ye ve verimli yatırımlara yönlendirilecek.
Verimliği arttıracak pek çok isabetli reform da OVP’de yer alıyor. Eğitim kalitesini arttırmak, vasıfların piyasa talebi ile uyumunun sağlanması hedefleniyor. Kıdem tazminatı reformu zorunluluktur deniyor. İşgücü piyasasının bölgesel özelliklerini dikkate alan istihdam politikaları, kayıtdışılık ile amansız mücadele, enerji verimliliğini ve rekabeti arttıracak politikalar vaat ediliyor.
Buraya kadar her şey tamam. Ancak bu reformlar daha önceki OVP’lerde de büyük ölçüde yer alıyordu. Tekrarlar sıkmaya başladı. Artık harekete geçme zamanı.
Dengeli büyüme
OVP’nin temel amacı, ekonomiyi yüzde 4-5’lik dengeli bir büyüme patikasına oturtmak. Ortalıkta uçuk kaçık büyüme rakamları dolaşıyor. Yüzde 4-5 yetmezmiş, yüzde 6-7 büyümeliymişiz. Üstüne basa basa belirtmek istiyorum: Üretim faktörleri kapasitemiz açısından hesaplar yüzde 5’i bir üst sınır olarak gösteriyor. Yakalayabilirsek büyük başarı olur. Yakalayabilmek için de büyüme, OVP’nin hedeflediği gibi, dengeli olmak zorunda. Bu şu demek oluyor: Talep yönünden net ihracat büyümeye pozitif katkı yapacak. Diğer ifadeyle ihracat ithalattan daha hızlı artacak ki halen artma eğiliminde olan cari açık azalsın. OVP cari açığın yüzde 7’den 2016’da yüzde 5,5 düzeyine inmesini öngörüyor.
Üretim faktörleri yönünden ise toplam faktör verimliliğinin (TFP) büyümeye nispeten yüksek katkı yapması bekleniyor. Ancak işin vahameti şu ki TFP katkısı bu yıl negatif. Bu soruna dikkat çekmiştim (‘Türkiye orta gelir tuzağının eşiğinde’). OVP bunu itiraf ediyor. Tahmini bir hesap da yapmış: Bu yıl yüzde 3,6 tahmin ettiği büyüme oranının 2,5 puanı sermaye stoku artışından, 2 puanı da istihdam artışından kaynaklanıyor. 0.9 puanlık verimlilk azalışı ise büyümeyi aşağıya çekiyor. Bu halden önümüzdeki üç yılda TFP katkısını yaklaşık 0,85 puan pozitife geçireceğiz.
Her yerde reform Bunlar olmayacak işler değil ancak hükümetin kapsamlı ve doğru reformlar yapması gerekiyor. OVP iç tasarrufları üç yılda 3,5 puan arttırmayı hedefliyor. Bu artışın 3 puanı özel kesimden gelecek. OVP’yi dikkatle taramama rağmen bu konuda dişe dokunur pek bir şey bulamadım. Sadece kullanılabilir gelir ile borçlanma arasında denge kuracak, diğer ifadeyle tüketicileri ayaklarını yorganlarına göre uzatmaya zorlayacak önemlerden söz ediliyor. Taksit sınırlaması ve kredi tayınlaması gibi önlemler gündemde. Ancak bunların öngörülen tasarruf artışını sağlayabilecekleri kuşkulu. Bu arada firma tasarruflarından bahis yok.
Buna karşılık 0,5 puan arttırılması hedeflenen kamu kesimi tasarrufları konusunda ümit var. Personel harcamaları dışında diğer kamu harcamaları sıkı bir diyete tabi tutulacak. Sıfır tabanlı bütçe vaadi var. Gerçekleşirse küçük çapta devrim olur. Ayrıca kamu programlarında etki analizi şart koşuluyor. Tek defalık gelirler, harcamaları arttırmada kullanılmayacak. Uzatmayalım, kamu harcamalarının milli gelir içindeki payı azaltılacak, aynı zamanda kaynaklar etkin kullanılacak, verimsiz destekler yerine Ar-Ge’ye ve verimli yatırımlara yönlendirilecek.
Verimliği arttıracak pek çok isabetli reform da OVP’de yer alıyor. Eğitim kalitesini arttırmak, vasıfların piyasa talebi ile uyumunun sağlanması hedefleniyor. Kıdem tazminatı reformu zorunluluktur deniyor. İşgücü piyasasının bölgesel özelliklerini dikkate alan istihdam politikaları, kayıtdışılık ile amansız mücadele, enerji verimliliğini ve rekabeti arttıracak politikalar vaat ediliyor.
Buraya kadar her şey tamam. Ancak bu reformlar daha önceki OVP’lerde de büyük ölçüde yer alıyordu. Tekrarlar sıkmaya başladı. Artık harekete geçme zamanı.
12 Ekim 2013 Cumartesi
How is the Turkish economy going?
Last week was rich in economic events and information. First, the
International Monetary Fund (IMF) published its routine economic assessment
in which it expressed some caustic criticism of Turkey's economic policies
and forecast rather low growth for the near future.
|
|
Then at the beginning of the week, the medium-term economic program (OVP)
for the years 2014-2016 was announced by the government, which forecast
rather optimistic growth rates and unemployment dropping slightly in the
coming years. Finally, the Turkish Statistics Institute (TurkStat) on Friday
published the monthly labor market figures for the period of June-August
which showed a jump in unemployment, increasing from 9.7 percent in June to
10.1 percent in July. So when I consider all these, my answer to the question
in the title is: The Turkish economy is not going very well. But there are
also some reasons to be optimistic.
Let's start with the IMF's criticisms. The feared organization does not
agree with the multidimensional monetary policy employed by the Central Bank
of Turkey for almost two years. The IMF believes this new policy addressing
inflation as well as a stable and competitive real exchange rate using
unconventional instruments is inconsistent when the risks stemming from the
tightening of the Fed's monetary policy in the future are considered.
Concretely, the IMF thinks the large current account deficit (CAD) cannot be
financed if the policy interest rate of 4.5, well below the current inflation
rate of 7 percent, is not increased. Turkey's fiscal policy was also in a
mire according to the IMF. It admitted that this year's fiscal policy targets
will be reached but said there are reasons to be worried in the future
because public spending is rapidly increasing while part of the public
revenue increases originate from privatization and tax amnesties. The IMF
suggested a further tightening of the fiscal policy in order to increase the
primary surplus.
If these recommendations are followed, what will happen? The growth rate
will be lower than the IMF's forecast of 3.5 percent for the next year. The
logic behind this double tightening is that if the macroeconomic unbalances,
like a large CAD or high inflation, are not fixed in time, the risk of severe
adjustments that could provoke a recession will dramatically increase. Thus,
it would be wiser to make the necessary adjustments now, even if growth slows
further. This is the only way, according to the IMF, to put the Turkish
economy back on its potential growth path of 4-5 percent.
