30 Kasım 2012 Cuma

Türkiye’nin Avrupa’daki yeri


Son on gün içinde Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerini konu alan iki toplantıya katıldım. İlki TÜSİAD tarafından kurulmuş olan ve Fransız ve Türkiyeli aydınlar ile politikacıları bir araya getiren Boğaziçi Enstitüsü’nün İstanbul’daki yıllık toplantısı, ikincisi de Galatasaray Üniversitesi’nin Türkiyeli AB uzmanı akademisyenleri bir araya getiren bir semineriydi.

Boğaziçi Enstitüsü’nün toplantısında benim açımdan en dikkat çekici konuşmayı Fransız Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün direktörü Thierry de Montbrial yaptı. Montbrial AB’nin büyük bir yönetişim sorunu ile karşı karşıya olduğunu ve dağılma riskinin küçümsenmemesi gerektiğini söyledi. Montbrial’e göre AB siyasal nedenlerle çok hızlı genişledi ve derinleşme ihtiyacını göz ardı etti. Yaşamakta olduğu kriz her şeyden önce kurumsal bir kriz. Bu krizi aşabilmesinin yolu da yeniden yapılanmadan geçiyor. Bu yapılanmanın temel özelliği “farklılaşmış” bir Birlik olmak zorunda. Merkezde homojen bir “demir çekirdek” etrafında da bu merkeze esnek bir şekilde bağlanan diğer üyeler. Montbrial bu üyelerin arasında Türkiye’nin de yeri olduğunu özellikle vurguladı. Tamamen katılıyorum.

Özgüven patlaması

Ancak Türkiye’nin AB’de yerini alabilmesi için müzakerelerin devam etmesi ve başarıyla sonlandırılması gerekiyor. Oysa, hiç de kolay olmayacak. Müzakerelerin önünde başlıca üç engel var. İlki önemli ölçüde psikolojik: Anlaşılmaz bir şekilde aşırı bir özgüven girdabına kapılmış durumdayız. Galatasaray Üniversitesi’nin seminerinde en çok dile getirilen iki ifadeden biri “özgüven patlaması”. ikincisi de AB ile Türkiye’nin karşılıklı bağımlılığı idi.

AB krizle boğuşurken Türkiye’nin yakın geçmişte büyüme rekorları kırması bu özgüven patlamasını besliyor olabilir. Oysa, AB’nin ihracatımızdaki payı yüzde 38’e gerilemiş olsa da Avrupa bizim için bir numaralı pazar olmaya devam ediyor. Çok övündüğümüz büyüme ise yüzde 3’e düşmüş durumda. Buna rağmen cari açık oranı ancak yüzde 7’ye indi. Bu yüksek açığı finanse etmek için Avrupa’dan gelecek doğrudan yatırımlara hayati ihtiyaç var. Bu noktada Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı sermayenin dörtte üçünü AB ülkelerinin sağladığını hatırlatmak isterim. Öte yandan, genişlemeden sorumlu Komisyon üyesi Stefan Füle’nin geçenlerde vurguladığı gibi AB’nin de Türkiye gibi bölgesinde güç haline gelen dinamik bir ülkeye ihtiyacı var. Kısacası daha mütevazı olmakta yarar var. Bu bağlamda Babacan’ın geçen hafta Türkiye için AB üyeliğinin ne kadar önemli olduğunu dair yaptığı kuvvetli vurguyu hararetle destekliyorum.

Kıbrıs çıkmazı

Zamanlama açısından ikinci engel Kıbrıs çıkmazı. Bu sorun çözüm yoluna girmeden müzakerelerin düzenli devam etmesi olanaksız. GSÜ’nün seminerinde  Mensur Akgün umut verici bir perspektif sundu. 2013 başında Kıbrıs Rum kesiminde başkanlık seçimleri var. Tüm kamuoyu yoklamaları muhalefet lideri Nikos Anastasiadis’in kazanacağını gösteriyor. Akgün’e göre bu kaçırılmaması gereken bir fırsat çünkü Anastasiadis Hristofyas’a göre hem daha fazla siyasal cesarete sahip hem de anlaşmaya daha fazla istekli.

Bu ilk iki engel aşılsa bile uzun vadede üçüncü bir engeli daha dikkate almak zorundayız. 2004 Aralık Zirvesi’nde “müzakerelerin ucunun açık olduğu”, diğer ifadeyle müzakereler başarıyla sonuçlansa bile üyeliğin garanti olmadığı kayda geçti. Türkiye üye olamayacağı bir kuruluşun tüm kurallarını ve standartlarını benimsemesi için bir neden yok. Kıbrıs sorunu engel olmaktan çıktıktan sonra bir noktada AB’nin Türkiye’ye üyelik garantisi vermesi şart. Başbakan’ın 2023’ü son tarih olarak vermesini destekliyorum. 

24 Kasım 2012 Cumartesi

Why can't credit rating agencies agree?

Moody's kıdemli analisti Sarah Carson
Two weeks ago Fitch upgraded Turkey to investment level. Two days ago, Moody's refused to upgrade Turkey to this level and kept its rating one notch below investment grade. Rival Standard & Poor's continues to keep TurkeyTtwo notches below investment grade. Why can't the global credit rating agencies agree? If we exclude the case of plot scenarios, we must find a consistent answer to this question. I think the starting point should be a comparison of Fitch's and Moody's arguments that lie behind their controversial decisions.


