Para Politikası Kurulu (PPK), perşembe günü yaptığı aylık toplantısında
hiçbir faiz oranını değiştirmedi.
Oysa,
finans piyasasında PPK’nın yüzde 11,25 olan gecelik borç verme faizinde en
azından 25 baz puanlık indirime gideceğine dair beklentiler bir hayli
yaygındı. Gerçi Merkez Bankası bankalara parayı esas olarak yüzde 8,25 olan
politika faizinden (bir haftalık repo faizi) verdiğinden bu nispeten
göstermelik bir indirim olacaktı ama yine de faiz indiriminde ısrar eden etkili
siyasilere göz kırpılmış olacaktı.
Merkez
Bankası yönetimi taviz vermeyerek doğrusunu yaptı. Tüm göstergeler para
politikasında sınırlı bir gevşemeye dahi yer olmadığına işaret ediyorlar.
Hatırlatmakta yarar var: Çekirdek enflasyon yüzde 9’un üzerinde direnç
gösteriyor. Enflasyon beklentileri Merkez Bankası’nın yüzde 7,6 olan yıl sonu
tahminini fazlasıyla aştı. Gösterge piyasa faizi (iki yıllık tahvilin faizi)
yüzde 9’un üzerinde seyrederken Merkez Bankası’nın politika faizi yüzde 8,25’te
duruyor. Türkiye risk primi (5 yıllık CDS primi) artmaya devam ederek 195 baz
puana yükseldi. Sepet kur (0,5 dolar + 0,5 Avro) 2,57’ye çıktı.
Bu
koşullarda PPK’nın para politikasında harhangi bir gevşeme sinyali vermesinin
ters tepeceği aşikârdı; Türk Lirası’nda değer kaybı hizalanacak, enflayon
beklentileri rayından çıkacaktı. Ama buna rağmen pek çok analist PPK’nın bir
“jest” yapabileceğinden söz ediyordu. Bu vahim bir durum çünkü Merkez
Bankası’nın para politikasını bağımısız bir şekilde yürüteceğine ve enflasyonu
yüzde 5’e indireceğine dair piyasa inancının ne kadar zayıfladığını gösteriyor.
Bu
zafiyete işaret eden tipik bir örneği paylaşmak isterim. PPK toplantısından
hemen önce UniCredit Research’ten Carlos Diaz, yayınladığı yorumda, temel
göstergeler itibarıyla PPK’nın neden faiz indirimine gitmeyeceğini ya da
gitmemesi gerektiğini anlattıktan sonra şöyle diyordu: “Genel seçimler
yaklaşırken, Merkez Bankası’nın faizleri indirmesine yönelik hükümet
yetkililerinin baskıları yoğunlaşacaktır; yavaşlayan ekonominin seçim maliyeti
taşınamayacak kadar yüksek olabilir.”
Benzer
bir görüşü bu köşede sık sık dile getiriyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şubat
ayından itibaren Merkez Bankası üzerinde alenen siyasal baskı kurmasının,
üstelik bu baskıyı temel ekonomi ilkeleri ile bağdaşmayan argümanlara
dayandırmasının maliyeti yavaş yavaş ortaya çıkıyor. PPK’nın mayıs ve haziran
aylarında politika faizinde yaptığı toplam 125 baz puanlık indirimi
destekledim. Bu indirimlerin mantığı vardı. Ancak temmuz ayında 50 baz puanlık
üçüncü bir indirim için marj yoktu. Böyle bir indirimi piyasalar bekliyordu
çünkü cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası Merkez Bankası üzerindeki baskıyı
ağırlaştırmıştı. Yanlış olacağını söyledim. Ama tutarsız gerekçelerle indirim
yapıldı. Ogün bugündür döviz kuru yükselişte, yüzde 8’in biraz üzerinde olan
piyasa faizi de yüzde 9’un üzerine çıktı. Bu yetmedi ağustosta gecelik borç
verme faizi 75 baz puan indirildi. Gerçi bu indirimin para politikasının
sıkılığı üzerinde fazla etkisi yoktu ama yine de banka kredi miktarının son iki
aydır artmakta olduğunu, halen yılık artışın yüzde 20’yi geçtiğini, oysa Merkez
Bankası’nın hedefinin bu artışı yüzde 15’te tutmak olduğunu hatırlatmak
isterim.
Kanaatim
odur ki, “faizleri yükselttiğin gibi indir” ültimatomları Merkez Bankası’nın
kimyasını bozdu, ekonomik havayı da bulandırdı. Eğer Davutoğlu başbakan olurken
tercihini Babacan’dan yana yapmasaydı emin olun ortalık iyice karışacaktı.
Ancak Babacan çıpası yapılan tahribatı gidermeye yetmez. Merkez Bankası ve
hükümet, enflasyon, kur ve büyüme konusunda nasıl bir görüşe sahip olduğunu
açık biçimde ortaya koymalı ve gereğini yapmalı.
Not: Bu yazı 26 Eylül 2014 tarihli Zaman'da yayınlanmıştır