The OVP disagrees with the IMF's criticisms regarding monetary policy; me
too. The OVP backs the central bank's unconventional policies. The IMF
disregards one critical consequence of high interest rates: the risk of the
appreciation of the lira that would contradict the aim of narrowing the CAD
and put economic growth on a balanced path. The question of inflation
remains, of course. The central bank and the government intend to address
this question using instruments other than the policy interest rate, such as
controlling credit expansion by different measures or using the interest rate
corridor to keep market interest rates relatively high. The OVP is confident
of falling inflation that would come closer to the targeted 5 percent in the
coming years. I hope they will succeed.
However, the government fully agrees with the IMF in terms of tightening
its fiscal policy. This is rather a nice good surprise when one considers
that the Justice and Development Party (AK Party) will be facing important
electoral challenges in the coming months. Indeed, the OVP plans to reduce
the general public deficit from 1 percent of gross domestic product (GDP)
this year to 0.5 percent in the next year and to increase the primary surplus
from 0.9 percent to 1.3 percent through a reduction of the share of public
expenditure in GDP. Fiscal policy being a unique discretionary instrument at
the government's disposal ensures that the political will is sufficient to
achieve these fiscal targets.
In this context, the OVP forecasts 4 percent growth for 2014 and 5
percent for the next two years, while the unemployment rate will fall
slightly from the unrealistically estimated 9.5 percent this year to 8.9 percent
in 2016. The targeted growth rates as well as the unemployment rates are not
exaggerated but quite challenging. There is broad consensus that 4-5 percent
growth rates are achievable, and if they are attained, a fall in unemployment
will follow. Nevertheless, achieving this growth performance requires the
implementation of a comprehensive reform agenda. This will be the topic of
this column next Tuesday.
|
9 Ekim 2013 Çarşamba
IMF'nin ocağına düşer miyiz?
IMF'den "kurtulduk" diye biraz erken mi seviniyoruz? |
IMF, 4. madde gereği rutin değerlendirmesini
geçen ay sonu yaptı, önerdiği reçeteyi de geçen hafta yayımladı. Temel sorun
olan büyüme ile ilgili teşhis hepimizin malumu: İç talebe dayalı büyüme cari
açığı ve enflasyonu attırmaktadır, dolayısıyla sürdürülebilir değildir. FED’in
para politikasını sıkılaştırmasına paralel olarak uluslararası likidite
daraldığında Türkiye ekonomisi de ciddi daralma riskiyle karşı karşıya kalır.
Türkiye ekonomisinin yüzde 4-5’lik büyüme patikasına oturabilmesi için mevcut
ekonomi politikalarında önemli değişiklikler gerekmektedir.
Negatif reel faiz
Buna karşılık reçete ağır. Ama merak etmeyin IMF’ye halen muhtaç değiliz, dolayısıyla da reçeteye uymak zorunda değiliz. Ancak soru şu: Uymazsak ve de IMF haklı ise yarın öbür gün IMF’nin ocağına düşer miyiz? Sorunun yanıtı kolay değil. IMF ne buyuruyor bir bakalım. IMF, TCMB’nin para politikasından hoşnut değil. Eleştirinin odak noktası reel faiz. Halen yüzde 4,50 olan politika faizi enflasyon hedefinin (yüzde 5) biraz, yüzde 7-8 aralığındaki güncel enflasyonun ise bir hayli altında. Yani reel faiz negatif. Bu durumda enflasyonu aşağıya çekmek olanaksız. Faiz yükseltilmeli. Dahası IMF’nin ‘çok hedefli’ para politikasına dair kuşkuları var. Açıkça belirtmese de belirli bir reel kur hedefinin takip edilmesini doğru bulmuyor.
Öte yandan IMF, maliye politikasını yeterince sıkı bulmuyor. Bir defalık gelir artışlarının gelirleri yüksek tuttuğunu, bu sayede 2013 bütçe açığı hedefinde sorun olmadığını ancak harcama kısmında yüksek artışların sağlıklı olmadığını ve gelecekte sorun yaratacağını söylüyor. Önerisi ise gelirler yüksekken harcamaları kısarak daha yüksek faiz dışı fazla verilmesi. IMF açısından maliye politikasını sıkılaştırmanın bir diğer erdemi de kamu tasarrufunu arttırarak iç tasarruf açığının azaltılmasına katkı yapması.
Büyümeyi düşürün
IMF sürdürülemez olduğunu düşündüğü mevcut para ve maliye politikalarıyla Türkiye ekonomisinin bu yıl yüzde 3,8, gelecek yıl da yüzde 3,5 büyüyeceğini tahmin ediyor. Buna karşılık önerdiği gibi para ve maliye politikaları sıklaştırılırsa büyüme ne olur? IMF söylemiyor ama ne olacağı belli. Orta vadede -önümüzdeki bir iki yıl- büyüme yüzde 3’ün de altına düşer. IMF’nin beklentisi, daha sonra daha düşük enflasyon ve cari açık ile Türkiye ekonomisinin potansiyel büyüme patikasına kalıcı biçimde oturması. Tabii vergi tabanını genişletecek, işgücü piyasasını esnekleştirecek, mal piyasalarında rekabeti yoğunlaştıracak ve işgücünün uzun dönemde verimliliğini arttıracak yapısal reformların yapılması koşuluyla.
Yapısal reformlar konusunda IMF haklı ama bu ayrı bir konu. Tartışılması gereken, önerilen kemer sıkmanın gerekli olup olmadığı, eğer gerekliyse siyaseten mümkün olup olmadığı. Harcamaların kontrol altına alınarak kamu tasarruflarının arttırılması eleştirisine katılıyorum. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in de bu görüşü desteklediği basında yer aldı. Seçimler yılı olan 2014’te Ak Parti Hükümeti bunu yaparsa bize de helal olsun demek düşer. Para politikasına gelince. TCMB negatif reel faizin geçici olduğunu, enflasyonun yüzde 7’nin altına düşeceğini hesaplıyor. Bu durumda fiilen uyguladığı yüzde 7 civarındaki faizin yeterince yüksek olduğunu düşünüyor. Bu sayede TL’nin aşırı değerlenmesinin de önünü kesmiş oluyor. Umarım haklı çıkar. IMF bu aşırı değerlenme riski ve özel tasarrufların nasıl arttırılabileceği konusunda bir şey söylemiyor. Anladığım kadarıyla “Bir süre için yüzde 3’ün de altında büyümeye razı olup temel dengesizliklerinizi düzeltin, sonra yolunuz açık olur” diyor. Haklı olabilir ama bu reçetenin siyaseten uygulanması olanaksız.
Negatif reel faiz
Buna karşılık reçete ağır. Ama merak etmeyin IMF’ye halen muhtaç değiliz, dolayısıyla da reçeteye uymak zorunda değiliz. Ancak soru şu: Uymazsak ve de IMF haklı ise yarın öbür gün IMF’nin ocağına düşer miyiz? Sorunun yanıtı kolay değil. IMF ne buyuruyor bir bakalım. IMF, TCMB’nin para politikasından hoşnut değil. Eleştirinin odak noktası reel faiz. Halen yüzde 4,50 olan politika faizi enflasyon hedefinin (yüzde 5) biraz, yüzde 7-8 aralığındaki güncel enflasyonun ise bir hayli altında. Yani reel faiz negatif. Bu durumda enflasyonu aşağıya çekmek olanaksız. Faiz yükseltilmeli. Dahası IMF’nin ‘çok hedefli’ para politikasına dair kuşkuları var. Açıkça belirtmese de belirli bir reel kur hedefinin takip edilmesini doğru bulmuyor.
Öte yandan IMF, maliye politikasını yeterince sıkı bulmuyor. Bir defalık gelir artışlarının gelirleri yüksek tuttuğunu, bu sayede 2013 bütçe açığı hedefinde sorun olmadığını ancak harcama kısmında yüksek artışların sağlıklı olmadığını ve gelecekte sorun yaratacağını söylüyor. Önerisi ise gelirler yüksekken harcamaları kısarak daha yüksek faiz dışı fazla verilmesi. IMF açısından maliye politikasını sıkılaştırmanın bir diğer erdemi de kamu tasarrufunu arttırarak iç tasarruf açığının azaltılmasına katkı yapması.
Büyümeyi düşürün
IMF sürdürülemez olduğunu düşündüğü mevcut para ve maliye politikalarıyla Türkiye ekonomisinin bu yıl yüzde 3,8, gelecek yıl da yüzde 3,5 büyüyeceğini tahmin ediyor. Buna karşılık önerdiği gibi para ve maliye politikaları sıklaştırılırsa büyüme ne olur? IMF söylemiyor ama ne olacağı belli. Orta vadede -önümüzdeki bir iki yıl- büyüme yüzde 3’ün de altına düşer. IMF’nin beklentisi, daha sonra daha düşük enflasyon ve cari açık ile Türkiye ekonomisinin potansiyel büyüme patikasına kalıcı biçimde oturması. Tabii vergi tabanını genişletecek, işgücü piyasasını esnekleştirecek, mal piyasalarında rekabeti yoğunlaştıracak ve işgücünün uzun dönemde verimliliğini arttıracak yapısal reformların yapılması koşuluyla.
Yapısal reformlar konusunda IMF haklı ama bu ayrı bir konu. Tartışılması gereken, önerilen kemer sıkmanın gerekli olup olmadığı, eğer gerekliyse siyaseten mümkün olup olmadığı. Harcamaların kontrol altına alınarak kamu tasarruflarının arttırılması eleştirisine katılıyorum. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in de bu görüşü desteklediği basında yer aldı. Seçimler yılı olan 2014’te Ak Parti Hükümeti bunu yaparsa bize de helal olsun demek düşer. Para politikasına gelince. TCMB negatif reel faizin geçici olduğunu, enflasyonun yüzde 7’nin altına düşeceğini hesaplıyor. Bu durumda fiilen uyguladığı yüzde 7 civarındaki faizin yeterince yüksek olduğunu düşünüyor. Bu sayede TL’nin aşırı değerlenmesinin de önünü kesmiş oluyor. Umarım haklı çıkar. IMF bu aşırı değerlenme riski ve özel tasarrufların nasıl arttırılabileceği konusunda bir şey söylemiyor. Anladığım kadarıyla “Bir süre için yüzde 3’ün de altında büyümeye razı olup temel dengesizliklerinizi düzeltin, sonra yolunuz açık olur” diyor. Haklı olabilir ama bu reçetenin siyaseten uygulanması olanaksız.
8 Ekim 2013 Salı
Economic growth in the long-term
As a guest of the Turkish Industrialists and Businessmen’s Association
(TÜSİAD) and a prominent specialist on economic growth theory, Professor
Robert J. Gordon from Northwestern University gave a remarkable conference
last Saturday at Kadir Has University.
|
|||
Former Turkish Economy Minister and former Word Bank Vice President Kemal
Derviş, who led the important economic reforms implemented after the crisis
of 2001, made interesting comments on Turkish economic growth problems. This
is, for sure, an occasion to revisit the issue of long-term economic growth.
Professor Gordon recently published a hotly debated article in which he
asks if economic growth in the US is over (“Is U.S. Economic Growth Over?
Faltering Innovation Confronts the Six Headwinds”). The paper suggests that
the rapid progress made over the past 250 years could well turn out to be a
unique episode in human history. Income per capita growth that was nearly
stagnant accelerated in the 18th-century UK thanks to the First Industrial
Revolution, which was essentially based on a revolution in production
processes and transportation brought about by the advent of steam energy and
mechanization.
This first revolution was followed by a second in the latter half of the
19th century, led by the US. This Second Industrial Revolution was based on
electricity and the internal combustion engine, to mention the two major
innovations. Most of the durable consumption goods we continue to use
nowadays were created in the 20th century in the US and then spread
throughout the world. These new goods not only tremendously improved human
welfare but had the decisive side effects of pushing capital accumulation,
employment and productivity gains up through many channels. Gordon pointed
out how, for example, the participation of women in working life jumped
thanks to the availability of household goods.
From 1891 to 2007 yearly average per capita income growth was 2 percent
in the U.S. Until the 1970s this growth exceeded 2 percent and was based
mostly on rising labor productivity. After 2007, productivity continued to
increase but at a slower pace, while working hours started to decrease,
canceling out some of the productivity increases. In the coming decades
structural trends, Gordon’s headwinds, will further compensate productivity
gains, which he says are already faltering. Gordon listed his headwinds and
gave estimates on how much each will undermine the long-term trend of 2 percent
growth in per capita income.
Four of those headwinds are demography, education, inequality and debt.
The population is aging and the rising participation of women in the
workforce hit its peak at 58 percent (in the US) in 2000 and then began to
decline. These two factors will cancel out the contribution of employment to
economic growth in the future. Educational attainment, which has increased
greatly in the past, will also peak in the future. Income inequality is
dangerously increasing. According to Gordon, during the last decade
individuals at the bottom level of income distribution got next to nothing
from productivity gains, while individuals at the top took more than half of
the added income. Last but not least, disposable income has been growing more
slowly than debts for years, increasing the debt burden on households. This
burden also has its proper limitations.
For each of these headwinds Gordon subtracts a few fractions of a percent
from the long-term average of 2 percent per capita income growth. He comes to
the conclusion that average growth will fall under 1 percent in the coming
decades before hitting zero in the 2050s in the US. This is certainly bad
news for the US, which sets the limits of the world’s technological frontier.
If humanity is unable to realize a new technological revolution, this
frontier will cease its outward movement. Countries like Turkey, however,
that remain far behind in technology, may still hope to catch up at, of
course, various speeds.
Derviş, after explaining that he isn’t as pessimistic as Gordon regarding
the difficulty of pushing the frontier forward, focused on our basic problem:
How fast can Turkey close in on this frontier? In other words, what could our
growth rate be in the future? We already know the answers: We have to
increase our domestic savings and realize productivity-enhancing reforms. But
the core of the problem is that we, Derviş included, don’t know how to do it.
|
5 Ekim 2013 Cumartesi
Economic agenda of president of republic
The already crowded Turkish political agenda is about to generate a new
problem: What will be the political future of Abdullah Gül, the president of
the Turkish Republic, once his mandate is over in July 2014? The answer to
this question is not straightforward at all since it has become clear that
Mr. Gül will not retire from political life.
|
|||
Indeed, he made it clear, in his much-remarked about speech during the
traditional opening ceremony of Parliament on Oct. 1, that he “will continue
to be at the service of the people.” Furthermore, Mr. Gül made important
statements regarding domestic and foreign policy as well as economic issues,
taking care to maintain his objectivity, even to present his criticism of
some hot issues like the Gezi Park protest or Turkey's Syrian policy. I was
particularly impressed by his assessments of economic problems, all the more
since they are completely in line with my own views that I try to defend in
this column. Admittedly, Mr. Gül has decided to be part of the
decision-making process in the future, in one way or another.
Before launching into some thoughts about the political future of Mr.
Gül, I would like to reiterate what he said about the state of the Turkish
economy and briefly make some comments. Let me quote the passage of the
speech relating to the main economic challenges that the Turkish economy is
facing: “This global economic climate may make it difficult for countries
like Turkey who have low domestic savings levels to access the resources
needed to finance growth. … A solution to the chronic low domestic savings
problem became a priority. Our domestic savings ratio [as a proportion of the
gross domestic product (GDP)], which was around 23 percent in the 1990s,
started to fall in the following years but despite the measures that were
taken, the ratio could only be increased to 15 percent recently. This low
savings ratio constitutes one of the major obstacles to our efforts aiming
for a sustainable growth performance. Hence, while on the one hand we have to
increase the share of domestic savings in the financing of growth, on the
other, we must absolutely increase the contribution of total factor
productivity to growth. As I have always pointed out, the structural reforms
that must be implemented in this respect are crucial in order to avoid our
country falling into the middle-income trap.”
I do not know how many times I have argued the same thing in my columns
here. I recently wrote two articles about the quality of growth and domestic
savings that were pointing out the necessity of increasing the domestic
savings ratio as well as overall productivity if we want to avoid the
middle-income trap. President Gül did not detail the policies to be followed
in order to overcome the main economic problems. He contented himself to
underlining the importance of quality education when productivity increases
are considered under the conditions of global competitiveness. He also ruthlessly
reminded everyone that Turkey is placed at the bottom of Organization for
Economic Cooperation and Development (OECD) countries regarding the quality
of its education. Thus, Mr. Gül did not choose an optimistic discourse. He
did not make any reference to the unrealistic 2023 goals that constitute one
of the preferred topics of Justice and Development Party (AK Party)
ministers. He was realistic and, at the same time, he wanted, I think, to
prove that he is mastering the problems of the Turkish economy.
Now, let's come back to the difficult question: What role will Mr. Gül
play in Turkish politics? The answer depends on many factors. Mr. Recep
Tayyip Erdoğan, the prime minister, has confined himself in a way that will
lead him inevitably to the presidency since it is now almost impossible to
renounce the “three-term rule” which prevents deputies from being elected for
the fourth mandate. The possibility of Mr. Erdoğan becoming prime minister
for the fourth time is closed. But at the same time, the AK Party was not
successful in changing the constitutional articles pertaining to the
prerogatives of the president of the republic. Once moved to the Çankaya
presidential palace, Mr. Erdoğan will no longer be a member of the AK Party
and will have limited executive powers. Mr. Turgut Özal and Mr. Süleyman
Demirel already experienced this ambiguous situation when they were elected
as president. One can say that Mr. Erdoğan will have the advantage of being
elected by direct popular vote, and will hence be more powerful. But this may
not be enough to control the AK Party and be the head of the executive power,
particularly should Mr. Gül decide to be the leader of the AK Party and,
later, the prime minister.
|
2 Ekim 2013 Çarşamba
Tartışmaya devam
Bugün de seçim sistemi reformunu
tartışmaya devam etmek istiyorum. Ekonomide acilen ele alınması gereken bir
konu yok şimdilik. Dün yayımlanan yazımda genel bir değerlendirme yapmıştım.
Bugün Ak Parti tarafından tartışmaya açılan iki alternatif sistemin daha
ayrıntılı bir karşılaştırmasını yapmak istiyorum. Bu arada dün akşam konuştuğum
bir Ak Parti yöneticisinden dünkü yazımda sorduğum kritik sorunun da yanıtını
aldım. Dar bölge alternatifinin (her seçim çevresinde tek milletvekili)
anglosakson sisteminde olduğu gibi tek turlu düşünüldüğünü, dahası Başbakan’ın
tercih ettiği reform alternatifinin de bu sistem olduğunu öğrendim. Bu arada Ak
Parti’nin seçim sistemini şu veya bu şekilde değiştirmeye kararlı olduğunun da
yetkili bir ağızdan teyidini almış oldum. Dolayısıyla dar bölge alternatifini
de kapsamlı bir şekilde tartışmamız gerekiyor.
Yüzde 5 baraj riskli
Dünkü yazımda yüzde 5 baraj + daraltılmış bölge şeklinde özetlenebilecek sistemin yol açacağı siyasal sonuçları genel hatlarıyla özetlemiştim. Bu sistemde BDP yüzde 5 barajını aştığı sürece hak ettiği temsili elde eder. Yüzde 5’lik barajı 2014 ya da 2015’te yapılacak genel seçimde aşacağı kesin gibi. Ancak daha sonraki seçimlerde az bir farkla barajın altında kalırsa büyük sorun çıkar. Çünkü BDP Doğu ve Güneydoğu’da yine birçok milletvekili kazanacaktır. Dolayısıyla Ak Parti barajı sıfırlamak istemiyorsa, -ki benim önerim buydu-, hiç olmazsa yüzde 3’e çekmeyi göze almalıdır. Ak Parti, Saadet Partisi ile Demokrat Parti’ye can suyu vermek istemiyor. Bir kısım Ak Parti seçmeni düşük barajda bu partilere yönelebilir. Bunu anlıyorum. Ancak bu tehdit yüzde 5 baraj ile de mevcut. İlerde bu partiler şu veya bu nedenle güçlenebilirler.
BDP’nin bu sisteme temelden itiraz edeceğini sanmıyorum. İstanbul ve Mersin’de milletvekili çıkaramayabilir. Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün “BDP bir bölgeye hapsedilmek isteniyor” tepkisi manidardı. Ben bunda temel bir sakınca görmüyorum. Önemli olan BDP’ye Doğu ve Güneydoğu’da hakkıyla kazandığı milletvekillerinin verilmesidir. BDP isterse sol ile ittifak yaparak İstanbul’da güçlü olduğu daraltılmış seçim çevrelerinde bağımsız adaylar gösterebilir. Tabii bu yöntem ülke genelinde oy oranının bir miktar azalarak yüzde 5 barajının altında kalma riskini gündeme getirebilir. Bu bakımdan da barajın yüzde 3’e çekilmesi iyi olur.
Referandum çoğunluğu
Dünkü Radikal’de Tarhan Erdem seçim çevrelerinin 5 milletvekili ile sınırlandırılmasını eleştirdi. Sınırın 14 milletvekiline kadar çıkabileceğini savunuyor. Ben 6 sınırını önermiştim. Daha fazlasının milletvekili seçmen bağının güçlenmesine hizmet etmeyeceğini düşünüyorum. Bu sınır meselesi önemli çünkü bölgeler ne kadar daraltılırsa Ak Parti’nin de egemen parti olarak referandum çoğunluğunu (330 üzeri) sağlama olasılığı o kadar artıyor. Diğer bir deyişle Ak Parti, referandum çoğunluğunu daha düşük oy oranlarında elde edebiliyor. Sanırım bu durum çok tartışılacak. Şahsen bir koşulla referandum çoğunluğu çıtasının aşağıya çekilmesine karşı değilim: Anayasa referandumunda hem katılım hem de kabul için nitelikli çoğunluk aranması şartıyla. Örneğin, katılım oranı en az yüzde 60, kabul oranı da yine en az yüzde 60 olabilir. Bir yandan yeni anayasa yapımının kolaylaşmasını istiyorum ama diğer yandan da Ak Parti’nin damgasını taşıyacak bir anayasanın yüzde 50 + 1 oyla kabul edilmesini hem yanlış hem de tehlikeli buluyorum.
Türkiye milletvekilliği Ak Parti’nin önerileri arasında yok. Oysa bu iyi bir fikirdi. Benim önerim milletvekili sayısını 600’e çıkarmak, 50 ekstra milletvekilini de ülke genelinde barajsız tam nispi usulle seçmekti. Bu yöntem küçük partilerin de bir ölçüde temsilini sağlayacaktı. Ak Parti, Türkiye milletvekilliğini yeniden düşünmelidir.
İki turlu dar bölgeye evet
Sıfır barajlı tek turlu dar bölge sistemine gelince.. Bu, radikal bir seçim sistemi değişikliği olur ve Türkiye siyasetinde önemli sonuçlar doğurur. Ak Parti’nin açık ara birinci parti olmaya devam etmesi durumunda BDP bölgesel oy yoğunlaşması sayesinde yine 35 civarında milletvekilliği kazanır. Ama MHP grup bile kuramaz. CHP ise önemli ölçüde milletvekili kaybedebilir ve kıyılara hapsolur. Böyle bir siyasal tabloyu Türkiye’nin mevcut koşullarının hazmedebileceğini sanmıyorum. Buna karşılık dar bölge sistemi iki turlu olarak tasarlanırsa çok iyi olur ve desteklerim. Çünkü bu sitemde ikinci turda çeşitli siyasal ittifaklar mümkün olur, daha çoğulcu bir parti yapısı ortaya çıkar. Milletvekilleri merkeze karşı güçlenir ve seçmen tarafından daha kolay takip edilir hale gelirler. Liderlik sultası son bulur. Ak Parti merak etmesin, yüzde 40 civarındaki oy oranlarında bile yine tek başına iktidar olur, hatta referandum çoğunluğunu dahi yakalayabilir.
Yüzde 5 baraj riskli
Dünkü yazımda yüzde 5 baraj + daraltılmış bölge şeklinde özetlenebilecek sistemin yol açacağı siyasal sonuçları genel hatlarıyla özetlemiştim. Bu sistemde BDP yüzde 5 barajını aştığı sürece hak ettiği temsili elde eder. Yüzde 5’lik barajı 2014 ya da 2015’te yapılacak genel seçimde aşacağı kesin gibi. Ancak daha sonraki seçimlerde az bir farkla barajın altında kalırsa büyük sorun çıkar. Çünkü BDP Doğu ve Güneydoğu’da yine birçok milletvekili kazanacaktır. Dolayısıyla Ak Parti barajı sıfırlamak istemiyorsa, -ki benim önerim buydu-, hiç olmazsa yüzde 3’e çekmeyi göze almalıdır. Ak Parti, Saadet Partisi ile Demokrat Parti’ye can suyu vermek istemiyor. Bir kısım Ak Parti seçmeni düşük barajda bu partilere yönelebilir. Bunu anlıyorum. Ancak bu tehdit yüzde 5 baraj ile de mevcut. İlerde bu partiler şu veya bu nedenle güçlenebilirler.
BDP’nin bu sisteme temelden itiraz edeceğini sanmıyorum. İstanbul ve Mersin’de milletvekili çıkaramayabilir. Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün “BDP bir bölgeye hapsedilmek isteniyor” tepkisi manidardı. Ben bunda temel bir sakınca görmüyorum. Önemli olan BDP’ye Doğu ve Güneydoğu’da hakkıyla kazandığı milletvekillerinin verilmesidir. BDP isterse sol ile ittifak yaparak İstanbul’da güçlü olduğu daraltılmış seçim çevrelerinde bağımsız adaylar gösterebilir. Tabii bu yöntem ülke genelinde oy oranının bir miktar azalarak yüzde 5 barajının altında kalma riskini gündeme getirebilir. Bu bakımdan da barajın yüzde 3’e çekilmesi iyi olur.
Referandum çoğunluğu
Dünkü Radikal’de Tarhan Erdem seçim çevrelerinin 5 milletvekili ile sınırlandırılmasını eleştirdi. Sınırın 14 milletvekiline kadar çıkabileceğini savunuyor. Ben 6 sınırını önermiştim. Daha fazlasının milletvekili seçmen bağının güçlenmesine hizmet etmeyeceğini düşünüyorum. Bu sınır meselesi önemli çünkü bölgeler ne kadar daraltılırsa Ak Parti’nin de egemen parti olarak referandum çoğunluğunu (330 üzeri) sağlama olasılığı o kadar artıyor. Diğer bir deyişle Ak Parti, referandum çoğunluğunu daha düşük oy oranlarında elde edebiliyor. Sanırım bu durum çok tartışılacak. Şahsen bir koşulla referandum çoğunluğu çıtasının aşağıya çekilmesine karşı değilim: Anayasa referandumunda hem katılım hem de kabul için nitelikli çoğunluk aranması şartıyla. Örneğin, katılım oranı en az yüzde 60, kabul oranı da yine en az yüzde 60 olabilir. Bir yandan yeni anayasa yapımının kolaylaşmasını istiyorum ama diğer yandan da Ak Parti’nin damgasını taşıyacak bir anayasanın yüzde 50 + 1 oyla kabul edilmesini hem yanlış hem de tehlikeli buluyorum.
Türkiye milletvekilliği Ak Parti’nin önerileri arasında yok. Oysa bu iyi bir fikirdi. Benim önerim milletvekili sayısını 600’e çıkarmak, 50 ekstra milletvekilini de ülke genelinde barajsız tam nispi usulle seçmekti. Bu yöntem küçük partilerin de bir ölçüde temsilini sağlayacaktı. Ak Parti, Türkiye milletvekilliğini yeniden düşünmelidir.
İki turlu dar bölgeye evet
Sıfır barajlı tek turlu dar bölge sistemine gelince.. Bu, radikal bir seçim sistemi değişikliği olur ve Türkiye siyasetinde önemli sonuçlar doğurur. Ak Parti’nin açık ara birinci parti olmaya devam etmesi durumunda BDP bölgesel oy yoğunlaşması sayesinde yine 35 civarında milletvekilliği kazanır. Ama MHP grup bile kuramaz. CHP ise önemli ölçüde milletvekili kaybedebilir ve kıyılara hapsolur. Böyle bir siyasal tabloyu Türkiye’nin mevcut koşullarının hazmedebileceğini sanmıyorum. Buna karşılık dar bölge sistemi iki turlu olarak tasarlanırsa çok iyi olur ve desteklerim. Çünkü bu sitemde ikinci turda çeşitli siyasal ittifaklar mümkün olur, daha çoğulcu bir parti yapısı ortaya çıkar. Milletvekilleri merkeze karşı güçlenir ve seçmen tarafından daha kolay takip edilir hale gelirler. Liderlik sultası son bulur. Ak Parti merak etmesin, yüzde 40 civarındaki oy oranlarında bile yine tek başına iktidar olur, hatta referandum çoğunluğunu dahi yakalayabilir.
BDP’nin bu sisteme temelden itiraz edeceğini sanmıyorum. İstanbul ve Mersin’de milletvekili çıkaramayabilir. Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün “BDP bir bölgeye hapsedilmek isteniyor” tepkisi manidardı. Ben bunda temel bir sakınca görmüyorum. Önemli olan BDP’ye Doğu ve Güneydoğu’da hakkıyla kazandığı milletvekillerinin verilmesidir. BDP isterse sol ile ittifak yaparak İstanbul’da güçlü olduğu daraltılmış seçim çevrelerinde bağımsız adaylar gösterebilir. Tabii bu yöntem ülke genelinde oy oranının bir miktar azalarak yüzde 5 barajının altında kalma riskini gündeme getirebilir. Bu bakımdan da barajın yüzde 3’e çekilmesi iyi olur.
Referandum çoğunluğu
Dünkü Radikal’de Tarhan Erdem seçim çevrelerinin 5 milletvekili ile sınırlandırılmasını eleştirdi. Sınırın 14 milletvekiline kadar çıkabileceğini savunuyor. Ben 6 sınırını önermiştim. Daha fazlasının milletvekili seçmen bağının güçlenmesine hizmet etmeyeceğini düşünüyorum. Bu sınır meselesi önemli çünkü bölgeler ne kadar daraltılırsa Ak Parti’nin de egemen parti olarak referandum çoğunluğunu (330 üzeri) sağlama olasılığı o kadar artıyor. Diğer bir deyişle Ak Parti, referandum çoğunluğunu daha düşük oy oranlarında elde edebiliyor. Sanırım bu durum çok tartışılacak. Şahsen bir koşulla referandum çoğunluğu çıtasının aşağıya çekilmesine karşı değilim: Anayasa referandumunda hem katılım hem de kabul için nitelikli çoğunluk aranması şartıyla. Örneğin, katılım oranı en az yüzde 60, kabul oranı da yine en az yüzde 60 olabilir. Bir yandan yeni anayasa yapımının kolaylaşmasını istiyorum ama diğer yandan da Ak Parti’nin damgasını taşıyacak bir anayasanın yüzde 50 + 1 oyla kabul edilmesini hem yanlış hem de tehlikeli buluyorum.
Türkiye milletvekilliği Ak Parti’nin önerileri arasında yok. Oysa bu iyi bir fikirdi. Benim önerim milletvekili sayısını 600’e çıkarmak, 50 ekstra milletvekilini de ülke genelinde barajsız tam nispi usulle seçmekti. Bu yöntem küçük partilerin de bir ölçüde temsilini sağlayacaktı. Ak Parti, Türkiye milletvekilliğini yeniden düşünmelidir.
İki turlu dar bölgeye evet
Sıfır barajlı tek turlu dar bölge sistemine gelince.. Bu, radikal bir seçim sistemi değişikliği olur ve Türkiye siyasetinde önemli sonuçlar doğurur. Ak Parti’nin açık ara birinci parti olmaya devam etmesi durumunda BDP bölgesel oy yoğunlaşması sayesinde yine 35 civarında milletvekilliği kazanır. Ama MHP grup bile kuramaz. CHP ise önemli ölçüde milletvekili kaybedebilir ve kıyılara hapsolur. Böyle bir siyasal tabloyu Türkiye’nin mevcut koşullarının hazmedebileceğini sanmıyorum. Buna karşılık dar bölge sistemi iki turlu olarak tasarlanırsa çok iyi olur ve desteklerim. Çünkü bu sitemde ikinci turda çeşitli siyasal ittifaklar mümkün olur, daha çoğulcu bir parti yapısı ortaya çıkar. Milletvekilleri merkeze karşı güçlenir ve seçmen tarafından daha kolay takip edilir hale gelirler. Liderlik sultası son bulur. Ak Parti merak etmesin, yüzde 40 civarındaki oy oranlarında bile yine tek başına iktidar olur, hatta referandum çoğunluğunu dahi yakalayabilir.
1 Ekim 2013 Salı
Seçim sisteminde reform
Seçim sisteminde iki reform alternatifi gündemde |
Godot’yu bekler
gibi beklediğimiz demokratikleşme paketi nihayet açıklandı. Paketin
yetersizliği çok tartışılacak. Ama paket bir konuda, 12 Eylül’den miras kalan
adaletsiz, sorunlu seçim sistemini değiştirme fırsatını gündeme getirdiği için
takdire şayan. Geçen 15 yılda mevcut seçim sistemini reforma tabi tutmak için 5
rapor, pek çok makale yazmış, medyada sayısız tartışmaya katılmış benim gibi
biri için atılan adım sevindirici. En son ocak ayında Betam’dan ‘Türkiye için
yeni seçim önerisi’ başlıklı bir rapor yayımladım. Bu raporda seçim
çevrelerinin en fazla 6 milletvekili çıkaracak şekilde daraltılmasını, buna
karşılık barajın sıfırlanmasını savundum. Ayrıca 550’ye ek olarak 50 milletvekilinin
Türkiye genelinde barajsız tam nispi usulle seçilmesini önerdim. Bu seçim
sistemi benim için ideal olmasa da Kürt partisinin (şimdilik BDP) temsil
sorununu çözecek, aynı zamanda da AK Parti tarafından kabul edilebilir,
dolayısıyla siyaseten ‘yapılabilir’ bir reformu temsil ediyordu.
Demokratikleşme paketinden iki alternatifli öneri çıktı. Mevcut sistemle devam
alternatifini elbette kaale almıyorum.
Başbakan’ın bunu neden gündeme
getirdiğini de anlamış değilim. Sanırım BDP’nin seçim sistemi reformuna desteğini
almak ve CHP’yi köşeye sıkıştırmak için yaptı. Birinci reform alternatifinde
baraj yüzde 5’e düşürülüyor, buna karşılık seçim çevreleri en fazla 5
milletvekili ile sınırlandırılıyor. Bu, sistem önerime oldukça yakın duruyor.
Ancak kimi sakıncaları göz ardı edilemez.
BDP’de temsil sorunu Önce bardağın dolu tarafına bakalım. BDP son iki seçimde bağımsız adaylar aracılığı ile yüzde 6’nın üzerinde oy aldı. Anketler yine yüzde 6’nın üzerinde oya sahip olduğunu söylüyor. Dolayısıyla ‘Barış Süreci’nin en kritik üç unsurundan birini (diğer ikisi anadilde eğitim ve terör yasası) çözüme kavuşturuyor. Yaptığım simülasyon BDP’nin yeni sistemde rahatlıkla 30’un üzerinde milletvekili çıkarabileceğini gösteriyor. Ayrıca çok geniş seçim çevrelerinde adayın kıymeti harbiyesi yoktu. Partilere oy veriyorduk. Oysa şimdi ister AK Parti’nin adayları olsun, ister CHP’nin adayları, büyük şehirlerin seçim çevrelerinden bir parti en fazla 1-3 milletvekili çıkarabileceğinden adaylara odaklanabileceğiz. Partiler de adaylarını daha dikkatli seçecekler.
Bardağın boş tarafı ise bir hayli kalabalık. Bir kere barajın yüzde 5’e düşürülmesi yarın öbür gün başımıza büyük sorunlar açabilir. Bugünkü sistemin bir numaralı adaletsizliği bir partinin hatırı sayılır miktardaki seçim çevresinde birinci ya da ikinci parti gelerek 35 civarında milletvekili kazanmasına rağmen yüzde 10 barajı nedeniyle bu milletvekillerinin elinden alınarak başta AK Parti olmak üzere diğer partilere verilmesi sorunuydu, tıpkı Kasım 2002 seçimlerinde olduğu gibi. Gelecek seçimde olmasa bile daha sonraki seçimlerde Kürt partisinin oy oranı yüzde 4,9’da kalırsa ne olacak? Olmaz demeyin, geçen pazar Almanya’da oldu. Sorun şu ki, bu oy oranında da Kürt partisi Doğu ve Güneydoğu’nun seçim çevrelerinin pek çoğunda bir ya da ikinci parti olmaya devam edecek. O zaman ne olacak? “Pardon, Meclis’e giremezsiniz” mi diyeceksiniz? Bu bakımdan barajın tümden kaldırılması çok daha mantıklı olurdu. Ayrıca ülke barajı Kürt oyları açısından oldukça yüksek kaldığından Güneydoğu’da BDP ve AK Parti’ye rakip partilerin güçlenmesi önünde engel oluşturacaktır. Bu siyaseten ‘iyi’ olabilir ama temsilde adalet açısından ‘kötü’. Bu engel elbette Saadet ve Demokrat Parti gibi küçük partiler için de geçerli. Bu partiler de az sayıda olsa bile baraj sıfırlandığında daraltılmış bölgelerden milletvekili çıkarabilirlerdi. AK Parti bunu istemiyor.
Yüzde 5 barajlı daraltılmış bölgeli seçim sisteminin önemli bir özelliği, AK Parti’ye (birinci parti olduğundan) yüzde 45-46 oy oranında referandum çoğunluğunu sağlaması. Hatırlanacağı gibi Haziran 2011 seçimlerinde yüzde 50’ye yakın oy almasına rağmen AK Parti 326 milletvekilinde kalmıştı. Daraltılmış bölgeler sayesinde yüzde 45-46 oyla 330’u aşması garanti görünüyor. Bunu büyük ölçüde MHP’nin kaybettiği sandalyelerden sağlıyor. Önerilen sistem, MHP’nin milletvekili sayısında dramatik düşüşe neden olurken CHP’yi mevcut oy oranında (yüzde 26) pek fazla etkilemiyor. Birkaç milletvekili kaybediyor. Eğer CHP oy oranını arttırırsa o da yeni sistemden kârlı çıkar. Bu sistemin milletvekili paylaşımına etkileri konusunda bir fikir vermesi için aşağıdaki tabloyu hazırladım. Oy dağlımını büyük ölçüde Haziran 2011 seçimlerine yakın alıyorum. Ancak AKP’nin oranını yüzde 45’e çekiyorum. SP ile DP’nin yüzde 5 barajını geçemediklerini varsayıyorum.
Tablodaki milletvekili sayılarını, 6 milletvekili sınırlamasına göre hazırlamış olduğum simülasyon modelinin sonuçlarını 5 milletvekili sınırlamasına kabaca uyarlayarak buldum. Elbette hata payı söz konusu. Ancak bu hata payının AK Parti için bile 3-5 milletvekili ile sınırlı olduğunu tahmin ediyorum. AK Parti’nin önerdiği ikinci seçim sistemi alternatifine gelince... Seçim çevrelerinin tek milletvekili ile sınırlandırılması (dar bölge) oldukça radikal bir reform olur. Ancak AK Parti, Birleşik Krallık’ta olduğu gibi tek turlu çoğunluk sistemini mi yoksa Fransa’da olduğu gibi iki turlu sistemi mi öneriyor, belli değil. Dar bölge sisteminin bu iki farklı versiyonu partiler sistemi açısından, siyasal istikrar ve siyasal ittifaklar açısından çok farklı sonuçlar doğurur. Bu alternatifi tartışmadan önce AK Parti’nin tur sayısını açıklığa kavuşturması gerekiyor. Ancak şunu belirteyim: Sıfır barajlı, iki turlu dar bölge sistemini yüzde 5 barajlı daraltılmış bölge sistemine tercih ederim.
BDP’de temsil sorunu Önce bardağın dolu tarafına bakalım. BDP son iki seçimde bağımsız adaylar aracılığı ile yüzde 6’nın üzerinde oy aldı. Anketler yine yüzde 6’nın üzerinde oya sahip olduğunu söylüyor. Dolayısıyla ‘Barış Süreci’nin en kritik üç unsurundan birini (diğer ikisi anadilde eğitim ve terör yasası) çözüme kavuşturuyor. Yaptığım simülasyon BDP’nin yeni sistemde rahatlıkla 30’un üzerinde milletvekili çıkarabileceğini gösteriyor. Ayrıca çok geniş seçim çevrelerinde adayın kıymeti harbiyesi yoktu. Partilere oy veriyorduk. Oysa şimdi ister AK Parti’nin adayları olsun, ister CHP’nin adayları, büyük şehirlerin seçim çevrelerinden bir parti en fazla 1-3 milletvekili çıkarabileceğinden adaylara odaklanabileceğiz. Partiler de adaylarını daha dikkatli seçecekler.
Bardağın boş tarafı ise bir hayli kalabalık. Bir kere barajın yüzde 5’e düşürülmesi yarın öbür gün başımıza büyük sorunlar açabilir. Bugünkü sistemin bir numaralı adaletsizliği bir partinin hatırı sayılır miktardaki seçim çevresinde birinci ya da ikinci parti gelerek 35 civarında milletvekili kazanmasına rağmen yüzde 10 barajı nedeniyle bu milletvekillerinin elinden alınarak başta AK Parti olmak üzere diğer partilere verilmesi sorunuydu, tıpkı Kasım 2002 seçimlerinde olduğu gibi. Gelecek seçimde olmasa bile daha sonraki seçimlerde Kürt partisinin oy oranı yüzde 4,9’da kalırsa ne olacak? Olmaz demeyin, geçen pazar Almanya’da oldu. Sorun şu ki, bu oy oranında da Kürt partisi Doğu ve Güneydoğu’nun seçim çevrelerinin pek çoğunda bir ya da ikinci parti olmaya devam edecek. O zaman ne olacak? “Pardon, Meclis’e giremezsiniz” mi diyeceksiniz? Bu bakımdan barajın tümden kaldırılması çok daha mantıklı olurdu. Ayrıca ülke barajı Kürt oyları açısından oldukça yüksek kaldığından Güneydoğu’da BDP ve AK Parti’ye rakip partilerin güçlenmesi önünde engel oluşturacaktır. Bu siyaseten ‘iyi’ olabilir ama temsilde adalet açısından ‘kötü’. Bu engel elbette Saadet ve Demokrat Parti gibi küçük partiler için de geçerli. Bu partiler de az sayıda olsa bile baraj sıfırlandığında daraltılmış bölgelerden milletvekili çıkarabilirlerdi. AK Parti bunu istemiyor.