According to Fitch, the Turkish economy merited the upgrade because its financial risks have recently improved, the public debt ratio to gross domestic product (GDP) continues to fall, and it has a strong banking sector. Moody's agrees on these points. Indeed, its spokesman declared, “Turkey's government's financial strength has improved steadily over the past decade.” But the critical point, as I pointed out in my column of Nov. 9, “Upgrading Turkey,” is the external imbalances. The current account deficit (CAD) last year reached 10 percent of GDP. Since August 2011, the government, together with the central bank, has tried to shift domestic-led growth to a more balanced growth through complex monetary and fiscal policies. The rebalancing process worked till now. The CAD decreased along with growth, so the famous “soft lending scenarios” seemed to be well underway. There is a large consensus among forecasters that the CAD has declined to approximately 7 percent and the growth rate to 3 percent. But the first rate is still too high and the second too low.
Fitch estimates that the soft lending is likely to continue -- unless there is a reversal in the rebalancing policies. The rating agency forecasts 3.8 percent growth next year and a still narrowing CAD. Moody's is not so optimistic. “Given the structural nature of these imbalances, it will take time to be fully addressed,” says Moody's. In other words, Fitch's rival adopted a “wait and see” approach. Can it be blamed for being too cautious? I do not think so. Several risks exist, and they have to be carefully evaluated.
Moody's is not very clear about the risks it considers, but I think it is not very difficult to identify them. I already noted in my column mentioned above two of these risks: The risk of appreciation in the Turkish lira and the political risk of a reversal in the rebalancing policies. Turkey can face an increase of capital inflows that risks provoking an appreciating lira. This will certainly not help the rebalancing process since exports will be discouraged while imports encouraged. Recently Governor Erdem Başçı made clear that if the risk of appreciation occurs, the central bank will not hesitate to decrease its policy rate to prevent excessive capital inflows.
However, we cannot forget that in such a case the Turkish economy would face another risk, the risk of fueling domestic demand. The central bank has already relaxed to some extent its monetary policy that aimed to push banking loans rates a little bit down, and bank loans are slightly increasing right now. The 3 percent growth rate does not make anybody happy. For more than two years unemployment was decreasing, but nowadays signs of a reversal are quite perceptible. The central bank thinks that there is some room to maneuver for a controlled increase in domestic demand, but if it is obliged to lower interest rates further, one cannot guarantee that a skid can be avoided. In such a case, the pursuit of the rebalancing process can be questioned.
So, if Turkey wants to be upgraded by other rating agencies, it will be condemned to maintain the low growth regime for a while. The government's medium-term program, the official road map of the economy, forecasts 4 percent growth for 2013 and 5 percent for 2014, but it still assumes export-led growth. International institutions are not so optimistic. A recent IMF forecast estimates growth of 3.5 percent for the Turkish economy next year. Thus, appears the political risk.
The incumbent Justice and Development Party (AK Party) will be facing a period of successive elections starting in March 2014. I do not think that it will accept -- without reacting -- to low growth if it persists. In this case AK Party will be facing a dilemma: Would it be better in electoral times to have an upgrading from rating agencies or to control unemployment? I think that it will choose the second option. 

21 Kasım 2012 Çarşamba

Fransa’yı bırak Amerika’ya bak


The Economist’in son kapağı medyada bayağı yankı buldu. Görmeyenler için aktarayım. Mavi-beyaz-kırmızı renkli kurdele ile paketlenmiş patlayıcılar ve yanan bir fitil. Başlık şöyle: “Avrupa’nın kalbindeki saatli bomba”. The Economist borç artışını durdurmakta zorlanan Fransa’nın yarattığı tehlikeye dikkat çekmekte haklı olabilir. Ama bence Fransa’dan önce ABD’yi kapak yapmalıydı. Nitekim, bütçe projeksiyonları ABD kamu maliyesinin Fransa’dan daha zor durumda olduğunu gösteriyor.

            Şu sıralar ekonomi gündeminin bir numaralı konusu olan “mali uçurum”dan söz etmiyorum. Mali uçurum şüphesiz yakın bir tehdit oluşturuyor. Ancak Washington’dan gelen haberler Cumhuriyetçilerin uzlaşmaya yanaşacağı yönünde. Aslında uzlaşama tehdidi tümüyle bertaraf etmeyecek. Demokratlar yıl başında süresi dolacak olan vergi indirimlerinin bir bölümünü, Cumhuriyetçiler de süresi dolacak olan olağan üstü kamu harcamalarının bir bölümünü devam ettirmeyi kabul edecekler. Büyük şok yerine daha hazmedilebilir bir şok yaşanacağını umabiliriz.

Delik büyük

            Oysa, Federal bütçe biraz hesap kitap yapılarak orta vadeli perspektiften incelendiğinde durumun vahameti bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. Kritik nokta, artmakta olan kamu borcunun GSYH’ya oranın bir zaman sonra düşmeye başlaması. 2013 bütçesinin ekinde yer alan projeksiyonlara göre bu yıl itibariyle Federal devletin piyasa borcu 11,6 trilyon dolar, borç oranı da yüzde 74,2. Borç oranının 2015’de yüzde 78,1’e çıkması, ardından da düşmeye başlaması öngörülüyor.

Bu nasıl olacak? Halen yüzde 8,5 olan bütçe açığı 2015’te yüzde 3,4’e düşürülerek olacak. Yani ciddi kemer sıkılacak. Ancak kemer sıkmak yetersiz kalacağından büyüme de gerekiyor. GSYH’nın 15,6 trilyondan 18,2 trilyon dolara çıkarak nominal olarak yüzde 16,7 artması umuluyor. Yıllık yüzde 1-2 enflasyon hesaba katarsak ortalama yıllık reel büyüme oranı yaklaşık yüzde 3 ediyor. Maliye politikası sıkılaştırılırken, para bolluğu da sınırlarına ulaşmışken büyüme nereden gelecek? “Gökyüzünden” diyerek moralimizi bozmayalım ve bütçeye odaklanalım.

Kemerleri kim sıkacak?

Kemerleri iki taraftan sıkabilirsininiz.  Kamu harcamalarını azaltır, vergileri arttırırsınız. Zorunlu sosyal harcamalara bakıyoruz, üç yılda Medicare ve Medicaid gibi Obama’nın gözdesi sağlık harcamalarının yüzde 28 artacağını görüyoruz. Sosyal güvenlik kalemi de yüzde 19 artıyor. Yüzde 3 büyüme artı enflasyonu koysanız bile çok ciddi yük artışları söz konusu. Obama’nın eşitsizlikler ülkesi ABD’de toplumsal refahı geliştirmekte kararlı olduğu anlaşılıyor. “Kesintiler nerede?” derseniz, “savunmada ve olağanüstü kriz harcamalarında” derim. Bu iki kalemde yüzde 14 oranında tasarruf söz konusu. Amerikan ordusu Afganistan’dan çekilecek. Bu tamam. Bir de büyüme olacağından olağan dışı harcamalara son verilecek. Kabul edelim. Üç yılık toplam harcama artışı yüzde 7. Yani reel artış yok ama bütçe açığına da bir faydası yok.

Kemer sıkma işi esas olarak vergi artışlarına yüklenmiş durumda. Gelir ve kurumlar vergisi gelirlerinin üç yılda 1,4 trilyondan 2,1 trilyona toplamda yüzde 47 artırılması öngörülüyor. Sosyal güvenlik primlerinde öngörülen artış ise yüzde 36,5. Yüzde 16,5’luk nominal GSYH artışının gerçekleşeceğini kabul etsek bile geriye muazzam bir reel artış kalıyor. Kritik soruları sorup bitirelim. Temsilciler Meclisi’nde Cumhuriyetçi çoğunluk buna izin verir mi? Vergileri arttırmanın bir yolu bulunsa bile maliye politikası sert bir şekilde sıkılaştırılırken, Avrupa da durgunluğa sürüklenirken büyüme yüzde 3’e çıkar mı?   

20 Kasım 2012 Salı

Too much focus on presidential election is dangerous




We are living in very strange times. In the last general elections of June 2011 the Justice and Development Party (AK Party) got 50 percent of the vote and a comfortable majority in Parliament. Frankly speaking, I was expecting for its third period of incumbency a relaxed and self-confident AK Party that would decide to tackle the hardest political and economic problems, like the Kurdish issue and structural economic reform. Indeed, I was terribly mistaken. Now, we are facing an uncertain, disoriented AK Party. The Kurdish problem continues to poison society, deepening ideological and ethnic cleavages, while the process of securing European Union membership drags on.


How to explain this paradoxical situation? Many political commentators and academics think Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan, willing to be the first president elected by popular vote, set the bar very high. He would like to be elected with a comfortable majority at the first round. I share this explanation but at the same time I think it is incomplete. First of all, this idea is perilous, for at least two reasons: First, a majority for Mr. Erdoğan at the first round is not guaranteed. Different polls indicate that the AK Party's electoral support is somewhat diminishing. This is not surprising. Economic growth is so low that unemployment has started to increase, and I expect that it will continue to do so given the international conditions, which include the recession in Europe and the fiscal difficulties in the US, and also given the domestic economic deadlock which prevents a possible increase in banking loans. Furthermore, the AK Party also risks losing a portion of its Kurdish electorate because of the Uludere tragedy and the recent hawkish politics towards the Kurdish problem.
This pessimistic view is probably not fully shared by AK Party headquarters. They might believe that Kurdish voters who are against the Kurdistan Workers' Party (PKK) will still support the AK Party. On the other hand, the government hopes for a partial recovery in growth with 4 percent next year and 5 percent in 2014. Personally, I would not bet on these fortunate events. Regarding low growth I continuously try in this column to argue that the only way to push growth up without jeopardizing the budget balances is to insist on fiscal discipline but to implement, at the same time, the economic structural reforms. But it could be too late. I am afraid that we will witness in the coming months the return of old style populist politics in Turkey. Even in the event of a moderate loosening of economic policies, this strategy could be counter productive in regards to boosting electoral support.
In this context, can the adoption of a nationalistic hard line and the abandoning of democratic reforms lead Nationalist Movement Party (MHP) supporters to vote for the AK Party? Moreover, can the increase of public welfare spending as well as the postponement of difficult economic reforms help the AK Party keep its electoral base intact? I don't believe either of these scenarios. I think that at least some of the AK Party officials should be aware of the risks emanating from this strategy. At this point we have to ask a second question: Why has the incontestable leader of the AK Party adopted such a risky strategy?
It is not easy to answer this question, but I can still give my personal interpretation. I think, given the fact that the election of the president by popular vote is an irreversible decision, Mr. Erdoğan considered only one option: the transformation of the current ambiguous parliamentary system that would be even more ambiguous and prone to instability with a president elected by popular vote, into a clear presidential or semi-presidential system. Indeed, in the Constitution, a product of the Sept. 12, 1980 military coup, the president has extensive powers in the state bureaucracy, but his most critical prerogative is his ability to share the executive power with the prime minister. This prerogative will certainly be reinforced when the next president will be elected by popular vote.
Mr. Erdoğan might think this is an unsustainable institutional setup, and he will be able to change the regime if he is elected with substantial support in 2014. Then the AK Party majority can push to early parliamentary elections, hoping to get the majority (over 340 seats) allowing it to change the constitution on its own. Now, there is a second option that I defended in my column published on May 20 (“What should we do with a president elected by a general vote?”): A president elected by a general vote could play an important role in preventing military coups, modern or post modern ones, in solving political impasses with having, at the same time, no interference in the executive power. Also, do not forget, in Europe there are many presidents, such as those of Austria, Portugal, Finland and Bulgaria, who are elected by a general vote but who do not necessarily act in a presidential or semi-presidential system.

18 Kasım 2012 Pazar

Two bad, one good news item

On Thursday three important pieces of economic data were released: unemployment in August, central government budget balances in October and the current account deficit (CAD) in September. There are two bad pieces and one good piece of news here, with critical implications for Turkish political life.


Let us begin with the bad news.
The Turkish Statistics Institute's (TurkStat) Household Labor Force Survey of the period July through September confirmed the turning point in the unemployment I suggested in my column on Oct. 15 (“Unemployment can be headache for government”). Indeed, the unemployment rate increased for the second period in a row: From June to July it rose from 8.9 percent to 9.1 and now, from July to August, it has risen to 9.2 percent. According to an estimate by Bahçeşehir University's Center for Economic and Social Research (BETAM), the non-agricultural unemployment rate stayed at 11.4 percent -- though this follows an increase from 11.2 percent to 11.4 percent in the July period. Obviously, the current weak gross domestic product (GDP) growth, estimated at around 3 percent, is not creating the jobs necessary to compensate for the labor force increase. As long as the government fails to find a way to maintain a higher growth rate in the economy than currently, it will face the politically adverse effects of increasing unemployment, slowly but decisively.
The second bad piece of news is about the fiscal stance. October budget figures continued to reveal the dangerous path in which fiscal policy has been engaged since economic growth decelerated earlier this year. In October the budget deficit reached TL 4.4 billion, while the balance excluding interest payments -- the primary balance -- turned into a deficit. This balance saw a surplus in October 2011. It would be better to compare the first nine months with the same period last year. Within a year, budget revenues increased by 11.2 percent. If we assume an average inflation of 8 percent by year-end, the real increase in revenues appears quite limited: approximately 3 percent, consistent with the growth rate. However, the consistency disappears completely regarding public expenditures, which saw an 18.1 percent increase. Here we have a real sizable increase, and the dangerous path emerges at this point. Most of the public expenditures, comprising employee salaries and social aid programs, are very rigid. In other words, it is very difficult to cut them in tough times. Indeed, to maintain budget discipline, it would be necessary to limit spending increases to 11-12 percent, parallel to the increase in revenues. The government could not -- and probably does not want to -- respect this limitation. Personal salaries and expenditures rose by almost 19 percent alongside a dramatic increase in social aid programs: Health, pensions and social aid expenditures, counting for 20 percent of the budget, increased by almost 28 percent in the first 10 months compared to the same period of last year. That is the cost of full health coverage, increasing retirements and the widening support for poor. Reinforcing the welfare state is certainly a valuable policy, but only under the condition of avoiding an abandon of budgetary discipline. Increases in welfare spending should be compensated by cuts in other public spending if necessary. But that does not seem to be the case at the moment.
The good news is about the CAD. It continued to shrink in September, reassuring financial markets and Fitch Ratings, who recently upgraded Turkey to an investment level. This year the CAD will probably top out at $50 billion. The estimations for its peak were around $65 billion a few months ago. The rebalancing process is well under way. I forecast a 7 percent share of CAD in GDP, a ratio that was above 10 percent at the end of last year. Nevertheless, we should not forget that this achievement is partly due to the lower growth than expected. Unfortunately, there are no miracles in economics.
How will Justice and Development Party (AK Party) leaders react to this annoying economic outlook as election days are approaching? Frankly speaking, I do not know. But I do know, elsewhere, that the options are quite limited. There is no more space for an increase in value added tax (KDV) or similar indirect taxes. On the other hand, the tax base can easily be enlarged. The Ministry of Finance already made the required legal preparations, but Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan seems to be hesitating to approve them. This option will certainly not be popular among AK Party supporters.
The government can also reconsider the labor market and other structural reforms that have been postponed. It also has the option of returning to democratic reforms and accelerating a peaceful solution to the decades-long “Kurdish problem.” Doing so can reverse increasing military spending and reinforce the European anchor that would help boost investor confidence. Let's keep our hopes up that it will do so.

14 Kasım 2012 Çarşamba

Gelir eşitsizliği ve Ak parti oyları


Gelir eşitsizliği Adalet ve kalkınma Partisi’nin iktidar döneminde azaldı mı? Bu soruya hükümet kanadı ile muhalefet kanadının birbirine zıt yanıtlar verdiği herkesin malumu. Bu çok da şaşırtıcı değil. Tartışmanın siyasal polemik boyutu bir yana, gelir eşitsizliği ekonomi kuramının en çetrefilli konularından biri. Bireyler arasındaki gelir eşitsizliğini ölçen fazlasıyla ölçüt mevcut. Bu ölçütlerin her biri gelir eşitsizliğinin farklı bir boyutuna ışık tutuyor. Dahası, belirli bir zaman kesitinde ölçütlerden biri eşitsizliğin arttığını söylerken diğeri aksini işaret edebiliyor.

TÜİK düne kadar gelir eşitsizliğini Hane Halkı Bütçe anketlerini (HBA) kullanarak ölçüyordu. Bunun yerine TÜİK 2006’dan itibaren Avrupa İstatistik Enstitüsünün standartlarına uygun olan ve 12 bölge için geçerli Gelir ve Yaşam Koşulları (GYK) anketini kullanıyor. Ancak bu istatistikler 2005-2010 yıllarının hane gelirlerini kapsadığından Ak parti iktidarı ile tam örtüşmüyor. Yine de gelir eşitsizliği-siyaset ilişkisini tartışmak için yeterli sayılabilirler.

TÜİK hane gelirlerini hane kişi sayısına göre düzelttikten sonra iki gelir eşitsizliği ölçütü hesaplıyor: Gini Katsayısı (GK) ve Yoksulluk Riski (YR) oranı. GK bireyler arası eşitsizliğin daha ziyade orta kesimindeki gelir farklarına duyarlı iken, ortanca gelirin yüzde 60’nın altında gelire sahip bireylerin toplam içindeki payı şeklinde tanımlanan YR alttakilerin gelir artışlarına duyarlılık gösteriyor.

Dönemin bütününe baktığımızda 2005’ten 2010’a her iki ölçütün de azaldığı görülüyor: GK yüzde 42,8’den 40,4’e, YR ise yüzde 25’den 22,6’ya geriliyor. Bu sonuçlar incelenen dönemde gelir eşitsizliğinin sınırlı ama kesin şekilde azaldığına işaret ediyor. Bununla birlikte, bu iyileşmeye rağmen Türkiye’nin Avrupa’nın en eşitsiz ülkesi olmaya devam ettiğini belirteyim.

Öte yandan gelir eşitsizliğinin yeknesak bir seyir izlemediğini görüyoruz. GK ve YR 2005’den 2007’ye ülke genelinde önemli ölçüde azalıyor. Dahası, Kuzeydoğu ve Orta Anadolu bölgeleri hariç diğer 10 bölgenin tümünde iki ölçütte de azalma söz konusu. Bu sonuç şaşırtıcı değil. Bu iki yılda yüksek büyüme sayesinde kişi başına gelirde yüzde 9 artış oldu. Bu artışın gelir eşitsizliğini azaltıcı nitelikte olduğu açıkça görülüyor. Bu bakımdan, Ak Parti’nin Temmuz 2007 seçimlerinde oy oranını yüzde 35’den yüzde 46’ya yükseltmesi bana hiç de şaşırtıcı gelmiyor.

