30 Nisan 2014 Çarşamba

AKP’nin seçim sistemi açmazı

AKP 2015 seçimlerine seçim sisteminde değişiklik yaparak gitmek istiyor. Seçim sistemi reformunu AKP geçen yıl Kürt sorunu bağlamında gündeme getirmişti. Bir yandan PKK’ya “silah bırak siyaset yap” diyeceksiniz diğer yandan “Kürt partisinin” parti olarak seçime girmesine, hazine yardımından yaralanmasına  engel olacaksınız. Bu çelişkinin üstesinden gelmek gerekiyordu. Ama yanı zamanda Tayyip Erdoğan mevcut parlamenter sistemin başkanlık sistemine dönüştüğu koşullarda cumhurbaşkanı seçilmek istiyordu. Bunun için AKP’nin kendi anayasasını yapabilmesi, bunun ilk adımı olarak da genel seçimde referandum çoğunluğunu (330+ milletvekili) elde etmesi şarttı.

Bozulan hesap

 AKP iki alternatif reform önerisinde bulundu: 1) Baraj yüzde 5’e düşsün buna karşılık seçim çevreleri en fazla 5 milletvekili çıkaracak şekilde daraltılsın. Buna “Daraltış Bölge” sistemi diyoruz. 2) Baraj sıfırlansın buna karşılık 550 seçim çevresi oluşturulsun, seçim çevresinde birinci gelen parti milletvekilini kazansın. Yani tek turlu çoğunluk sistemi. Bu sisteme de kısaca “Dar Bölge” diyoruz. Eğer AKP yüzde 46 ve üzerinde bir seçmen desteğini koruyabilseydi, Daraltılmış Bölge sistemi AKP’ye referandum çoğunluğunu sağlıyordu. Böylelikle siyasal dengeleri zorlamadan bir taşla iki kuş vurmak mümkündü: BDP’ye parlamento yolunu açmak aynı zamanda da referandum çoğunluğunu garantilemek.
30 Mart seçimlerinden çıkan sonuç bu hesabı bozdu. İktidar partisinin oy oranı yüzde 50’den yüzde 44’ün altına geriledi. Bu sonuçla AKP referandum çoğunluğunun çok uzağına düşmüş oldu. Benim simülsayon modeli bu oy oranı  ile AKP’nin ancak 310 civarında miletvekili kazanabileceğini gösteriyor. 330’u risksiz bir şekilde elde edebilmesi için de oy oranını 2015 seçimlerinde yüzde 46’nın üzerine çıkarması gerekiyor. AKP kurmayları bunun zayıf bir ihtimal olduğunun farkındalar. Bu nedenle Daraltılmış Bölge sistemi başkanlık sistemine geçiş stratejisinde kullanışlı olmaktan çıkmış durumda.

Koşulları zorlamak

Geriye diğer alternatif Dar Bölge sistemi kalıyor. 30 Mart seçimlerinde il oy dağılımından yola çıkarak yaptığım kaba bir tahmin bu seçim sisteminin AKP’ye referandum çoğunluğunu fazlasıyla garantilediğini gösteriyor. Bu beklenen bir sonuç: AKP düşen oy oranına rağmen ülke genelinde uzak ara birinci parti olmaya devam ediyor ve illerin (seçim çevrelerinin) büyük bölümünde de birinci parti. Buna karşılık Dar Bölge sistemi siyasal dengeleri altüst etmeye teşne bir sistem.
AKP bu sistemi benimsediği takdirde mevcut oy dağılımı çerçevesinde 2015 genel seçimlerinde karşılaşacağımız manzara özetle şöyle olacak: BDP Güneydoğuda birinci parti olduğundan bu bölgedeki milletvekillerinin büyük çoğunluğunu kazanacaktır. 40 üzerinde milletvekili çıkarması büyük olasılıktır. Şu nokta çok açık: Dar Bölge sistemi BDP’ye Güneydoğu’da kesin bir siyasal egemenlik sağlayacaktır. Buna karşılık BDP’nin iki katından daha fazla seçmen desteğine sahip olan MHP tahminime göre ancak 30-34 kadar miletvekili çıkarabilecektir. Bu sonuç mevcut siyasal gerilimi daha da arttıracaktır. Dahası, Anayasa’nın 67. Maddesinin çiğneneceği de iddia edilebilir. Bu madde, seçim sisteminin yönetim istikrarı ile temsilde adaleti bir arada gözetmesini öngörüyor. BDP ile MHP arasındaki oy oranları ile milletvekili sayıları arasındaki aşırı dengesizliğin yönetim istikrarına hiç bir katkı yapmaksızın temsil adaletini bariz biçimde çiğnediği pekala idda edilebilir.

AKP Dar Bölge sisteminde karar kıldığı takdirde çok ciddi siyasal riskleri de göze almak durumundadır. Ama öte yandan başkanlık sisteminde ısrar edcekse elindeki yegane koz da Dar Bölge sistemidir. 

23 Nisan 2014 Çarşamba

AKP yüzde 50 desteği nasıl yakaladı?

AKP’nin 2003 Kasım seçimlerindeki yüzde 35’lik seçmen desteğini Haziran 2011 seçimlerine kadar yüzde 50’ye yükselttiği herkesin malumu. Bu başarıyı nasıl yakaladığı konusunda ise derin görüş ayrılıkları var. Ana muhalefet yıllarca kafasını kuma gömdü. Kimi zaman yüksek gelir artışlarının yapay olduğundan, dış borçla elde edildiğinden, kimi zaman iktidar partisinin kömür dağıtarak oyları satın aldığından dem vurdu. Oysa Hatice değil netice önemliydi.
            AKP’nin trımanışı benim için hiç bir zaman bilmece teşkil etmedi. Bu yükselişte esas olarak iki etken rol oynadı: Bir, son on yılda tüm halkın, özellikle de düşük gelirli kesimlerinin refahında hatırı sayılır iyileşme oldu. İki, AKP, MHP dışındaki tüm diğer sağ partilerin seçmenlerini büyük ölçüde bünyesinde toplamayı başardı. Bu ikinci etkende birincinin önemli payı olduğunu da belirteyim.
            Bu tartışmaya TÜİK’in geçen hafta yayınladığı 2013 yılı Yaşam Memnuniyeti Anketinin (YMA) farklı bir açıdan ışık tutuyor. Medya daha çok “mutluluk” ile ilgilendi. Türkiye hakının yüzde 59’u geçen yıl “mutlu” olduğunu beyan etmiş. 2003’ten bu yana yapılan YMA sonuçları zaman içinde bu oranın pek değişmediğini gösteriyor; 2003’te oran yüzde 61. Dahası mutlu vatandaş sayımız göreli olarak yüksek sayılmaz. Yeni yayınlanan “OECD Toplumsal Göstergeler 2014” raporuna göre Türkiye mutluluk endeksinde 42 ülke arasında 31. sırada ve yüzde 70’e yaklaşan OECD ortalamasının bir hayli altında. Şaşırtıcı değil. Gelişmişlik ve özgürlük düzeyeleri ile sıralama arasında yüksek bir korelasyon olduğu hemen göze çarpıyor: Brezilya, Çin, Rusya ve Suudi Arabistan en alt sıraları, İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka en üst sıraları işgal ediyorlar.

Esas sağlığa bak

            Oysa, YMA sonuçlarının üzerinde pek durulmayan daha ilginç bir boyutu var: Kamu hizmetlerinden memnuniyet düzeyi. Önemli saydığım üç temel alanda, sağlık, eğitim ve adli hizmetlerden memnuniyetin AKP döneminde nasıl geliştiğine bir göz atalım. 2003’te vatandaşın yüzde 39,5’i sağlık hizmetinden memnunmuş. Bu oran 2013 yılında yüzde 74,7’ye yükseliyor. Eğitim hizmetinde bu oran yüzde 48,7’den 69,7’ye, adli hizmette yüzde 45,7’den 52,8’e çıkıyor. Genelde belirgin artış var ama en dramatik artış sağlık hizmetlerinde.
            Öte yandan YMA mutluluk kaynağı olan değerler arasında en önemlisinin uzak ara sağlık olduğunu söylüyor.  Vatandaşın yaklaşık yüzde 70’i sağlığı işaret ediyor. Sevgi yüzde 15 ile ikinci, başarı ve para yüzde 8 ve yüzde 4 ile bayağı arkadan geliyorlar. “Parayla saadet olmaz” atasözü ile Kanuni’nin “Olmaya Cihan’da Devlet bir nefes sıhhat gibi” dizesi böylece doğrulanmış oluyor. Bu olgulardan vatandaş açısından sağlık hizmetlerinin ne kadar önemli olduğunu kestirmek zor değil. Sağlık hizmetlerindeki çarpıcı iyileşmeye düşük gelirli grupların reel gelirinin son on yılda yüzde 50 kadar arttığı olgusunu ekleyin, AKP’nin yüzde 35’ten yüzde 50’ye nasıl tırmandığı konusunda kafanızı fazla yormanıza gerek kalmaz.

Bundan sonra ne olur? Önce ilginç bir bulguyu not edelim. Sağlık hizmetinden memnuniyet oranı 2010’dan bu yana yüzde 70 civarında dalgalanıyor, yani yerinde sayıyor. Dramatik memnuyet artışı ilk yedi yılda olmuş. Düşen reel faizler, AKP iktidarına küçük bir kesimin devlet tahvillerinden elde ettiği yüksek faiz gelirini önemli ölçüde azaltma, ortaya çıkan kaynağı da alt yapıya, eğitime, sağlığa ve sosyal yardımlara harcama fırsatını verdi. Son dönemde bu kaynak transferinin sınırlarına ulaşılmış gibi duruyor. Reel fazilerin daha fazla düşecek yeri yok. Bundan böyle ancak gelir vergisi artışları ile sosyal harcamalarda reel artışlar sağlanabilir. Bu ise daha zor bir iş. 

16 Nisan 2014 Çarşamba

Büyüme idare eder, işsizlik düşüyor

Geçen hafta Başbakanın düşük büyümeye tahammülü olmadığından söz etmiştim. Önünde kazanılması gereken iki seçim var. Doğal olarak bu seçimlere olabildiğince iyi ekonomik koşullarda girmek istiyor. Yani büyümenin yüksek olduğu, işsizliğin de düştüğü koşullarda. Oysa büyüme tahminleri çoğunlukla yüzde 2-3 arasında. En son IMF 2014 büyüme tahminini yüzde 3.5’ten 2.3’e çekti. Yıl başında büyümeyi ben de yüzde 2.5 civarında beklediğimi açıklamıştım.
Ekonomi yönetimi ise büyümenin dengeli olmasına odaklanmış durumda. Büyümenin düzeyi tali bir konu gibi duruyor. Büyüme konusundaki bu farklı iki yaklaşımı rakamlara tercüme edersek şöyle söyleyebiliriz: Ekonomi yönetimi yüzde 4’e yakın bir büyümeye razı; yeter ki cari açık küçülsün, enflasyon düşsün.  Başbakanı ise bu düzeyde bir büyüme kesmiyor. Haksız olmadığını söylemiştim. Yüzde 4’ün altında bir büyüme normalde işsizliği az da olsa yükseltir.

Büyüme beklenenden iyi

Hal böyleyken ekonomik gidişat ne durumda? Birinci çeyrek geride kaldı. Çoğunlukla ilk iki ayın öncü göstergelerine dayanarak güvenilir bir tahmin yapmak mümkün. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (Betam) geçen cuma yayınladığı Ekonomik Görünüm notunda (“İhracata dayalı büyüme”) çeyrekten çeyreğe büyümeyi yüzde 0,5, yıllık büyümeyi de yüzde 3,8 tahmin ediyor. Bu oranların ardındaki Betam değerlendirmesi şöyle özetlenebilir: Özel tüketimde hafif düşüş var. Yatırımlar yatay seyrediyor. İhracatta belirgin artış, ithalatta ise düşüş var. Sonuç olarak büyümeyi net ihracat taşıyor.
Sonuç olarak, gerek düzeyi gerek niteliği itibariyle ekonomi yönetiminin öngördüğü büyümeye yakın bir büyüme söz konusu. Nitekim Betam cari açıkta 0,4 puanlık bir düşüş (yüzde 7,9’dan 7,4’e) bekliyor. Betam elbette yanılabilir. Üstelik tahminine Mart göstergeleri – düşen kapasite kullanımı hariç- dahil değil. Ama buna karşılık tüketici ve yatırımıcı güveninde belirgin iyileşmeler var. Diyebilirsiniz ki önümüzde daha üç çeyrek var ve siyasal gelişmelerin neler getireceği belli olmaz. Doğru ama yine de yüzde 2-3 arasındaki 2014 büyüme tahminlerinin kötümser kaldığını düşünmeye başladım. Kaldı ki iç talebi desteklemeye müsait bir manevra alanı da mevcut.

İnşaat yukarı, işsizlik aşağı

Diyelim ki önümüzdeki çeyreklerde de yüzde 4’e yakın dengeli bir büyüme devam etti. Başbakan Merkez Bankası’na faiz baskısı yapmaktan vazgeçer mi? Sanırım işsizlikteki gidişat bu konuda önemli bir unsur olacaktır. Dün TÜİK Ocak dönemi (Aralık-Ocak-Şubat) işgücü piyasası rakmalarını açıkladı. İşsizlik düşmeye devam ediyor. Mevsim etkilerinden arındırılmış verilere göre işsizlik oranı bir önceki döneme kıyasla 0,3 puan (yüzde 9,4’ten 9,1’e) düşümüş durumda. İşsizlik 7 dönem boyunca yükselip yüzde 10,2 ile zirve yaptıktan sonra son dört dönemdir düşüyor. Bu düşüşte inşaat sektörü önemli bir paya sahip. Nitekim, son dört dönemde bu sektörde istihdam artışı 330 bin. Bir ara yavaşlayan hizmet istihdamı da son dönemde hızlanmış görünüyor. Bu arada tarım istihdamı düşmeye devam ediyor.

İstihdamın büyümeyi belirli bir gecikmeyle takip ettiğini biliyoruz. Bu bakımdan işsizlikte gözlemlenen düşüş eğilimi geçen sonbaharda hızlanan büyüme ile açıklanabilir. Son çeyrekte büyüme yüzde 4,4’e yükselmişti. Ama aynı zamanda büyümenin istihdam yaratma kapasitesinin çok yüksek düzeyde devam ettiğini not etmek gerekir. Bu yıl nispeten daha düşük bir büyüme gündemde. Ancak büyümenin istihdam yaratma kapasitesinde düşüş olmazsa, buna normalleşme olmazsa da diyebiliriz, yüzde 4’e yakın bir büyüme ile işsizlik düşmese bile en azından artmaz. Böyle bir gidişatın ekonomi yönetimine rahat nefes aldırması muhtemeldir.

13 Nisan 2014 Pazar

Economic growth has become a hot political issue

In my latest piece on Tuesday (“Erdoğan versus Babacan”), I discussed diverging opinions between Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan and Deputy Prime Minister Ali Babacan regarding the conduct of monetary policy. Finance Minister Mehmet Şimşek, during an interview given to a news program on Wednesday, joined the debate by stating that the central bank is independent and that he does not like to comment on its decisions.
But his focus was rather on the expected growth rate this year. Answering a question mentioning that the International Monetary Fund (IMF) had recently revised downward its growth forecast for the Turkish economy from 3.5 percent to 2.3 percent, Mr. Şimşek said that although “the IMF is a respectable institution,” it can still make erroneous forecasts, as has been observed in the past. Şimşek added that he considers that the official 4 percent growth rate target is still possible.
It is clear now that there are two opposing groups in the Justice and Development Party (AK Party) government in respect to the economic growth outlook. The first group, led by Prime Minister Erdoğan and including Economy Minister Nihat Zeybekçi, is not satisfied at all by the ongoing growth performance. I do not think they are afraid of the fact that the GDP growth rate this year might be under 3 percent as forecast not only by the IMF but by the majority of the forecasters, including the World Bank and myself -- I wrote at the beginning of January that “I would not be surprised if the GDP increase is limited to 2-3 percent” -- but by the fact that even with a growth rate close to 4 percent, the incumbent party would be facing the next elections without the help of favorable economic conditions.
This second group, led by Deputy Prime Minister Ali Babacan and including Finance Minister Şimşek as well Turkish Central Bank Governor Erdem Başçı, argues that the Turkish economy still suffers from a high current account deficit -- the current ratio to GDP being around 7 percent -- and that this deficit is a source of fragility as well as a threat to economic stability. Thus, it must be lowered to a sustainable level, say below 5 percent, through “balanced growth.” The “balanced growth” means, in Turkey's recent economic terminology, a GDP growth based on exports and investment while private consumption is under control and contributes moderately to the growth. This macroeconomic setup is all the more necessary because rising inflation must be curbed at the same time as the current account deficit.
In 2013, GDP growth reached 4 percent after a mediocre performance of 2.1 percent in 2012 but this rather decent rate has been obtained thanks to robust private consumption and increasing public spending while the current account deficit was at a high level. In other words, it was not balanced. This year, a growth rate close to 4 percent -- but more balanced, thanks to the sizable depreciation of the Turkish lira that occurred in January and private consumption being under control -- would be a success for the supporters of stable economic growth because higher growth can be obtained only by boosting private consumption, which would in turn widen the current account deficit.
Obviously, the prime minister does not agree with this economic framework. He wants much higher growth and he is right, from the political economy perspective. Even if this year the growth rate far exceeds 3 percent, it would not be enough to prevent an increase, albeit moderate, in unemployment or to improve the welfare of the poor, as has been the case during recent years.  Now, Erdoğan faces two successive elections within a year and he needs to win them by a large majority if he would like to keep alive his dream of a system in which he would be the omnipotent president.
Mr. Erdoğan and his inner circle know quite well that a slowdown in economic activity could cost the incumbent party support that would be crucial for his dream, which requires a vote share of more than 45 percent, even in the case of a change in the electoral system that would favor the AK Party. Do not forget that the nationwide vote share of the incumbent party decreased from 50 percent to less than 44 percent in the past elections held on March 30, compared to the preceding elections in June 2011. This is why the prime minister insists on loosening monetary policy in order to boost domestic demand. He seems to care neither about inflation nor the current account deficit.
If sluggish growth becomes apparent in the next months, the existing fracture between the supporters of sustainable growth and the supporters of high growth at any price will deepen. The economic growth issue will from now on definitely be a hot political issue.

9 Nisan 2014 Çarşamba

Başbakanın düşük büyümeye tahammülü yok

Siyasette heyecan devam ediyor. İktidar partisi yerel seçimlerde uğradığı oy kaybından sonra karşıkarşıya kaldığı açmazları nasıl aşabileceğinin hesabı içinde. İlk fırsatta bu konuya döneceğim. Geçen hafta ekonomi cephesinde heyecanlı günler yaşandı. Başabakan fazla dayanamayıp Merkez Bankası’na adeta kükredi: Faizleri nasıl arttırdaysınız öyle düşürün dedi, özetle. Bu emri ne zaman verdi? Mart ayında enflasyonun yüzde 8,4 ile zirve yaptığının, çekirdek enflasyonun da yüzde 9,3 ile yedi yıllık rekorunu kırdığının açıklanmasından 24 saat sonra.
            Başbakanın faiz ultimatomunun ardından ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Babacan özel bir söyleşide kararı Merkez Bankası’nın vereceğini, artan kurun fiyatlar üzerindeki baskısının henüz bitmediğini açıklamak zorunda kaldı. Pazartesi günü de Merkez Bankası başkanı Başçı Kayseri sanayi Odası’nda verdiği konferansta olağaüstü toplantının söz konusu olmadığını, büyümenin pek de kötü gitmediğini, yüzde 4’e yakın dengeli bir büyüme beklediklerini, para politikasının halen çok sıkı olduğunu, koşullar müsait olduğunda kontrollü bir gevşeme yapabileceklerini açıkladı. Sözünü ettiğim söyleşide Babacan, Türkiye ekonomisinin yüzde 3-4 arası bir büyüme patikasına girdiğini, büyüme iç talep artışıyla zorlanırsa cari açığın kontrolden çıkabileceğini, büyümeyi artırmanın tek yolunun yapısal reformlar olduğunu belirtmişti.
Kim korkar enflasyondan?

            Bence görüntü oldukça netleşti. Ne zamandır bu sütunda Türkiye ekonomisinin düşük büyüme rejimine hapis olduğunu, salt iç talebe dayalı büyümenin sürdürülemez cari açık nedeniyle sonuna gelindiğini, dengeli bir büyümenin, yani cari açığı makul düzeylere indirecek, aynı zamanda da enflasyonun kontrolden çıkmasına izin vermeyecek bir büyümenin ister istemez yüzde 3-4 arasında kalacağını savunuyorum. Babacan da Başçı da, daha diplomatik bir dille de olsa, aynı şeyi söylemeye başladılar.
            Ancak sorun şu ki, pozitif de olsa, Başbakan’ın düşük düzeyde bir büyümeye tahammülü yok. Doğrusu haksız değil. Büyüme yüzde 3-4 arasında kaldığı sürece ne işsizlik artışını engelleyebilirsiniz ne de yoksulluk göstergelerinde son 10 yılda gerçekleşen iyileşmeyi devam ettirebilirsiniz. Başbakan ne pahasına olursa olsun büyüme istiyor. Bunun için iç talebi canlandıracak faiz indiriminde ısrarlı. Kur artarmış, ardından da enflasyon artar, enflsayonla mücadelenin iyice cılkı çıkarmış umurunda değil. Önünde iki seçim var. Ekonometrik modellerin de gösterdiği gibi (Bkz. Ali Akaraca) bir puanlık ek büyümenin oya pozitif etkisi, bir puanlık enflasyon artışının negatif etkisinden hemen hemen yedi kat daha fazla.

Ekonomik istikrarı kim tehdit ediyor?

            Ama öte yandan enflasyon hedefi olan yüzde 5’i sürekli ıskalayan, her defasında kur arttı böyle oldu diyen bir Merkez Bankası var. Enflasyon giderek katılaşıyor. Başçı’nın 2015’te hedefi yakalarız sözünün arkasında durması gerekiyor. Merkez Bankası için de, koruyucusu Babacan için de enflasyonun düştüğü, TL’nin aşırı değersiz olmadığı, buna karşılık büyümenin pozitif ama yüzde 3-4 aralığında kaldığı, cari açığın da küçüldüğü bir makroekonomik denge mevcut kouşullarda ideal kabul ediliyor. Düşük büyüme kapanından ancak yapısal reformlarla çıkılır. Haziran 2011’den sonra bu fırsat vardı, ama başkanlık rejimi tutkusu nedeniyle heba edildi.

            İki hafta öcne bu köşede “ekonomik istikrarı kim tehdit ediyor?” diye sormuş ve tehdit edenin Merkez Bankası’nın bağımsızlığından rahatsızlık duyan ve enflasyonla mücadelede tuhaf fikirlere sahip olan Başbakanın tehdit ettiği yanıtını vermiştim. Yanıldığımı sanmıyorum. 

8 Nisan 2014 Salı

Erdoğan versus Babacan


The most popular topic these days is the emergence of diverging opinions between Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan and President Abdullah Gül on some critical issues and the possible consequences of these disagreements on the future of the political system.
There is also another divergence, though admittedly an old one, that may raise concerns regarding the conduct of economic policy. I am talking about the difference of opinion that is becoming more and more apparent between Erdoğan and Deputy Prime Minister Ali Babacan, who is in charge of economic affairs and is the protector of the central bank's independence.
Their opinion on economic management diverge
Let me start by recalling the chronology of the events that prompted concerns. Last Thursday, April 3, the Turkish Statistics Institute (TurkStat) published the monthly inflation figures, as usual. The headline was that inflation increased in March to 8.4 percent. However, what is critical is the fact that core inflation reached 9.3 percent, the highest level seen in seven years. Obviously, inflation is on an increasing track due particularly to the impact of the sizable depreciation of the Turkish lira that occurred recently. Let me also recall that the inflation target set by the government and the central bank together is 5 percent and that this target has been missed every year.
The same day, in London, Erdem Başçı, the governor of the Central Bank of Turkey, announced the main principles of the current monetary policy. He said the bank's tight monetary policy matched inflation risks, but that they would not hesitate to take additional measures if needed. The central bank's Monetary Policy Committee (PPK) had also stated after its meeting in March that it would maintain its tight monetary policy stance until there was clear improvement in the inflation outlook, adding that upside risks remained significant.
The next day, Erdoğan, while answering journalists' questions before leaving Ankara for an official trip to Azerbaijan, challenged the central bank's firm stance by summoning it to lower interest rates. "Yields are falling. In line with this, the central bank will probably convene an extraordinary PPK meeting," Erdoğan said. He added that "just like it convened extraordinarily last time to hike rates, this time it should convene and lower interest rates."
That same day, Mr. Babacan was answering the questions of Cüneyt Başaran from Habertürk TV during an exclusive interview and he was asked what he thinks about the prime minister's statement regarding interest rates. Mr. Babacan, being unable to say, “No comment,” tried to give as evasive an answer as possible, but he could not fully hide his divergence with the prime minister. Babacan said that the central bank is following the developments very closely, that the final decision on interest rates belongs to the bank and that the PPK will do what is best for the Turkish economy. However, he felt the necessity to be precise and explain that the pass-through process (the impact of the depreciation of the Turkish lira on prices) is not yet complete and that the current hike in inflation is due to increasing costs. This last statement is fully in line with those of the central bank.
What will happen if this week the PPK does not hold an extraordinary meeting in order to satisfy Mr. Erdoğan's command? And what will happen if the committee does not lower its policy rate at the routine meeting to be held within two weeks? Obviously, the disagreement regarding monetary policy, with the prime minister on one side and Mr. Babacan and the central bank on the other side, risks being transformed into an open clash that would threaten economic stability. This is exactly what I argued in my piece on March 21, “Who threatens economic stability?” Indeed, I wrote that one of the pillars of economic stability is “a well-functioning open market economy based on a sound fiscal policy and on the respect for the autonomy of key economic institutions such as the central bank.” And I added, “The prime minister's criticism of the so-called ‘interest-rate lobby,' his strange approach to fighting inflation with low interest rates, his open defiance regarding the conduct of monetary policy by the central bank must be construed as leading indicators of an imminent change in economic policies.” I was not mistaken.
Since the incumbent party is now facing low economic growth -- less than 3 percent, according to many forecasts –- while at the same time it will be challenged in two successive elections within a year, Erdoğan does not care about inflation, but he is deeply concerned by the political consequences of low growth and all the more since the incumbent party lost 6.5 percentage points in the March 30 elections compared to those of June 2011. The time of political comfort based on the economy is over.
This article has been published by Today's Zaman, 8th of March

4 Nisan 2014 Cuma

Incumbent party's fall has begun

In my piece last Monday, just after the elections, I started an analysis based on a vote distribution that, a few days later, was revealed as biased.
Its light might be weakening
On Sunday night, the majority of TV news stations reported their election statistics based on information provided by the Anadolu news agency, a state-owned company. Nevertheless, we knew quite soon that the statistics were biased in favor of the incumbent party, the Justice and Development Party (AKP). Sunday night's vote distribution considered for my piece was as follows: In percentage of votes, the AKP won 45 percent, the Republican People's Party (CHP) won 28 percent and the Nationalist Movement Party (MHP) won 16 percent. Now, the unofficial but almost definitive vote distribution at the national level was reported by the Cihan news agency as follows: The AKP won 43.3 percent, the CHP won 25.6 percent, the MHP won 17.7 percent and the Peace and Democracy Party (BDP) and the People's Democracy Party (HDP) together won 6.6 percent.
Most of my foreign readers who might not be very familiar with the nuances of the Turkish electoral system may say that there are only a few differences between the two vote distributions. They are mistaken. The second vote distribution, the correct one, allows us to be much more optimistic regarding the political consequences of the outcome of March 30.
The main point to be underlined is that the incumbent party has lost approximately 6.5 percentage points compared to the last elections in June 2011, in which its vote share was 49.8 percent. In absolute terms, the AKP has lost more than 2 million electors. The second point is that the large majority of these electors voted for the MHP. The vote share of this right-wing party has increased by 4.8 percentage points, from 12.9 to 17.7 percent. The remaining electors lost by the AKP seem to have voted for the Islamist Felicity Party (SP), which increased its vote share from 2 to 2.8 percent, and for the Grand Unity Party (BBP), another right-wing party, which increased its vote share from 0.8 to 1.6 percent. It must be noted that the main opposition party, the CHP, almost stagnated with 25.6 percent; they won 25.9 percent of the vote in June 2011. The pro-Kurdish party, the BDP, also stagnated with 6.6 percent.
The electors who voted on March 30 will vote again this August to elect the president of the Turkish Republic and later in June 2015 to elect the deputies for the National Assembly. The critical question regarding the political evolution in the near future is: Will the AKP be able to win back the electors it has lost to the right-wing parties? To answer this question we need to know what pushed these electors away from the AKP. We will have a reliable answer from the elections surveys, which will scrutinize these motivates. That said, I can share with you my personal answer as based on the predictions of Professor Ali Akarca's econometric model, which I referenced in my article last Saturday, "What will Erdoğan decide?"
If there are no major fluctuations caused by deep crises like the “clean hands” projects of Italy in 1994 and Turkey in 2001, the incumbent party will face the next elections while keeping more than 80 percent of its vote share in the previous elections. This means that the AKP will start the next general elections, which will be held within a year, with 40 percent in its pocket. Then, five factors will decide the final support of the incumbent party: the cost of ruling; the advantage of incumbency; economic conditions, especially GDP growth; political realignment in terms of a consolidation of conservative votes in the incumbent party; and strategic voting in terms of refusal to vote for the first choice because of the 10 percent electoral threshold.
Let's start with GDP growth. Last year the growth rate reached 4 percent and this year the rate will be the same, at best. The vote consolidation process is over. In other words, the incumbent party has no more electors to attract from the right. Maybe it can gain back 1 percentage point because of strategic voting from the SP and the BBP. The electors it would lose because of the cost of ruling might be compensated by the electors who would vote for it because of the incumbency advantage. The bottom line is that I do not believe the AKP will be able to get back the large majority of the electors it lost.
This fact has major political consequences: First, the AKP is now unable to have the referendum majority of more than 330 seats, even if it changes the electoral system by narrowing the constituencies. Thus, the presidential system dream of Mr. Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan is definitely buried. Will he accept resigning from his party and become a president with limited prerogatives? If he accepts these conditions, who will be the prime minister? Would this new prime minister be able to lead the AKP efficiently, as Mr. Erdoğan does, in the next general elections? If Mr. Erdoğan decides to remain in his post as prime minister and leader of the AKP, who will be the AKP candidate in the presidential elections? If it is Mr. Abdullah Gül, the current president -- and it most probably will be -- can Mr. Erdoğan share executive power with Mr. Gül, who would be, this time around, elected by popular vote, thus having more political power?
No doubt the incumbent party's fall has begun, and it is facing harsh dilemmas.

2 Nisan 2014 Çarşamba

İktidar partisinin düşüşü başladı

Seçim değerlendirmelerini hayretle izliyorum. AKP’in yüzde 45 oy aldığı, bunca ağır ithama karşı bunun büyük başarı olduğu, kaldı ki 2009 yerel seçimlerine göre oyunu arttırdığı, Tayyip Erdoğan’a başkanlık yolunun açıldığı yanlı yansız neredeyse tüm yorumcular tarafından savunuluyor. Bu yorumlara hiç katılmıyorum.
            Seçim sonuçlarından başlayalım. Seçim gecesi haber kanalları hepimizi yanılttı. Türkiye geneli oy oranı diye belediye başkanlarının aldıkları oyları verdiler. Oysa bu oyların içinde büyük şehir olmayan 51 ilin belediye olmayan yerleşimlerindeki (çoğunlukla köyler) seçmenlerin oyları dahil değildi. Türkiye genelindeki oy dağılımını görmek için bu 51 ilde il genel meclisleri oylarını, 30 büyük şehirde de ilçe belediye meclisleri oylarını toplamak gerekiyor. CHA dün 13 civarında verdiği bu şekilde hesaplanmış ülke geneli oy dağılımı şöyleydi: AKP 43,2; CHP 26,1; MHP 17,7; BDP+HDP 6 civarı.
AKP kaybederken MHP kazanmıştır

            Bu tablonun yorumu oldukça yalın: Haziran 2011’de oylarını yüzde 49,8 ile zirveye taşıyan iktidar partisi asgari 6,5 puan kaybetmiştir. Seçmen kaybı 2 milyon civarındadır. CHP yerinde saymıştır. Ana muhalefet ayrı bir yazıyı hak etmektedir. Keza BDP de yerinde saymıştır. “Yüzde 10’u rahat geçer” balonu patlamıştır. Seçimden başarılı çıkan yegane parti. MHP’dir. Yüzde 13 civarından yüzde 17’nin üzerine çıkmıştır. Bu iyi midir kötü müdür?  Barış süreci açısından iyi değildir. Ama otoriter rejime fren koyma açısından iyidir.
            Şimdi, “Haziran 2011’e değil Mart 2009’a bak” diyebilirsiniz. Tamam bakalım.  Mart 2009 ekonomik kriz nedeniyle işsizliğin tavan (yüzde 10’dan 14 küsura) milli gelirin de taban (bir yıl öncesine kıyasla yüzde 15 ekside) yaptığı dönemdi. Yani ekonomik koşullar bugüne kıyasla çok kötüydü. AKP Mart 2009’da Temmuz 2007’ye kıyasla 8 puan kaybetmişti (yüzde 46’dan 38’e). Bu puanları belediyeleri kötü yönettiği için kaybetmedi. İki nedenle kaybetti: Bir, kötü ekonomik durum nedeniyle, iki 2007’de ateş altındaki AKP’yi savunmak için stratejik oy kullanan islamcı ve merkez sağ seçmenlerin esas partilerine dönmeleri nedeniyle. Nitekim Mart 2009’da Saadet yüzde 5 civarı oy aldı. Oysa geçen Pazar oyu yüzde 1.5’tu. Diğer merkez sağ partiler de 0 küsurat partisi oldular.

Erdoğan başkanlık riskini almaz

            Kaldıki, doğru karşılaştırma Mart 2009 mu yoksa haziran 2011 mi tartışmasının fazla bir anlamı da yok. Geçen Pazar oy kullanan yaklaşık 48 milyon seçmen, 6 ay bilemedin bir yıl sonra genel seçimlerde sandığı gidecek seçmendir. Genel seçimlerin sonucunu da bu seçmen kitlesinin bugünkü eğilimlerinden yola çıkarak kestirmek zorundayız. Bir kere, AKP’nin merkez sağ, muhafazakar, islamcı, kesimden kendine katacağı oy kalmamıştır. CHP ve BDP seçmenlerinden oy apartması beklenemeyeceğine göre geriye MHP seçmeni kalıyor. MHP’ye kaptırdığı oyları geri alabilir mi? Burada MHP’ye katılan yaklaşık 2 milyon seçmenden söz ediyoruz. Bu seçmenlerin kim olduklarını ve neden MHP’yi desteklediklerini bilmiyorum. Seçim sonrası anketleri bu konuya odaklanmalıdır.
            Şahsi görüşüm, gelecek genel seçimlerde bu oy dağılımının fazla değişmeyeceği şeklindedir. AKP kurmaylarının kapalı kapılar ardında benzer bir değerlendirme yaptıklarını sanıyorum. Böyle ise, başabakan köşke aday olmayacak demektir. Bunun iki önemli nedeni var: Bir, bu oy dağılımı ile AKP, seçim çevrelerini daraltsa bile, referandum çoğunluğu olan 330 küsur sandalyeye ulaşamaz. Bu durumda sayın Erdoğan Ağustos’ta cumhurbaşkanlığını ikinci turda kazansa bile Köşkte bugünkü sınırlı yetkilerle kalır. Kimi başbakan seçerse seçsin Türkiye’yi bugün yönettiği gibi yönetemez. İkinci neden, AKP’nin oyları düşerken, üzerinden yoluszluk şaibesi kalkmamışken ve de cemaat ile savaşı sürdürmeye kararlı görünürken AKP başkanlığını ve başbakanlığı bırakıp köşke çıkması mantıklı olmaz.

            Köşenin sınırlarını çoktan aştım. Siyaseti konuşmaya devam edeceğiz. Bu arada ekonomiyi ihmal edersem kusura bakmayın. İki satırla 2013 büyümesine deyineyim: Sürpriz yok: Yüzde 4. Yüzde 2’nin üzerine bayağı iyi. Ama kalitesi berbat. Tamamen özel tüketime ve kamu harcamasına dayalı bir büyüme. Yatırımlarda artış yok. İhracatın katkısı sıfır.