Başbakan Yrd. Ali Babacan son taksiti ödüyor |
Hükümetten sokaktaki vatandaşa çoğunluğun ruh halini böyle
özetleyebiliriz. Hükümet IMF’ye son borç taksitini ödemenin gururunu yaşıyor.
Vatandaş ise IMF’yi zaten hiç sevmedi. Türkiye kamuoyunun IMF ile yaşadığı
nefret ilişkisi siyasal ekonominin önde gelen konularından ekonomik zorunluluk,
yanılsama ve günah keçisi refleksi üçlüsünün mümtaz örneklerindendir. Bu
nefretin bize özgü olmadığını, dünya çapında bir salgın olduğunu da belirtmeden
geçmeyelim.
Neden böyle? Filmi en başa saralım. 2. Dünya Savaşı’nın bitimine yakın ABD ve İngiltere’nin inisiyatifi ile 40 küsur ülke temsilcileri ABD’nin Bretton Woods adlı dağ kasabasında toplandılar. Amaçları, savaştan sonra 1930’lu yıllarda dünya ekonomisini çöküşün eşiğine getiren ‘Büyük Bunalım’ın bir daha tekrarlanmaması için uluslararası ekonomik düzen oluşturmaktı. Bu düzenin en önemli kurumu olarak International Monetary Fund (Uluslararası Para Fonu) oluşturuldu.
En önemli karar Amerikan Doları’nın uluslararası para olarak kabul edilmesi oldu. İngiliz heyetine başkanlık eden John Maynard Keynes’in yeni bir uluslararası para yaratma önerisi Amerikalılar tarafından kaale alınmadı. Dünyadaki altın para rezervlerinin üçte ikisi ve daha önemlisi güç onlardaydı. IMF’nin başlıca görevi 1930’larda yaşanan ve dünya ticaret hacmini daha da küçülterek bunalımı derinleştiren rekabetçi devalüasyonlara bekçilik yapmaktı. Her üye ülke parasının değerini dolara karşı bir ‘denge kuru’ belirleyerek sabitledi. Türkiye de IMF’ye üye olabilmek için 1946’da esaslı bir devalüasyon yaparak 2. Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen üç haneli enflasyon sonucu aşırı değerlenen TL’nin köpüğünü aldı.
Ancak zaman içinde enflasyon konusunda cıvıtan ülkelerin paraları değerlenmeye (sabit kur nedeniyle), cari açıkları da artmaya başladı. Tıpkı 1954’ten itibaren Türkiye’de olduğu gibi. Cari açıklar 1950 ve 60’larda Batılı ülkelerden alınan borçlarla sonraları daha çok piyasadan alınan borçlarla finanse edildi. Popülist hükümetler enflasyon azıtsa da borç harçla da olsa canlı ekonomiyi seviyorlardı. Tıpkı Demokrat Parti hükümetinin sevdiği gibi. Ama bir aşamada borç verenler bu işin böyle gitmeyeceğini görüyor ve daha fazla borç vermek istemiyorlardı. İşte o noktada IMF devreye giriyor, “Ben düşük faizle borç veririm ama sen de kendine çekidüzen vereceksin” diyordu.
Türkiye bu noktaya ilk kez 1958 yılında geldi. Yüksek enflasyon nedeniyle aşırı değerlenen Türk Lirası büyük bir devalüasyonla hizaya getirildi, aynı zamanda bütçe açıklarının kapatılması için de kemer sıkma önlemeleri gündeme geldi. Döviz spekülatörlerinin dışında bu, hiç kimsenin hoşuna gitmedi. Hükümet ve onun yönlendirdiği basın IMF’yi günah keçisi yapmakta zorluk çekmedi. Bu senaryo 2000 yılına kadar pek çok kez tekrarlandı. Türkiye yumurta kapıya dayanınca IMF’nin kapısını çalıyor, başka yerden alamadığı kredileri alıyor, bozulan ekonomik dengeleri düzeltmek için gereken can yakıcı politikaların sorumluğunu da IMF’nin üstüne atıyordu. Tabii IMF’nin de sütten çıkmış ak kaşık olduğu söylenemezdi. Önerdiği reçeteler kısa vadede sonuç almaya yönelikti ve kemer sıkmanın toplumsal etkilerini hiç kaale almıyorlardı. Üstelik ekonomik açıdan iç tutarlılıkları da tartışmalıydı.
Milli Görüş gibi IMF’yi şiddetle eleştiren bir siyasal akımdan gelen Ak Parti iktidarı paradoksal bir şekilde IMF anlaşmasını hakkıyla bitiren, üstelik bundan yarar sağlayan ilk iktidar oldu. 2002 sonbaharında iktidara gelmeden önce alınan 40 milyar dolar, yapılan devalüasyonun tetiklediği ihracat ve yapılan reformlar Türkiye’yi hızla krizden çıkardı. Ak Parti ise mali disiplini sadakatle uyguladı. Enflasyon balonu sönmeye, reel faizler düşmeye başladı. Ekonomi hızla büyüdü. Ak Parti IMF anlaşmasını uygulayan, buna rağmen ardı ardına iki seçim kazanan dünyadaki ilk hükümet oldu. Özeti bu. IMF’ye son taksiti ödedik diye neden bu kadar sevindiğimizi anlamış değilim.