2008’in 2. çeyreğinde hafiften başlayan ve giderek ağırlaşan durgunluğun gelir eşitsizliğindeki iyileşmeye büyük ölçüde tersine çevirdiği anlaşılıyor. GK bir yüzde puan artarken, YR hemen hemen sabit kalıyor. Bununla birlikte 12 bölgenin sekizinde her iki ölçütte de artış söz konusu. Bu nedenle ekonomik krizin genelde eşitsizliği artırıcı etki yaptığı söylenebilir. İşsizliğin tavan yaptığı  Mart 2009 seçimlerine Ak Parti’nin il genel meclisi oy oranının yüzde 38’e düşmesinin rastlantı olmadığını düşünüyorum.

GYK istatistikleri ne yazık ki krizi takip eden yüksek büyüme döneminin (2009-2011) tümünü kapsamıyor. 2008-10 dönemi dikkate alındığında GK’da 1,1 yüzde puan, YR’de ise 1,2 yüzde puan düşüş söz konusu. Bununla birlikte bölgelerde durumun daha karışık olduğunu görüyoruz. Dört bölgede her iki ölçüt azalırken, üç bölgede her ikisi de artıyor. Kalan beş bölgede ise, kiminde GK azalıp YR artarken, kiminde tersi söz konusu. Bu manzara canlanma döneminde gelir eşitsizliğinin yönünün tam belirginleşmediğini gösteriyor. Ancak 2011’de yüksek büyümenin devam ettiğini dikkate alırsak, Haziran 2011 seçimlerinde iktidarın kaybettiği oyların neden geri alabildiğine de ışık tutmuş oluruz.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Not artışının ekonomik ve siyasal sonuçları


Heyecanla beklenen artış nihayet geldi. Derecelendirme kuruluşu Fitch yabancı para cinsinden kredi notumuzu BBB’ye yükselterek yatırım yapılabilir seviyeye getirdi. Daha teknik ifadeyle açıklayacak olursak, Fitch döviz cinsinden Hazine borçlanma kağıtlarının geri ödeme riskinin yatırım yapılabilecek kadar düşük olduğunu ilan etti. Piyasalarda bir ülkenin borçlanma riskinin barometresi olan risk primi farkları Türkiye’nin zaten yatırım yapılabilir ülkelerin riskine sahip olduğunu çoktan tescil etmişti. Yine de Fitch’in bu durumu kabul etmesi muazzam yankı uyandırdı. Yerden yere vurduğumuz derecelendirme kuruluşlarını demek hala çok önemsiyormuşuz.

 

            Önemsediğimize göre Fitch’in bu kararı hangi gerekçelere dayandırdığını, not artışının sonuçlarına ve notu korumanın muhtemel güçlüklerine yakından bakalım. Önce bir itirafta bulunayım. Bir hafta kadar önce bir haber kanalında not arştı beklentim sorulduğunda Fitch’in durağandan pozitife geçeceğini, ancak bir kaç ay daha dengeleme sürecini izledikten sonra not arştı yapacağını beyan etmiştim. Yanıldım. Ama öyle anlaşılıyor ki, Fitch’in karar komitesinde not arştı bir oy farkla 5’e karşı 4 oyla alınabilmiş. Deme ki, komitede tereddüt eksik değilmiş.

 

Artışın gerekçeleri

 

            Fitch gerekçelerini şöyle açıklıyor: Türkiye ekonomisinin yumuşak inişe doğru ilerlemesi, yakın dönem makro finansal risklerdeki iyileşme, kamu borcundaki azalış, güçlü bankacılık. Bu gerekçelerin içinde yeni ve kritik olanı “yumuşak inişe doğru ilerleme”. Diğer üçü zaten öteden beri genel  kabul gören gerekçeler. “Yumuşak iniş”ten kasıt malum: İhracat ithalattan hızlı artacak, bu sayede cari açık GSYH’ya kıyasla azalmaya devam ederek kur şoku, ekonomik kriz ve geri ödeme riskini azaltmış olacak. Bu yıl sonu itibariyle Fitch cari açık oranını yüzde 7,2, kamu borç oranını da yüzde 37 olarak tahmin ediyor. Katılıyorum.

 

            Geçen yılın 3. çeyreğinden itibaren ihracat ithalattan daha hızlı artıyor, diğer ifadeyle net ihracat pozitif tarafa geçmiş durumda. Büyümeyi de iç talep değil esas olarak net ihracat sürüklüyor. Ancak sorun şu ki büyüme Hükümet’in beklentilerinin altında seyrediyor. Bu yıl için Orta Vadeli Program yüzde 4 büyüme öngörüyordu. Oysa Fitch’in de belirttiği gibi büyüme hızı yüzde 3 civarına düşmüş durumda. Bu yıl için düşük büyümeyi piyasalar da Hükümet de kabullenmiş durumda. Kritik nokta gelecek yıllarda büyümenin nasıl bir seyir izleyeceği.

 

Büyüme düşük kalırsa

 

            Bu konudaki görüşümü bu köşede sık sık ifade ediyorum: Yapısal reformlar acilen devreye girmediği takdirde Türkiye orta vadede yüzde 3-4 arasında seyredecek yetersiz bir büyüme oranına mahkum olabilir. İşsizliği artırması kaçınılmaz olan düşük büyümeyi Hükümet üç seçimi kapsayan 2013-15 döneminde kaldırabilir mi? Doğrusu çok kuşkuluyum. Hükümet büyümeyi tekrardan iç talebe dayandıracak politikalara yönelebilir. Böyle bir gelişme notun geri alınma riskini de gündeme getirecektir.

            Bu bağlamda Fitch’in 2013 ve 2014 büyüme tahminleri önem kazanıyor. Bu kuruluş gelecek yıl büyüme oranını yüzde 3,8 ardından da yüzde 4,5 olarak tahmin ediyor. Bu oranları da “sürdürülebilir” büyüme olarak tanımlıyor. Yüzde 4’ün altında büyümeyi işsizlik açısından yetersiz bulduğumu bu nedenle de bu düzeydeki büyümeyi “yumuşak” değil “tatlı sert” iniş olarak adlandırdığımı biliyorsunuz. Buna karşılık işsizliğin Fitch’in kapsama alına girmediğini de biliyoruz.. İşi icabı cari açığa, kamu borç oranına, banka sistemine bakıyor. Ancak seçim döneminde demokratik bir Hükümet’in işsizliği görmezden gelme lüksü yok .

6 Kasım 2012 Salı

Depreciation is hardly a tool for competitiveness

Since Turkey adopted a flexible or floating exchange rate regime in the aftermath of the 2001 crisis, one observes quite frequent ups and downs in the value of the Turkish lira.


We can count in both directions at least eight separate episodes of dramatic changes exceeding 10 percent, some of them being close to 30 percent, between 2003 and today. The two main factors behind this instability does not constitute the subject of this article; nevertheless, I can just note them for your information: The first one is the high volatility of speculative capital flows, the famous "hot money" that depends on investor mood and expectations about the economic conjuncture and economic policies that are, in turn, also highly volatile. The second factor is the inflation difference existing between Turkey and its trade partners. Albeit Turkish inflation has run under 10 percent since 2005, there still exists an inflation gap of five-six percentage points per year. This requires a correction in the nominal exchange rate (the value of the Turkish lira against the US dollar/euro), but this correction is not smoothly done but by fits and starts.
When the lira starts appreciating, exporters also start complaining about the “overvalued lira," arguing that they cannot compete with prices in international markets. However, when silence prevails in the exporters' camp, you can conclude, without checking the statistics, that the lira depreciates. So, we should expect at least that during depreciation periods, Turkish export prices decrease in terms of the dollar or euro in order to give a push to the competitiveness of exports. However, it does not seem to be the case. Recent research published by the Bahçeşehir University Center for Economic and Social Research (BETAM) [“Exchange rate changes are not reflected in export prices” by Zümrüt İmamoğlu, in Turkish but very soon in English also] points out that export prices are “quite rigid,” or if you like, quite insensitive to real exchange rate changes.
Taking into consideration the last episode of exchange rates moving down and up, BETAM's research shows that from October 2010 to August 2011, driven by the new monetary mix of the central bank, the lira depreciated by 18.5 percent at a time when the real appreciation had reached 37 percent compared to its 2003 level. But in the same time period, the ratio of producer prices to export prices decreased almost by the same magnitude (19.1 percent), indicating that exporters did not decrease their prices in terms of the dollar and the euro. To put it simply, this means that our exporters -- instead of using the opportunity of depreciation for gaining competitive strength -- preferred increasing their profits as export prices in the lira rose much more than the costs. From August of last year to July of this year the lira appreciated by 12.4 percent in real terms, mainly because of inflation differences, but again export prices did not move that much, meaning that this time exporters accepted giving up some of their extra profits.
Should we blame Turkish exporters for this “insincere” behavior? I do not think so. The case of appreciation episodes is quite understandable. Exporters cannot increase their prices in terms of the dollar or the euro since they face, indeed, severe price competition in world markets, particularly regarding the export of consumer goods based on medium-level technologies, which is the case for the majority of Turkish exports; during periods of appreciation their profit margin evaporates slowly but decisively. So, the rising complaints of the exporters cannot be considered crocodile tears during these times. That said, in the opposite case, when the lira depreciates, exporters are able to decrease their prices in terms of the dollar or the euro according to the difference existing between import price-cost increases and export price rises in terms of the lira. But it seems that they don't.
How to explain this attitude? I believe that the critical point is to know whether the value of the depreciated lira will be long lasting or not. In other words, it is important to know if the real exchange rate will be stable at its depreciated level. If exporters perceive that this is a transitory phenomenon, it is rational to not touch the quite rigid export prices, as they are not set in daily markets. Indeed, it would very difficult to increase them when the lira starts appreciating again. But if exporters consider that the depreciated lira will last for years, then they can seize this opportunity in order to gain market share.
Maintaining a depreciated lira, in other words a stable real exchange rate at a competitive level, is not, unfortunately, an easy task since it necessitates narrowing the inflation gap to 1-2 percentage points, at least. We are not there yet. But also it necessitates neutralizing the adverse effects of excess capital flows on the nominal exchange rate; we do not know exactly how to do it at the moment.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Devlet eliyle özel tekel yaratmak


Geçenlerde gazetelerde okumuşsunuzdur. IDO’nun yeni sahipleri Afken-Tepe ve İskoç ortağı kıyamet koparmışlar. Neymiş, en çok para kazandıkları Eskihisar-Topçular arabalı vapur hattına bir rakip girmeye kalkmış. NAGEMAR adlı firma Yunanistan’dan 3 gemi ısmarlamış ve Bayram’da seferlere başlamayı planlamış. Vay efendim, IDO’nun en karlı hattına nasıl girerlermiş. IDO Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın “gireceklerse girsinler ama onlar da 860 milyon Doları ödesinler” diyor. İskoç ortak Souter  ise, Financial Times’a verdiği demeçte, “rakip gelirse zarar eden hatları bırakacakları” tehdidini savurmuş. Ayrıca “özelleştirme kuralları çiğnenirse yabancı sermayenin güvenini kaybedeceğini” eklemeyi de unutmamış.

Tüketiciyi yolmak

            Neyse, merak etmeyin, Hamdi Akın’ın ifadesiyle “Hükümet arkalarında durmuş, rakip gemiler izin alamamış ve sorun çözülmüş”.  Bravo Hükümete! Demek ki IDO bizi kaz gibi yolmaya devam edecek. Aslında biz de yolunmaya müstahakız. Çünkü Hükümet’in “en çok verene veririm” şeklinde özetlenebilecek özelleştirme stratejisine karış çıkmıyoruz. Bu strateji Devlet eliyle özel tekel yaratmaya dayanıyor. Hükümet’in derdi özelleştirmelerle Hazinenin kasasına olabildiğince çok para koymak. Bunun yolu da özelleştirme ihalesini kazanacak özel firmaya tekel imtiyazları bahşetmekten geçiyor. Örneğin, Hamdi Akın İDO’nun işletmesini “otuz yıllığına aldıklarını, rakiplerin girmesi için belli kuralların olduğunu” söylüyor. Kendine göre haklı.

Bu koşullarda kıran kırana geçen ihalelerde firmalar tekliflerini tekelci fiyatlar üzerinden yaptıkları hesaba kitaba göre veriyorlar. Özelleştirme bedelleri uçuyor, Hükümet ger ger geriniyor ama fatura tüketiciye çıkıyor. Bu durumun başlıca nedeni Rekabet Kurumu’nun kamu ihalelerine karışamaması. Rekabetin olmadığı piyasalarda oluşan fiyatların sosyal refah kayıplarına yol açtığı Ekonomiye Giriş derslerinde öğretilir ama nafile.
Doğru strateji

Yanlış özelleştirme stratejisinin ekonomik sonuçları itibariyle daha vahimi elektrik sektöründe yaşandı ve yaşanıyor.  Geçen yıl bu konuya değinmiştim (“Enerji özelleştirmelerinde yanlış strateji”, 26 Mayıs 2011, Radikal). Elektrik dağıtımında ihaleler en çok parayı verene verildi. Fiyatlar öylesine yükseldi ki, hatırlayacaksınız, kazanan firmalar bankalardan kredi bulamadı, çünkü tekel fiyatlarıyla bile para kazanmak olanaksız hale gelmişti. Oysa, ihaleleri en düşük elektrik fiyatını verene vermek ve rekabeti geliştirmek gerekiyor. Ancak bu yolla firmaların dağıtımdaki kaçak ve kayıplarda yapacakları iyileştirmeler sanayiye ve tüketiciye ucuz elektrik olarak dönebilir. Ama bu durumda Hazinenin kasasına girecek para da doğal olarak çok düşük olacaktır.

Sorun da burada düğümleniyor. Ak Parti Hükümeti bütçe disiplinine inanıyor. Bu iyi. Ama aynı zamanda kamu harcamalarını artırmaya da devam etmek istiyor. Bunun en kolay yolu da bütçeye çeşitli özelleştirmelerle olabildiğince çok taze para devşirmek. Bu ekonomik açıdan rasyonel değil ama siyasal açıdan düşük bedelli bir yol. Nasıl olsa sıradan vatandaş rekabetçi piyasa ekonomisinin inceliklerinden bihaber.Yine de durum tamamen umutsuz olmayabilir. Bu yılın Orta Vadeli Programı’nda (OVP)  “Elektrik dağıtım ve üretim özelleştirmeleri, piyasada oluşacak fiyat yapısı ve diğer sektörel öncelikler göz önünde bulundurularak gerçekleştirilecektir” ilkesini benimseniyor. Ne ki, geçen yılki OVP’sinde de aynı ilke benimsenmişti ama uygulandığını duymadım. Neyse, Fransızlar “iyi bir şey yapmak için hiç bir zaman geç değildir’ derler. 

2 Kasım 2012 Cuma

AK Party decade from a historical perspective

Exactly 10 years ago, the Justice and Development Party (AK Party) came to power following the Nov. 3, 2002 election. At that time, the AK Party won 34 percent of the vote, but as only two parties (the AK Party and the Republican People's Party [CHP]) were able to beat the “very high” electoral threshold of 10 percent, the AK Party won the majority of seats in Parliament. In the following elections, those of July 22, 2007, and June 11, 2011, the AK Party consolidated its one-party government through sizable increases in its electorate.


AK Party rule is the fourth period of right-wing single party rule in the history of Turkish democracy, which started in 1946. The first was that of the Democrat Party (DP), which came to power in 1950 under the leadership of the late President Celal Bayar and the late Prime Minister Adnan Menderes. It was ejected 10 years later, by the May 27, 1960 military coup. The second right-wing single party government was formed by former President Süleyman Demirel's Justice Party (AP) following the 1965 election. Demirel lost power six years later in 1971 through a military intervention. The third arrived in 1983, when military rulers of the Sept. 12, 1980 military coup decided to fix elections to be won by late President Turgut Özal's Motherland Party (MP). It lost power eight years later, in the 1991 election.
I think that it would be interesting to compare the economic performance of the AK Party government with the three other right-wing single party governments, but the space of this column is limited, so I will limit myself to a comparison with DP rule.
When the DP took power, inflation was low and hard currency reserves high, but rather low growth was prevailing. The DP started with hawkish expansionary policies. The foreign trade regime was liberalized to some extent; bank loans flowed to agriculture and big land owners, as well as to rich farmers, who rushed into imported agricultural machinery. The number of tractors in the country went from 2,000 to 40,000 in the space of a few years. As there were large tracts of uncultivated land, crop production literally boomed, encouraged also, I should note, by the impact of the Korean War (1950) on international cereal prices. Considering the importance of agriculture to the economy in this period, one should not be surprised by the growth rates over 10 percent that were realized during these four years.
This was a marvelous time, and the DP gathered the fruits in the election of 1954, getting a 54 percent share of the vote. But then things started to go badly. The Korean War was over, reserves exhausted, inflation up and growth down. The huge external deficit created by domestic demand-led growth became impossible to finance. A stabilization program supported by the International Monetary Fund (IMF) was unavoidable, though the DP rejected it at first. It was obliged to sign a stand-by agreement with the IMF in 1958, when economic conditions worsened. The Turkish lira was heavily devaluated, however, as conditions of the agreement, such as tight monetary and fiscal policies, were not fully implemented and stabilization remained incomplete, only to be completed after the military coup.
The AK Party came to power in November 2002, as Turkey struggled to exit painfully from its worst-ever domestic economic crisis. In 2001, the IMF stand-by agreement, based on exchange rate targeting, was out of order; the Turkish lira was depreciated by 100 percent; inflation reached triple digits; half of the banks failed and, finally, gross domestic product (GDP) contracted by more than 5 percent. The three-party coalition was literally failing, and Kemal Derviş, the World Bank vice president, was nominated for the post of finance minister. He took charge, with the support of the Turkish economic bureaucracy and IMF staff, of the realization of radical economic reforms. In the second half of 2001, a new stand-by agreement was signed with the IMF, thus implementing a new economic regime based on floating exchange rates, an independent central bank and a severe belt-tightening program.
The critical choice to be made by the newly elected AK Party government was whether or not to continue with the IMF program. It preferred to continue, and succeeded in applying strict budgetary discipline to an extent that had not been seen since 1950. Confidence returned slowly but surely. Inflation fell below 10 percent in 2006, as did interest rates. A real consumption and investment boom followed, and GDP growth reached a 6-7 percent level, allowing a decrease in poverty. The domestic-led growth increased the current account deficit (CAD), but it was easily financed by the abundance of international liquidity, as well as by booming foreign direct investment following the start of the EU-Turkey membership negotiations in October 2005.
Aside from the international financial crisis of 2008-2009, domestic-led growth continued strongly until this year without jeopardizing fiscal discipline. But from now on, the AK Party will face the challenges of low growth originating from the urgent necessity of lowering the huge CAD. It will definitely be more difficult for the AK Party to conduct the Turkish economy in its possible second decade of rule than in the first.

Gaz-Fren tartışması bitti mi?


Son bir kaç hatadır ekonomi cephesinde sessizlik hakim. Doğrusu heyecanla izlediğimiz gaz-fren tartışmasının bitip bitmediğini merak ediyorum. Merakımı giderme umuduyla TCMB’nin kısa süre önce yayınladığı son çeyrek Enflasyon Raporunu dikkatle okudum. Kanaatim tartışmanın bitmediği, sadece bir kaç aylık ateş kes dönemine girdiği şeklindedir. Buyurun beraber bakalım.

Para politikası gevşedi

Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan frene fazla basıldığından balatalardan yanık kokusu geldiğini öne sürüyordu. TCMB aynı görüşte değil. Para politikasını gevşettiğini savunuyor: Enflasyon Raporunda, “2012 yılının ortalarından itibaren para politikası kademeli olarak daha destekleyici bir konuma gelmiştir” dendikten sonra, bu konuma cari açığı azaltan dış dengeleme sayesinde gelindiğini, piyasaya verilen likiditenin artırılması ve faiz koridorunun daraltılması ile kısa vadeli faizlerde “belirgin bir düşüş” sağlandığı belirtiliyor.  Raporda, kredi faizlerinde de düşüş eğiliminin başladığı ve gevşetmenin (bu deyim bana ait) gecikmeli olarak talebe ve krediye yansıyacağı şöyle ifade ediliyor: “Yılın üçüncü çeyreğinde iç talebin zayıf seyrine bağlı olarak kredilerin yıllık artış  hızı yavaşlamaya devam etmiştir. Son çeyrekte ise hem arz hem de talep yönlü unsurların kredi hacmini destekleyici yönde çalışacağı düşünülmektedir.”

            Kısacası, TCMB, “ayağımı biraz geç de olsa frenden çektim, biraz sabırlı olun” diyor. Ama aynı zamanda gaza da fazla basmayacağını, kredi artışını yüzde 14 civarında tutacağını, aksi takdirde cari açığa yönelik düzeltmenin son bulacağını, enflasyon hedefinden uzaklaşılacağını, nihayetinde de ekonomin yoldan çıkacağını kendisine özgü üslup içinde vurgulamaya devam ediyor.

Kritik varsayımlar

            TCMB’nin fiyat istikrarı konusunda inandırıcı olması için gerektiğinde düşük büyüme ortamında baskılara direnebilmesi lazım. Bu durum henüz test edilmedi. TCMB, cari açıkta düzeltme devam ederken, ki bu ihracatın ithalattan hızlı artmaya devam etmesi gerektiği anlamına geliyor, iç talepte de kontrollü bir artışa yer olduğunu düşünüyor ve politikasını bu çerçevede düzenleyeceğini belirtiyor. Büyümenin de bu sayede yüzde 3’den yüzde 5 civarına yükselmesini bekliyor. Her zaman olduğu gibi büyüme rakamı tabu ama çıktı açığı grafiği büyümenin yavaş yavaş potansiyel büyüme hızına yönelmesinin beklendiğini ele veriyor.

            Bu olumlu senaryonun gerçekleşebilmesi bir dizi kritik varsayıma bağlı. Bir kere, bu yıl büyümeyle birlikte düşen vergi gelirlerine karşılık artan harcamaların sonucunda kendiliğinden gevşeyen mali politikanın sıkılaştırılmasının gerektiğini TCMB şöyle ifade ediyor: “Konjonktürel etkilerden arındırılmış olarak hesaplanan yapısal faiz dışı fazlasının potansiyel GSYİH’ye oranının 2012 yılında bir önceki yıla göre 0,3 puan düşeceği öngörülmektedir...OVP hedefleri, kamu maliyesinde 2012 yılındaki bozulmanın ardından,izleyen yıllarda maliye politikasında sınırlı bir sıkılaşmaya ve kamu borç stokundaki azalma eğiliminin devam edeceğine işaret etmektedir.”

Ancak TCMB işaretle yetinmeyerek uyarıyor: “Bununla birlikte, orta vadede mali disiplinin tekrar kalıcı bir  şekilde sağlanabilmesi açısından mali çerçevenin OVP’de öngörülen kurumsal ve yapısal iyileştirmelerle güçlendirilmesinin kritik önemini koruduğu vurgulanmalıdır.” Sokak diline tercüme edersek, TCMB, “ben seçim meçim anlamam, bütçeyi toparlamaz, yapısal reformları yapmazsan, benden günah gider, para politikasını sıkılaştırmak zorunda kalırım’ diyor. Bu varsayımlar tutar mı? Yanıtını siz verin.