Son on gün içinde Avrupa
Birliği-Türkiye ilişkilerini konu alan iki toplantıya katıldım. İlki TÜSİAD
tarafından kurulmuş olan ve Fransız ve Türkiyeli aydınlar ile politikacıları
bir araya getiren Boğaziçi Enstitüsü’nün İstanbul’daki yıllık toplantısı,
ikincisi de Galatasaray Üniversitesi’nin Türkiyeli AB uzmanı akademisyenleri
bir araya getiren bir semineriydi.
Boğaziçi
Enstitüsü’nün toplantısında benim açımdan en dikkat çekici konuşmayı Fransız
Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün direktörü Thierry de Montbrial yaptı.
Montbrial AB’nin büyük bir yönetişim sorunu ile karşı karşıya olduğunu ve
dağılma riskinin küçümsenmemesi gerektiğini söyledi. Montbrial’e göre AB
siyasal nedenlerle çok hızlı genişledi ve derinleşme ihtiyacını göz ardı etti.
Yaşamakta olduğu kriz her şeyden önce kurumsal bir kriz. Bu krizi aşabilmesinin
yolu da yeniden yapılanmadan geçiyor. Bu yapılanmanın temel özelliği
“farklılaşmış” bir Birlik olmak zorunda. Merkezde homojen bir “demir çekirdek”
etrafında da bu merkeze esnek bir şekilde bağlanan diğer üyeler. Montbrial bu
üyelerin arasında Türkiye’nin de yeri olduğunu özellikle vurguladı. Tamamen
katılıyorum.
Özgüven
patlaması
Ancak
Türkiye’nin AB’de yerini alabilmesi için müzakerelerin devam etmesi ve başarıyla
sonlandırılması gerekiyor. Oysa, hiç de kolay olmayacak. Müzakerelerin önünde
başlıca üç engel var. İlki önemli ölçüde psikolojik: Anlaşılmaz bir şekilde
aşırı bir özgüven girdabına kapılmış durumdayız. Galatasaray Üniversitesi’nin seminerinde
en çok dile getirilen iki ifadeden biri “özgüven patlaması”. ikincisi de AB ile
Türkiye’nin karşılıklı bağımlılığı idi.
AB
krizle boğuşurken Türkiye’nin yakın geçmişte büyüme rekorları kırması bu
özgüven patlamasını besliyor olabilir. Oysa, AB’nin ihracatımızdaki payı yüzde
38’e gerilemiş olsa da Avrupa bizim için bir numaralı pazar olmaya devam
ediyor. Çok övündüğümüz büyüme ise yüzde 3’e düşmüş durumda. Buna rağmen cari
açık oranı ancak yüzde 7’ye indi. Bu yüksek açığı finanse etmek için Avrupa’dan
gelecek doğrudan yatırımlara hayati ihtiyaç var. Bu noktada Türkiye’ye gelen
doğrudan yabancı sermayenin dörtte üçünü AB ülkelerinin sağladığını hatırlatmak
isterim. Öte yandan, genişlemeden sorumlu Komisyon üyesi Stefan Füle’nin
geçenlerde vurguladığı gibi AB’nin de Türkiye gibi bölgesinde güç haline gelen
dinamik bir ülkeye ihtiyacı var. Kısacası daha mütevazı olmakta yarar var. Bu
bağlamda Babacan’ın geçen hafta Türkiye için AB üyeliğinin ne kadar önemli
olduğunu dair yaptığı kuvvetli vurguyu hararetle destekliyorum.
Kıbrıs
çıkmazı
Zamanlama
açısından ikinci engel Kıbrıs çıkmazı. Bu sorun çözüm yoluna girmeden
müzakerelerin düzenli devam etmesi olanaksız. GSÜ’nün seminerinde Mensur Akgün umut verici bir perspektif
sundu. 2013 başında Kıbrıs Rum kesiminde başkanlık seçimleri var. Tüm kamuoyu
yoklamaları muhalefet lideri Nikos Anastasiadis’in kazanacağını gösteriyor.
Akgün’e göre bu kaçırılmaması gereken bir fırsat çünkü Anastasiadis
Hristofyas’a göre hem daha fazla siyasal cesarete sahip hem de anlaşmaya daha
fazla istekli.
Bu
ilk iki engel aşılsa bile uzun vadede üçüncü bir engeli daha dikkate almak
zorundayız. 2004 Aralık Zirvesi’nde “müzakerelerin ucunun açık olduğu”, diğer
ifadeyle müzakereler başarıyla sonuçlansa bile üyeliğin garanti olmadığı kayda
geçti. Türkiye üye olamayacağı bir kuruluşun tüm kurallarını ve standartlarını
benimsemesi için bir neden yok. Kıbrıs sorunu engel olmaktan çıktıktan sonra
bir noktada AB’nin Türkiye’ye üyelik garantisi vermesi şart. Başbakan’ın 2023’ü
son tarih olarak vermesini destekliyorum.