Yüzde 5 barajlı daraltılmış bölgeli seçim sisteminin önemli bir özelliği, AK Parti’ye (birinci parti olduğundan) yüzde 45-46 oy oranında referandum çoğunluğunu sağlaması. Hatırlanacağı gibi Haziran 2011 seçimlerinde yüzde 50’ye yakın oy almasına rağmen AK Parti 326 milletvekilinde kalmıştı. Daraltılmış bölgeler sayesinde yüzde 45-46 oyla 330’u aşması garanti görünüyor. Bunu büyük ölçüde MHP’nin kaybettiği sandalyelerden sağlıyor. Önerilen sistem, MHP’nin milletvekili sayısında dramatik düşüşe neden olurken CHP’yi mevcut oy oranında (yüzde 26) pek fazla etkilemiyor. Birkaç milletvekili kaybediyor. Eğer CHP oy oranını arttırırsa o da yeni sistemden kârlı çıkar. Bu sistemin milletvekili paylaşımına etkileri konusunda bir fikir vermesi için aşağıdaki tabloyu hazırladım. Oy dağlımını büyük ölçüde Haziran 2011 seçimlerine yakın alıyorum. Ancak AKP’nin oranını yüzde 45’e çekiyorum. SP ile DP’nin yüzde 5 barajını geçemediklerini varsayıyorum.
Tablodaki milletvekili sayılarını, 6 milletvekili sınırlamasına göre hazırlamış olduğum simülasyon modelinin sonuçlarını 5 milletvekili sınırlamasına kabaca uyarlayarak buldum. Elbette hata payı söz konusu. Ancak bu hata payının AK Parti için bile 3-5 milletvekili ile sınırlı olduğunu tahmin ediyorum. AK Parti’nin önerdiği ikinci seçim sistemi alternatifine gelince... Seçim çevrelerinin tek milletvekili ile sınırlandırılması (dar bölge) oldukça radikal bir reform olur. Ancak AK Parti, Birleşik Krallık’ta olduğu gibi tek turlu çoğunluk sistemini mi yoksa Fransa’da olduğu gibi iki turlu sistemi mi öneriyor, belli değil. Dar bölge sisteminin bu iki farklı versiyonu partiler sistemi açısından, siyasal istikrar ve siyasal ittifaklar açısından çok farklı sonuçlar doğurur. Bu alternatifi tartışmadan önce AK Parti’nin tur sayısını açıklığa kavuşturması gerekiyor. Ancak şunu belirteyim: Sıfır barajlı, iki turlu dar bölge sistemini yüzde 5 barajlı daraltılmış bölge sistemine tercih ederim.
|
AKP
|
BDP
|
CHP
|
MHP
|
Oy oranları (%)
|
45
|
6
|
26
|
13
|
Mevcut sistem
|
308
|
35
|
147
|
60
|
Reforme sistem
|
337
|
32
|
141
|
40
|
Electoral system debate is opened
I have been arguing against the current electoral system and striving to
design alternatives in numerous reports for more than 15 years.
|
|||||||||||||||||||||
The readers of this column are partly aware of my efforts. In January,
Bahçeşehir University's Center for Economic and Social Research (BETAM)
published my latest report on the issue which suggested an electoral system
with narrowed electoral constituencies (maximum six seats) but which
simultaneously cancelled the electoral threshold of 10 percent. While
announcing the impatiently awaited democratization package today, Prime
Minister Recep Tayyip Erodoğan gave priority to electoral system reform. I
hope Turkey will finally be successful in changing the existing electoral
system inherited from the military coup of Sept. 12, 1980.
The prime minister suggested three alternatives: Keep the electoral
system intact, lower the threshold to 5 percent along with narrowing
electoral constituencies to five seats, or finally, cancel the electoral
threshold and establish single seat constituencies. Keeping the actual system
intact is certainly not a reform alternative, and I do not know why the
Justice and Development Party (AK Party) leader even suggested this
possibility. I guess and I hope he wants to force the Republican People's
Party (CHP) and the Peace and Democracy Party (BDP) to accept one of the two
other choices. In the coming weeks, electoral reform will be extensively
debated. Certainly I will come back to the issue in this column many times
before and after a new electoral system is accepted. Today, I will share with
you my first comments on the proposed alternatives.
Let's begin with the second alternative. Lowering the electoral threshold
to 5 percent could solve the problem of BDP representation in Parliament
rather than the party being obliged to present independent candidates, as was
the case in the last two general elections. Indeed, the BDP's share of the
vote in the last elections has been over 5 percent, and recent surveys
estimate its current likely share at over 6 percent. Narrowing constituencies
to five seats would have little impact on the potential number of eligible
deputies from the BDP, since it is placed first or second in the
constituencies of the East and Southeast. It will lose one or two seats in
the west, particularly in İstanbul, but those losses will be easily
compensated for with additional seats in the Southeast, thanks to narrowed
constituencies. My simulation model forecasts 32-33 seats for the BDP at 6
percent of the vote. Furthermore, the prime minister announced that the
threshold for party financing from the public budget will be lowered from 7
percent to 3 percent. So, this thorny problem would also be solved. I must
say that without the political pressure created by the settlement process,
electoral reform would never have been on the government agenda. So much the
better!The beneficiary of this new
arrangement would be, as expected, the AK Party, since it is the first ranked
party in the majority of constituencies. I forecast more than 330 seats for
it at 45 percent of votes cast. This is a critical outcome, since the AK
Party will obtain the referendum majority in the next elections as long as
its vote share does not decrease below 45 percent. Let me remind readers that
with 49.9 percent the AK Party could not obtain this majority in the
elections of June 2011. In this new model, the CHP's number of seats would
likely be slightly diminished compared to the current system. The real loser
would be the Nationalist Movement Party (MHP). Its number of seats would
probably be cut dramatically. For the sake of comparison, I prepared the
table below with my estimation of the distribution of parliamentary seats in
the existing system and in the reformed system. I assume that the Felicity
Party (SP), the Democrat Party (DP), the Islamist and the center-right
parties will not be able to overcome the threshold of 5 percent.
As for the third alternative system, the single seat setup, Erdoğan was
not precise as to if the AK Party envisions one tour, like in the British
system of the “first past the post,” or a double tour, like in the French
system. The number of tours is crucial concerning the political outcome and
the shaping of the party system, as well as the formation of political
alliances. I do not know if this alternative will be seriously debated and if
the AK Party has a preference regarding the number of tours. However, I can
say that the single seat system could allow the BDP to be represented in
Parliament with more than 30 deputies. As for the MHP, it will be simply
decimated if the “first past the post” system is adopted.
Table:
Comparison of seats distiribution in the acutal electoral system and the
alternative one
|
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)