Neden böyle? Filmi en başa saralım. 2. Dünya Savaşı’nın bitimine yakın ABD ve İngiltere’nin inisiyatifi ile 40 küsur ülke temsilcileri ABD’nin Bretton Woods adlı dağ kasabasında toplandılar. Amaçları, savaştan sonra 1930’lu yıllarda dünya ekonomisini çöküşün eşiğine getiren ‘Büyük Bunalım’ın bir daha tekrarlanmaması için uluslararası ekonomik düzen oluşturmaktı. Bu düzenin en önemli kurumu olarak International Monetary Fund (Uluslararası Para Fonu) oluşturuldu.
En önemli karar Amerikan Doları’nın uluslararası para olarak kabul edilmesi oldu. İngiliz heyetine başkanlık eden John Maynard Keynes’in yeni bir uluslararası para yaratma önerisi Amerikalılar tarafından kaale alınmadı. Dünyadaki altın para rezervlerinin üçte ikisi ve daha önemlisi güç onlardaydı. IMF’nin başlıca görevi 1930’larda yaşanan ve dünya ticaret hacmini daha da küçülterek bunalımı derinleştiren rekabetçi devalüasyonlara bekçilik yapmaktı. Her üye ülke parasının değerini dolara karşı bir ‘denge kuru’ belirleyerek sabitledi. Türkiye de IMF’ye üye olabilmek için 1946’da esaslı bir devalüasyon yaparak 2. Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen üç haneli enflasyon sonucu aşırı değerlenen TL’nin köpüğünü aldı.
Ancak zaman içinde enflasyon konusunda cıvıtan ülkelerin paraları değerlenmeye (sabit kur nedeniyle), cari açıkları da artmaya başladı. Tıpkı 1954’ten itibaren Türkiye’de olduğu gibi. Cari açıklar 1950 ve 60’larda Batılı ülkelerden alınan borçlarla sonraları daha çok piyasadan alınan borçlarla finanse edildi. Popülist hükümetler enflasyon azıtsa da borç harçla da olsa canlı ekonomiyi seviyorlardı. Tıpkı Demokrat Parti hükümetinin sevdiği gibi. Ama bir aşamada borç verenler bu işin böyle gitmeyeceğini görüyor ve daha fazla borç vermek istemiyorlardı. İşte o noktada IMF devreye giriyor, “Ben düşük faizle borç veririm ama sen de kendine çekidüzen vereceksin” diyordu.
Türkiye bu noktaya ilk kez 1958 yılında geldi. Yüksek enflasyon nedeniyle aşırı değerlenen Türk Lirası büyük bir devalüasyonla hizaya getirildi, aynı zamanda bütçe açıklarının kapatılması için de kemer sıkma önlemeleri gündeme geldi. Döviz spekülatörlerinin dışında bu, hiç kimsenin hoşuna gitmedi. Hükümet ve onun yönlendirdiği basın IMF’yi günah keçisi yapmakta zorluk çekmedi. Bu senaryo 2000 yılına kadar pek çok kez tekrarlandı. Türkiye yumurta kapıya dayanınca IMF’nin kapısını çalıyor, başka yerden alamadığı kredileri alıyor, bozulan ekonomik dengeleri düzeltmek için gereken can yakıcı politikaların sorumluğunu da IMF’nin üstüne atıyordu. Tabii IMF’nin de sütten çıkmış ak kaşık olduğu söylenemezdi. Önerdiği reçeteler kısa vadede sonuç almaya yönelikti ve kemer sıkmanın toplumsal etkilerini hiç kaale almıyorlardı. Üstelik ekonomik açıdan iç tutarlılıkları da tartışmalıydı.
Milli Görüş gibi IMF’yi şiddetle eleştiren bir siyasal akımdan gelen Ak Parti iktidarı paradoksal bir şekilde IMF anlaşmasını hakkıyla bitiren, üstelik bundan yarar sağlayan ilk iktidar oldu. 2002 sonbaharında iktidara gelmeden önce alınan 40 milyar dolar, yapılan devalüasyonun tetiklediği ihracat ve yapılan reformlar Türkiye’yi hızla krizden çıkardı. Ak Parti ise mali disiplini sadakatle uyguladı. Enflasyon balonu sönmeye, reel faizler düşmeye başladı. Ekonomi hızla büyüdü. Ak Parti IMF anlaşmasını uygulayan, buna rağmen ardı ardına iki seçim kazanan dünyadaki ilk hükümet oldu. Özeti bu. IMF’ye son taksiti ödedik diye neden bu kadar sevindiğimizi anlamış değilim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder