For weeks I have been trying to explain in this column why the Turkish
Central Bank must increase its interest rates.
|
|
I wrote that the causes of the exchange rate drift were mostly to be
found in the current political crisis, but a reaction from the central bank
was needed because the wait-and-see policy has been risking further deepening
concerns with respect to its independence, as well as increasing the risk of
recession. Last week, the Monetary Policy Committee (PPK) contented itself
with a very timid reaction that did not convince economic actors at all. One
week later, the PPK met urgently and decided to sharply increase its various
interest rates.
I will later support the meaning of this move and its implications, but
the first question to be answered is why the PPK did not make this decision
one week earlier. The first inflation report of the year was published last
Tuesday and shows clearly that Turkey, as of the end of December, has widely
diverged from other emerging markets. Indeed, Turkey's Country Default Spread
(CDS) premium (the risk premium) as well as the depreciation of the Turkish
lira have reached high levels compared to Brazil, South Africa and Indonesia.
The leading market interest rate of Treasury bonds reached 11 percent, well
above the de facto interest rate of the central bank at 7.75 percent and at
the upper limit of the interest rate corridor. This was a clear signal that
monetary policy was unable to determine the market rates. In other words,
enough information was available for the central bank to convince its
management to strongly react to these facts by using its interest rate as a
weapon, even more since massive sales in US dollars have been revealed as
inefficient to prevent the drift of the Turkish lira.
The central bank's management missed this opportunity and caused deep
concerns regarding its ability to operate independently, disregarding the
political pressures. So, what happened within a week? I wrote last Tuesday in
this column that Ali Babacan, the deputy prime minister in charge of economic
affairs, knowing the crucial value of the central bank's independence and
knowing also that the central bank may be obligated to react much more
aggressively if the depreciation of the lira persists, has been striving to
thwart political pressures of some ministers, particularly Prime Minister
Recep Tayyip Erdoğan. Mr. Babacan said, “It is absolutely wrong to violate
the independent sphere of the central bank.” And I add, “I hope Mr. Babacan
will be heard.”
It seems that he has been heard, but with some delay. This does not mean
that the existing furious debate within the government regarding monetary and
exchange rate policies has definitely been terminated. On Tuesday evening,
before an unscheduled meeting of the PPK, Mr. Erdoğan made a very critical
statement. In response to question on the interest rate policy, he underlined
the independent status of the central bank and said that it will make its own
decision. Nevertheless, he could not allow himself to add that he is against
an interest rate increase and that, in the event of an increase, the central
bank management will be responsible for the consequences. We know the
outcome. The PPK increased all its interest rates in a dramatic fashion from
425 to 550 basis points. At first glance, this increase seemed a very harsh
one. That was my first reaction on Tuesday at midnight. However, the devil
being in the details, I nuanced my first reaction when I read in the morning
a short communiqué from the PPK. In fact, the central bank decided to use its
policy rate instead of its overnight lending rate, which was at 7.75 percent.
Since the policy rate has increased from 4.50 to 10 percent now, the central
bank's lending rate increased only by 225 basis points.
Now, we have two questions to be answered. First, will this harsh
reaction be able to decrease the fever of the exchange rate? I think so, but
the evolution of political uncertainties must also be taken into
consideration. The second question is about the consequences of the interest
rate response. In fact, this is a false question. The right one is: What
might be the consequences of the interest rate response compared with those
of a deeply depreciated Turkish lira? I will try to develop my answer this
Saturday, but the faithful readers of this column know my essential point of
view: The consequences of a deeply depreciated Turkish lira would have been
worse.
|
30 Ocak 2014 Perşembe
The central bank did what it had to do
29 Ocak 2014 Çarşamba
Merkez Bankası’nın zor günü
Düşünceli olmakta haklı |
Bu satırları okurken sizler Para Politikası Kurulu’nun
(PPK) aldığı kararları öğrenmiş olacaksınız. Bu karalar Merkez Bankası
açısından önemli bir sınav niteliğinde. Yönetim üzerine düşen siyasetin
gölgesini bertaraf etmek zorunda. 1990’larda yaşanan kepazeliklerin ardından
gelen ve “Kemal Derviş reformları” olarak adlandırdığımız ekonomik devrimin
kuşkusuz en önemli kazınımı Merkez Bankası’nın bağımısızlığıdır. Bu topraklarda
Bizans’tan Osmanlı’ya, tek parti döneminden çok partili döneme bağımsız / özerk
ekonomik kurumların varlığı “herşeye kadir devlet” ve onun yumuşatılmış
versiyonu olan “milli irade” geleneğimiz ile mutlak uyuşmazlık içinde olageldi.
Bu kurumların en hayatisi niteliğindeki Merkez Bankası hep siyasal iktidarların
dümen suyunda hareket etti.
İlk
tehlike sinyalleri
Adalet
ve Kalkınma Partisi iktidarının bağımısız Merkez Bankası’na saygısı bir bakıma
eşyanın tabiatına pek uygun değildi. Buna rağmen AKP bu bağımısızlığa
dokunmadı, çok da faydasını gördü. Taki, Başabakanımız faiz-enflasyon ilişkisi
konusuna girene kadar. İlk tehlike
sinyalleri enflasyonu düşürmek için düşük faizin “daha etkili” olduğu savları
ile kenidini gösterdi. Fazla üzerinde durmadık. Ardından “faiz lobisi” heyülası
gündemimize girdi. Durum ciddiyet kespetti. Faiz lobisi söyleminin Merkez
Bankası’nın üzerinde siyasal baskı oluşturduğunu, bu baskının ilerde banka
yönetiminin elini kolunu bağlayabileceğini, gerektiği zaman faiz aracını kullanmakta
zorlanabileceğini bu köşede pek çok kez dile getirdim.
Son dönemde
Merkez Bankası durumu iyi idare etti. Gerektiğinde faiz arttırmaktan da
çekinmedi. Geliştirdiği araç çeşitliliğinin (faizi koridoru, ROM vb.) baştan
itibaren destekçisi oldum. Her ne kadar
yüzde 5’lik enflasyon hedefine bir türlü yaklaşılamasa da enflasyonun alıp
başını gitmesi engellendi, kur istikrarı büyük ölçüde sağlandı, TL aşırı
değerlenmedi, büyüme yüksek olmasa da (Türkiye için) dengeli seyretti. Nitekim,
2013 yılında yüzde 4 civarında bir büyüme, altın hariç düşen bir cari açık ile sağlanabilidi.
Kimyası
bozuldu
Ne var
ki 17 Aralık sonrasında Merkez Bankası’nın kimyasını bozacak ölçüde sert
müdahelelere tanık olduk. Bir bakan çıktı “millet faiz artışı istemiyor” dedi.
PPK’nın geçen haftaki bekle gör politikasına Başbakandan tebrik geldi. Bir tek Babacan
Davos’tan Merkez Bankası’na karışmayın deme cesaretini gösterdi. PPK geçen hafta
önemli bir fırsatı kaçırdı. Dün açıklanan Enflasyon raporunda, ki Aralık sonu
bilgilerini içeriyor, Türkiye’nin diğer yükselen piyasalardan ayan beyan
ayrıştığı açıkça görülüryor. Raporda risk primi artışında, kur artışında
Türkiye’nin Brezilya, Güney Afrika ve Endenozya’dan uzak ara öne çıktığı açıkça
görülüyor. Kaldı ki, iki yıllık gösterge faiz tavan yapmış, reel faiz bizzat
Merkez Bankası’nın hesabıyla yüzde 3’e çıkmış durumdaydı. Reel kur ise 2003’ten
bu yana en düşük seviyesinde.
Enflasyon raporundaki yüzde
5,3’ten yüzde 6,6’ya çıkarılan yeni enflasyon tahmini şimididen kadük durumdadır.
Yeni tahmin yükselen kurun etkisini 0,5 puan kabul ediyor. Oysa mevcut kur
düzeyinde en az 2 puanlik etki kaçınılmaz. Şunu söylemeye çalışıyorum. Geçen
hafta PPK’nın faiz artırması için elinde yeterince veri, olgu ve bilgi vardı.
Ama yapmadı. Şimdi Dolar 2,40’a dayandı diye acilen PPK toplanıyor. Faiz artışı
kesin gibi. Ama bu kez çok daha sert bir artış gerekebilir. Çünkü Merkez
Bankası’nın bağımsızlığı tartışılmaya başlandı. Yönetim lafla değil işle
bağımsız olduğunu kanıtlamak zorunda. Bu gece (dün gece oluyor) bana uyku yok.
PPK kararları gece yarısı açıklanacak. Sonrasını haftaya tartışırız.
27 Ocak 2014 Pazartesi
I appreciate the efforts of Mr. Babacan, but...
26 Ocak 2014 Pazar
Kadın işgücü piyasasında şaşırtıcı gelişmeler
Sizler bu yazıyı okurken ben Andaluzya’da olacağım, kısa
bir tatil için. Yani yazıyı dün toplanan Para Politikası Kurulu’ndan önce
yazıyorum. Bu kısa tatil olmasaydı el mecbur PPK kararlarını tartışacaktım.
Tatilin yarattığı fırsattan istifade Türkiye’de çalışan kadın sayısının
düşüklüğü sorununa son bulguların ışığında bir göz atmak istiyorum.
Geçen
hafta Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi
(Betam) bir araştırma notu yayınladı. “Kadın işgücü piyasasında şaşırtıcı
gelişmeler” başlıklı notta çalışan kadın sayısı artışında son yıllarda ortaya
çıkan ivmelenme analiz ediliyor. Bu ivmelenmede önemli miktarda orta yaşa
mensup vasıfsız ev kadının çalışmaya karar vermesi önemli paya sahip. Sizi
bilemem ama bu beklenmedik gelişme benim için sürpriz oldu.
Türkiye’de kadınların işgücüne katılımının
düzenli artışa rağmen halen çok düşük olduğu herkesin malumu. Genel katılım
oranı yüzde 30’u ancak aşabildi. Bu oran Avrupa’nın en düşük kadın katılım
oranlarına sahip İtalya ve Yunanistan’da
yüzde 55 civarında. Tarımı dışlarsak kentlerde bu oran 2005’ten 2012’ye yüzde
18,7’den yüzde 26,1’e’yükseldi. Bu dönemde kentsel kadın işgücü 1 milyon 700
bin, istihdam ise 1,5 milyon arttı. Her ne kadar kadın işsiz sayısında 200
binlik artış olsa da yüksek isgücü ve istihdam artışları kentsel kadın işsizlik
oranını yüzde 17’den yüzde 15,5’e düşürdü. Bu kadınların büyük çoğunluğunun iş
bulduğunu, bu işlerin de kahir ekseriyetinin ücretli ve kayıtlı işler olduğunu özellikle
vurgulamak isterim.
Son
dört yılda olağanüstü artış
Verilere
yakından bakıldığında kadın istihdamında gözlemlenen artışın büyük bölümünün
(yüzde 70’i) 2008-2012 döneminde gerçekleştiği görülüyor. Bu dönemde kentlerde
kadın istihdamı 1 milyon 225 bin arttı. Bu artışın yarısını yüksek okul
mezunları oluşturuyor. Bu normal bir gelişme çünkü yüksek okul mezunu kadınlar
arasında katılım oranı (yüzde 70) çok yüksek. Yüksek okul mezunu sayısı
arttıkça kadın işgücü ve istihdam artıyor. Araştırma notunda yer alan yaş
gruplarına göre yıllık katılım eğrilerinde yüksek okul mezunlarında 45 yaşa
kadar bir değişiklik gözlemlenmiyor. Buna karşılık 45 yaş sonrasında katılım
oranlarında artış var. Bu artış büyük ölçüde ortalama emeklilik yaşındaki
artıştan kaynaklanıyor.
Aynı eğriler
lise mezunu kadınların 25-54 yaş arasında işgücüne daha fazla katıldıklarını
gösteriyor. Diğer ifadeyle orta yaş mensubu evli kadınların giderek artan
oranda çalışmaya karar verdikleri anlaşılıyor. Dikkat edin, burada lise mezunu
kadın sayısı artıkça genç kadın grubunda işgücü ve istihdamın artmasından söz
etmiyorum. Bu yapısal dinamik zaten mevcut. Dikkat edilmesi gereken nokta
çalışmayan orta yaşlı kadınların giderek artan bir bölümünün çalışmaya karar
vermiş olması.
Vasıfsız
orta yaş kadınların çalışma iştahı
Ama esas
şaşırtıcı gelişme lise altı eğitime sahip, evli orta yaş mensubu kadın grubunda
2008’den sonra işgücüne katılımda sıçrama meydana gelmiş olması. Bu vasıfsız
kadınların 25-54 yaş grubunda katılım oranı 2008’den 2012’ye yüzde 13’ten yüzde
20,3’e yükselmiş. Dört yılda yarım milyona yakın düşük eğitimli kadın çalışmaya
başlamış. Bu kadınların yaklaşık üçte ikisi ücretli ve kayıtlı işlerde istihdam
edilmişler.
Bu
çarpıcı gelişmenin nedenlerini tam olarak bilmiyoruz. Bazı ipuçları ve daha
ayrıntılı bilgi için Betam’ın notuna bakmanızı tavsiye ederim. Ancak şurası kesin:.
Çalışan kadınların, özellikle de düşük eğitimli orta yaş mensubu çalışan
kadınların sayısı bu hızla artma devam ederse sadece sadece ekonomide değil,
toplumsal düzeyde de önemli sonuçlara hazır olalım.
18 Ocak 2014 Cumartesi
Awaiting the central bank's reaction
Taxi drivers are known as people with a good flair for economic
speculation. We, the economists, make predictions based on reflections that
combine economic theory and intuition, but we prefer to wait for the largest
volume of statistics possible before risking a forecast. When the speed of
economic events is rapid, waiting for the statistics becomes very painful,
since, as an economist, you have to answer the standard, nasty question: How
is the economy going? At those times, the flair of taxi drivers might be a
great help.
|
|
On Thursday, when I hailed a taxi in front of my university, my driver
recognized me thanks to my appearances on TV, and without losing a minute, he
asked the famous nasty question. I answered “Not very well,” preferring to
remain elusive. My driver reacted immediately, announcing vehemently, “The
economy is going very badly.” “Why do you think so?” I asked. Because, he
said, “My turnover has diminished by 40 percent since the new year,” adding
that the current political crisis is so dangerous that it might lead to a
civil war. “God forbid!” I said instinctively. “God forbids this in
intelligent societies, not idiotic ones,” he responded. In fact, my taxi
driver revealed not only an ambitious flair but also that he is a
philosopher.
One hour later, when I was coming back to my office, I compared the flair
of my first taxi driver with the new one. He confirmed to me that his taxi's
turnover has effectively gone down. To be frank, I had been not thinking that
the Turkish economy could be in such bad shape! In my last piece (“Exchange
rate debate”) I argued that the duration of the Turkish lira's depreciation
would be the determinant of economic growth. In other words, whether Turkey
faces a recession or just slow growth will depend on the effects of the
evolution of the exchange rate. Now, I think, thanks to the taxi drivers'
flair as well as the evolution of the exchange rate since Monday, the risk of
recession must be seriously considered. As of Friday, the dollar-Turkish lira
parity exceeded 2.20, while it was around 2.17 a few days earlier.
What happened in the meantime? Well, the crisis regarding the
restructuring of the Supreme Board of Judges and Prosecutors (HSYK) through a
new election system has deepened since the main opposition party, the
Republican People's Party (CHP), refused the Justice and Development Party's
(AK Party) proposal. Then the warnings coming from Europe about judicial
independence became more vehement. European warnings must be considered
seriously by the government, because they may result in a suspension of
membership negotiations with the European Union if the incumbent party
insists on its draft law to reorganize the HSYK.
Under these circumstances, the Turkish lira may continue to depreciate
further. Even if it keeps its current value in the coming months, I am almost
certain that a recession in the first quarter will be unavoidable, and if the
political uncertainty is not dissipated, the slow growth that I predicted may
become a recession for the whole year. Economic circles are now focused on
the Monetary Policy Committee meeting to be held next Tuesday. As I already
pointed out, the central bank cannot avoid reacting to this increase, i.e.,
by further tightening its monetary policy, since its credibility is already
being questioned.
I believe an interest rate increase has become unavoidable. Some
commentators claim that an interest rate increase risks making the recession
more probable. I do not agree. If the central bank's reaction is able to
reverse the exchange rate and stabilize the USD-TL parity at around 2.10 at
least, the damage caused to economic growth by higher interest rates will be
less effective than the damage caused by an excessively depreciated Turkish
lira. Indeed, in the worst-case scenario, investments and even private
consumption risks being seriously affected.
What might happen if an interest rate increase remains insufficient to
reverse the pessimistic expectations and thus the exchange rate? This is a
legitimate question, since the origin of the actual turmoil must be
attributed mostly to the political crisis rather than economic factors.
Probably an interest rate increase will not be a sufficient remedy, but it
will announce, at least, that the central bank is not disoriented by the
“interest rate lobby” discourse, and its independence is not in question. The
best solution to the current threat is, of course, a compromise on the HSYK
dispute between the incumbent party and the main opposition party, as
President Abdullah Gül suggests. Nevertheless, if this compromise proves
impossible, the central bank must move.
|
15 Ocak 2014 Çarşamba
Merkez Bankası sert virajda
TCMB Başkanı Erdem Başçı düşünmekte haklı |
Dövizin ateşi bir türlü
düşmüyor. Bu satırlar yazılırken Dolar 2.20’ye dayanmıştı. Bir kaç gün öncesine
kadar az da olsa gevşeme sinyalleri veren kur Morgan Stanley’in kötümser
öngörüsüyle birlikte tekrar yükseldi. Morgan Stanley’in bölge baş ekonomisti
Tevfik Aksoy oldukça iddalı öngörüler yaptı. Aksoy’a göre siyasal
belirsizlikler nedeniyle Dolar-TL kuru Nisan’a kadar 2,30’a çıkacak sonra
tedrici bir gevşeme olacaktı. Aksoy 2015 sonunda Dolar kurunu 2,15 olarak
tahmin ettiklerini bildirdi. Kısacası, reel kurda sonunda bir düzeltme
gelecekti.
Dövizin ateşinin yeniden
yükselmesinden Morgan Stanley elbette tek başına sorumlu tutulamaz. Puslu hava
alışık olduğumuz kur efsanelerini zaten yeniden tedavüle sokmuştu. Yerleşikler
dövizlerinin üzerinde oturuyor, güneşin kendini göstermesini bekliyorlar.
Satıcı olmayınca yapısal döviz talebi haliyle kuru yukarı itiyor. Geçen haftaki
yazımda (“2014 nasıl bir yıl olacak?”) TL’nin Mayıs’tan bu yana yüzde 15
civarında değer kaybettiğini ve halen oldukça düşük değerli olduğunu belirtmiş,
siyasal belirsizliklere FED’in bol kepçe para politikasının bitmekte olduğu
olgusu da eklendiğinde TL’nin düşük değerini en azından bir süre daha
korumasının muhtemel olduğunu söylemiştim.
İlk çeyrekte daralma olabilir
Son gelişmelere baktığımda,
bu “bir süre daha” sözünün ima ettiği sonuçların büyük öneme haiz olduğunu
düşünmeye başladım. Kurdaki muhtemel gelişmeler hakkındaki görüşümü hatırlatmak
isterim. 2003 tabanlı reel kur endeksi 105 civarına kadar geriledi. Merkez
Bankası’nın 120 düzeyini kurun rekabetçilği açısından makul kabul ettiğini
biliyoruz. Temel gerekçesi gelişmiş ülkelere kıyasla verimlilik kazançları.
Verimliliğin son iki yıldır yerinde saydığı düşünülürse, bu kazançların
abartıldğı iddia edilebilir. Reel kur endeksinde taşınabilir düzeyi 115 bile
kabul etsek, üzerine bir de yanılma payı koysak, yine de TL’nin reel olarak en
az yüzde 5 değersiz olduğu sonucuna varırız. Bu hesap bizi bugün için Dolar-TL
parisetsinde 2,05 civarına getirir.
Şahsen kurda geri dönüşün
kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Ancak kritik nokta bu düzeltmenin zamanlaması.
Eğer Morgan Stanley’in iddia ettiği gibi ilk çeyrekte TL aşırı değersiz durumda
olacaksa yüksek paritenin yıkıcı etkisi durgunluğa neden olabilir. Şirketlerin
yükse döviz borcu nedeniyle bilançolarında ortaya çıkacak bozulma ile ithal
yatırım mallarının fiyatlarında ortaya çıkacak kalıcı nispi artış yatırımları
beklenenin üzerinde etkileyebilir. Bu etkilere bir de Merkez Bankası’nın bence
kaçınılmaz hale gelen tepkisi eklenirse 1. Çeyrekte ekonomik daralma mümkündür.
Şöförün mahareti
Geçen hatfaki 2014 tahminimde
böyle bir daralmayı düşük ihtimal olarak görmüştüm. Bu ihtimal giderek
güçleniyor. Önümüzdeki hafta yapıcak olan Para Politikası Kurulu’dan nasıl bir
karar çıkacağını doğrsu herkes gibi ben de merak ediyorum. 2014 yılında düşük
büyüme kaçınılmaz görünüyor ama durgunluk olursa bunu kendimiz yaratmış oluruz.
Para politikasında esaslı sıkılaştırma dövizin ateşini düşürmek için bence
kaçınılmaz hale geldi. Büyüme açısından sıkılaştırmanın etkisinin yüksek kurun
etkisine kıyasla daha az zararlı olacağını düşünüyorum. Ayrıca geçen yıl
gerçekleşen yüksek bütçe performansı sayesinde maliye politikasında bir miktar
gevşeme için yeterince alan var. Merkez Bankası zor bir virajda. “Faiz lobisi”
söylemi arabayı devirmeden virajı almayı güçleştirdi. Şöfürün bir hayli
maharetli olması gerekiyor.
14 Ocak 2014 Salı
Exchange rate debate
The US dollar-Turkish lira (USD-TL) parity has become a critical issue
for the fate of the Turkish economy this year since, according the headlines,
Morgan Stanley predicted that the rate would continue rising up to TL 2.3 to
$1 from its current level of 2.17.
|
|
This prediction fueled pessimistic forecasts in the markets. In fact,
this was not the whole story told by Morgan Stanley. Indeed, one of its chief
regional economists, Tevfik Aksoy, precisely said that the USD-TL exchange
rate will rise up to TL 2.3 until the second quarter of the year, then it
will close the year at TL 2.2 and finally it will be down to TL 2.15 by the
end of 2015. Mr. Aksoy argued that the reason for upward movement of the
exchange rate during the coming months is political uncertainty. Morgan
Stanley also, in fact, expects a reversal in the exchange rate's movement,
but within rather a longer period.
The evolution of the exchange rate, specifically the duration of a
depreciated Turkish lira, will be determinant of economic growth. In other
words, whether Turkey will face a recession or just a year of slow growth
will depend on the effects caused by the evolution of the exchange rate. I
had already noted in this column the main channels through which these
effects work. The first channel is the “balance sheet effect." At the
aggregate level, Turkish companies are heavily indebted in US dollars and
euros, but their balance sheets are in Turkish lira. When the Turkish lira
experiences lasting depreciation and if the debt of a company, when
denominated in hard currency, is high, the more its balance sheet will risk
losses. It's needless to explain that in such circumstances a heavily
indebted company may become bankrupt or may try to avoid bankruptcy by
postponing investment plans and laying people off in order to use its work
force more efficiently. The second channel that also adversely affects
investments is the relative price of imported investment goods, which rise
when the Turkish lira depreciates. Finally, the depreciation of the local
currency increases import prices and then the rate of inflation is pushed up.
The Turkish Central Bank cannot do without reacting to this increase, i.e, by
further tightening the monetary policy since its credibility is already being
questioned. The effect of a tighter monetary policy on investments and the
demand for consumer durables are straightforward.
Deputy Prime Minister Ali Babacan, fully aware of the matter, recently
declared that the adverse effects of the exchange rate increase on inflation
might only happen if this increase is long lasting. He added, "If things
calm down within weeks or months, market indicators will be back to their
normal levels." I have also claimed in this column that I sooner or
later expect a reversal in the exchange rate and argued that the Turkish lira
is actually well undervalued. In fact, the critical issue seems to be the
evolution of the exchange rate in the short run, say in the coming weeks. If
the Turkish lira's value continues depreciating as predicted by Morgan
Stanley, or if it even remains at its current level during the coming months,
we must expect a recession, at least in the first quarter.
In order to understand this possibility, we need to go back once again to
the fundamentals. The real effective exchange rate (REER) in December, as
computed by the central bank, went down to almost 107 from about 121 in April
last year. This number is considered more or less an equilibrium value,
considering the catch up in productivity that occurred since 2003, the
starting point of the index -- which was at about 100. One should note that
in 2003, REER was quite competitive and the current account was almost
balanced. It is true that we witnessed high gains in productivity from 2003
to 2008, but these gains then diminished. Nevertheless, when we consider a
lower equilibrium value of the index, say for example 115, the Turkish lira
would be undervalued by 5 to 8 percent. Even a reversal of 5 percent in the
nominal exchange rate would scale back the exchange rate with the US dollar
to around TL 2.06.
This analysis is based, of course, on basic macroeconomic indicators.
However, it is well known that market players do not care about the basics, particularly
if the environment is fuzzy and rumors are waking up bad spirits. So, it is
difficult to make a bet on the actual circumstances regarding an early
reversal in the exchange rate. But on the other hand, I have to point out
that, this time, investing in the US dollar also seems quite risky.
|
12 Ocak 2014 Pazar
Amazing developments in female labor market
It is well known that only a minority of women work in Turkey. There is a
very low female labor force participation rate, currently only just above 30
percent. When the agricultural sector is excluded, the percentage of women in
the labor force is even lower.
|
|||
In urban areas, the female participation rate had hardly reached 26
percent by 2012. Although the rate is on an upward trend with increasing
education levels, the gap that exists with Italy and Greece, the two
countries that have the lowest female labor force participation rates in
Europe, is still very high. They each have a rate of around 55 percent.
In order to achieve its challenging economic development ambitions,
Turkey needs to increase the number of working women more rapidly than in the
past. Indeed, more working women means more breadwinners in the household and
therefore more income and more spending on children's education, as well as
more savings and, finally, higher growth rates. In this respect, there is
rather good news. Bahçeşehir University's Center for Economic and Social
Research (BETAM) published research this week that analyzes recent
developments in the female labor market. From 2005 (the year the Turkish
Statistics Institute [TurkStat] started to publish quarterly labor market
data) to 2012, female employment and the female labor force in urban areas
increased by 1,500,000 and by 1,700,000, respectively; an increase of more
than 50 percent in both categories. The number of unemployed women increased
by 200,000, but the rate of female unemployment decreased from 17 percent to
15.5 percent thanks to the strong increases in employment and the labor
force.
It should be noted that significant growth in the number of working women
occurred in recent years. Indeed, 70 percent of the overall increase took
place between 2008 and 2012. The female participation rate in urban areas
rose from 18.7 to 20.8 percent between 2005 and 2008, at an average of 0.7
percentage points per year while the participation rate reached 26.1 percent
in 2012 and the yearly average increase has been 1.3 points. If this observed
acceleration in the female labor force and employment continues during the
coming years, Turkey will be able to catch up to Greece and Italy with
respect to the percentage of working women by 2030.
Is this catch-up plausible? Answering this question needs a comprehensive
analysis, but a close look at the figures may already provide some hints. BETAM's
research shows that the largest share of the acceleration both in the
increase of urban female employment and the labor force might be explained by
the rise in middle-aged and less-educated housewives in the labor market.
Almost half of an increase of 1,225,000 in urban female employment during
the last four years is women having at least a college degree. This fact is
not surprising, since the participation rate at the college level is quite
high (70 percent) and the number of female college graduates is regularly
increasing. It should be noted that from 2005 to 2012 no changes are observed
in the participation rates of college graduates when considering age groups,
except for women over the age of 44. This means that there are no exceptional
entries into the labor market at this level of education and the increase in
participation rates at later ages can be easily explained by delayed
retirement (See BETAM's 2013 research brief “Artık daha geç emekli oluyoruz”
[We are postponing retirement]). So, we can conclude that the increase in the
female labor force and employment at the college level will be slightly
faster in the future because of later retirement.
The surprise lies among high school graduates, but mostly among women
having an educational attainment level of less than high school. The
participation rates of women aged between 25 and 54 with a high school
diploma are increasing regularly. This means that each year, some housewives
with a high school-level education decide to work. But the impact of this
group on the exceptional increase in the number of working women is rather
limited, since high school graduates constitute only 15 percent of female
employment. On the other hand, less-educated middle-aged women started to
enter the labor market in great numbers in recent years. The participation
rate of this group increased by 4.3 percentage points, from 11.7 percent in
2008 to 16 percent in 2012, while the increase in the participation rate for
women aged between 25 and 54 jumped by 7.7 points, from 13 percent to 20.3
percent.
What pushed these housewives to work? We do not know the answer yet. When
we have that answer we can predict if the rise in the number of working women
will continue in the future.
|
8 Ocak 2014 Çarşamba
2014’te ekonomi
Eğer ekonominin üzerine siyasetin gölgesi düşmeseydi 2014
aşağı yukarı 2013’ün tekrarı olacaktı. Büyüme Orta Vadeli Program’ın (OVP)
öngördüğü yüzde 4 civarında olurdu, bu yıl olduğu gibi. Geçen yıla kıyasla
yatırımlar daha canlı olur, buna karşılık tüketimde bir miktar frene basılırdı.
Kamu yine işi sıkı tutardı. OVP’nin 2014’te çok sıkı bir mali politika
öngördüğünü hatırlatayım. 2014’te ekonominin zayıf noktası yine cari açık ve
finansmanı olacaktı. Bununla birlikte cari açığın yüzde 7’nin altına inmesi
pekala mümkündü. Tabi bir de enflasyonun öngörülen yüzde 5,3’e nasıl düşeceği
tartışılabilirdi.
Oysa yıl biterken yaşanan siyasal kriz ve kur şoku ekonomide
taşları yerinden oynattı. 17 Aralık öncesinde iktidar partisinin oyları yüzde
50 civarında konsolide olmuş görünüyordu. İşsizlik artış eğiliminde olsa da,
kişi başı gelir yüzde 2-3 civarında artıyordu. Bu koşullarda ard arda yapılacak
üç seçimin siyasal istikrarı sorgulanır hale getirmesi söz konusu değildi.
Gerçi başbakanın Köşk’e çıkıp çıkmayacağı, çıkarsa “Türk usulü başkanlık”
sistemine geçilip geçilmeyeceği, barış sürecinin nasıl evrileceği, ertelenen
yapısal reformların seçimlerin ardından gündeme gelip gelmeyeceği
belirsizliğini koruyordu ama bu belirsizliklerin mevcut ekonomik gidişatı etkilemesi
beklenmiyordu.
Büyüme düşer
Bu “business as usual”
senaryosu artık mümükün değil. Her ne kadar iktidar partisinin sözcüleri aksini
iddia etse de AKP’nin oylarında düşüş kaçınılmazdır. Tabi bu benim öngörüm. İktidar
partisinin oy oranı yüzde 45’in altına düştüğü takdirde, ki bu çok muhtemeldir,
bu sonuç Türkiye’yi yeni bir siyasal dengeye götürecektir. 2014 bu yeni dengenin
oluşma sürecinin çalkantılarıyla geçecek. Bu çalkantılar ekonomiyi bir kaç
kanaldan etkileyecektir.
Siyasal belirsizliğin en
olmusuz etksinin yatırımlarda ortaya çıkması beklenmelidir. Özellikle
yabancılar siyasal belirsizlikten çok etkilenmiy görünüyorlar. Yatırımları
olmusuz etkileyecek bir diğer kanal da kur üzerinden olacaktır. Özel sektör
firmalarının büyük miktarda net döviz borçlusu olduğu malum. Türk Lirası son
iki haftada yüzde 8, son altı ayda da yüzde 15’e yakın değer kaybetti. Siyasal
belirsizliklere FED’in bol kepçe likidite politikasının bitmekte olduğu olgusu
da eklenirse, 2014’te TL’nin düşük değerini en azından bir süre daha koruması
muhtemeldir. Bu durumda net döviz borçlusu firmaların bilançoluarının bozulması,
bu bozulmaya bağlı olarak da yatırımlarını ertelemeleri, istihdamlarını
kısmaları kaçınılmazdır. Ayrıca, düşük değerli TL ithal yatırım mallarının
nispi fiyatlarının artması demektir. Bu artış da yatırımları olmusuz
etkileyecektir.
Düşük değerli TL enflasyonla
mücadeleyi de zorlaştırmıştır. 2013’ü yüzde 7,4 ile kapattık. Merkez
Bankası’nın son tahmini yüzde 6,8’di. Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadele
iradesi ve kapasitesi sorgulanmanın eşiğindedir. Bu yıl enflasyon yüzde 6
civarına çekilemezse Merkez Bankası ciddi kredbilite kaybına uğrayabilir.
Enflasyon beklentisi artmaya başlarsa işler iyice zorlaşır. Bu bakımdan Merkez
Bankası’nın para poltikasını daha da sıkılaştırması mukadder görünüyor. Yatırım
ve dayanıklı tüketim malı talebi bu kanaldan da olmusuz etkilenecektir.
Ez cümle, 2014’te durgunluk
olmasa da yüzde 4’ün bir hayli altında, yüzde 2-3 arası bir büyümeye hazır
olmalıyız. Bu düşük büyüme işsizlik artışını daha da hızlandıracaktır. Yegane iyi
haber cari açık cephesinden gelir. Düşük iç
talep ile düşük değerli TL’nin cari açığı yüzde 5 civarına çekmesi
şaşırtıcı olmaz.
6 Ocak 2014 Pazartesi
Economic perspectives for 2014
During the last two weeks, this column has been occupied by debates over
the graft investigation scandal. The political shock caused by this scandal
shook many bricks.
|
|
The wall is still standing but it is certain that political uncertainty
will remain until a new political equilibrium is reached. We will have our
first clue about this on March 30, when we observe the change in the
electoral support of the incumbent party. However, we will have to wait until
the end of the electoral process. Since the third and final elections, the
general one, will be held as early as autumn, the economy this year will be
overshadowed by political uncertainties.
What might the economic perspectives be in this context? Or, to state it
in another way, is the Turkish economy still developing along the medium-term
economic program (OVP), the economic roadmap of the government? Let's recall
what was forecast in the OVP. The growth rate was targeted at 4 percent. Can
this growth target be achieved? Since the devil is in the details, let's take
a look at them.
The main claim in the OVP is that growth in 2014 will be a balanced one,
i.e., it will not be led exclusively by domestic demand but net exports will
also positively contribute to it. Growth of final domestic demand is forecast
to be 3.3 percent, the remaining 0.7 percent to be fulfilled by net exports.
Indeed, exports are expected to increase by 8.5 percent in dollar terms while
the increase of imports will be limited to 4.2 percent.
The second claim of the OVP is that there will be a jump in private
investments. They are expected to increase by 5.7 percent while public
investments are expected to fall by 3.5 percent, despite the successive elections!
Private consumption is expected to increase moderately by 3.2 percent. In
addition, the foreign trade deficit will fall slightly from $98 billion to
$95.5 billion, resulting in an improvement of $3 billon in the current
account deficit (CAD). These changes will bring the ratio of CAD-to-gross
domestic product (GDP) down from 7.1 percent to 6.4 percent. Finally,
inflation will decline to 5.3 percent from its last forecast of 6.8 percent
for 2013.
I think the most critical issue will be the evolution of private
investments. I claimed in my last few columns that the political uncertainty
as well the concerns regarding the rule of law and the EU anchor will
adversely affect investments. It is possible to compensate to some extent for
the weak investment climate by higher public investment than planned in the
2014 budget. Nevertheless, this changing policy may jeopardize fiscal
discipline. A rather relaxed attitude must be expected regarding current
public expenditures, all the more so in the electoral context. Let me point
out that the minimum wage as well as public employee salaries had been
increased in real terms recently.
Another critical issue will be the current exchange rate shock. The lira
has depreciated by 8 percent in the last two weeks. If its current level is
maintained in the coming months, this will have some mixed effects on the
economy. An undervalued local currency always affects negatively private
investments since the relative price of imported investment goods rises.
Here, we have another adverse effect on private investments. That said, the
depreciation particularly threatens inflation. The consumer price index (CPI)
reached 7.4 at the end of December, well above the last forecast of the
central bank. This year, the central bank absolutely has to bring down
inflation, at least close to 6 percent. If not, its credibility will be at
stake. Deterioration in inflation expectations must be prevented as soon as
possible. A further tightening in the monetary policy seems unavoidable. In
this case the demand for consumer durables would also weaken more than
expected.
We can still console ourselves with a narrowing CAD. Indeed, lower
investment coupled with an undervalued lira will be very helpful in reaching
export and import targets and a good performance with respect to the CAD can
thus be expected.
Considering these facts, growth of 4 percent this year seems to me to be
out of reach. What growth rate might be forecast instead? This is a difficult
question to answer. I have already said I do not expect a recession.
Nevertheless, 2014 will be a year of balanced growth as planned in the OVP
but a year of quite low growth at the same time. I will not be surprised if
the GDP increase is limited to 2-3 percent. This would also mean a rather
rapid increase in unemployment. So, how about the new political equilibrium?
|
4 Ocak 2014 Cumartesi
Plot allegations: some simple facts
On New Year's Eve I was determined to watch Prime Minister Recep Tayyip
Erdoğan's New Year's discourse on TV. He vehemently tried to convince us once
again about the existence of an international plot against Turkey through its
economy.
|
|
According to Mr. Erdoğan, some dark plotters, together with domestic
collaborators, have decided to prevent Turkey from becoming a global power
through provoking problems in its economy, aiming to condemn the Turkish
economy to a pattern of low growth. Two major events, the Gezi Park protests
and the Dec. 17 “coup,” the day when a large judicial investigation involving
the sons of ministers and businessmen close to the ruling party began, are
obvious evidence of the international plot, according to the prime minister.
Mr. Erdoğan claims that some global powers do not want a strong Turkey
and that the corruption allegations are just pretexts. He argued that his
government has always been intolerant of corruption. If this was not the
case, thousands of kilometers of roads, and many schools and hospitals as
well as big projects like Marmaray could not have been built.
Needless to say, I was absolutely taken aback by these arguments and
claims. However, since the prime minister insists on and tirelessly repeats
the story, I think it deserves some comment. So long as the alleged plotters
are not revealed, it is difficult to discuss the issue directly.
Nevertheless, many implicit arguments can be developed. First of all, let me
remark that I do not understand how a link exists between increasing public
expenditures and reducing corruption. The reverse can also be argued. What I
know is that the huge real increase of infrastructural public investments was
possible by reducing real interest rates from sky-high levels to low levels
thanks to fiscal discipline. I have always defended that this was the main
economic achievement of Erdoğan's government.
As to the allegations related to the Gezi Park protests, one should note
that they are not new. Mr. Erdoğan had already pointed to an obscure
“interest rate lobby” during the protests and the Capital Markets Board (SPK)
was charged with unearthing it. The investigation was finalized weeks ago,
and the infamous lobby could not be found. But on the other hand, with
regards to interest rates, the Central Bank of Turkey increased its market
rates and tightened monetary policy. What disappointed me more during the New
Year's discourse was that the prime minister said absolutely nothing about
Fed Chairman Ben Bernanke's announcement about monetary tightening, which
coincided with the Gezi Park protests. Today, everyone, including the Turkish
economic bureaucracy, knows very well that what caused losses in the stock
exchange and pushed up the exchange rate, as was the case in other emerging
markets, was not the protests but the change in the Fed's policy.
What Mr. Erdoğan also neglected to say is that 2013 will be better than
2012 with respect to economic growth performance, despite the Gezi Park
incidents. Indeed, after two years of very high growth in 2010 and 2011, the
growth rate fell abruptly to 2.2 percent in 2012. The Treasury and the
central bank were responsible for this decrease. They wanted to rebalance the
economy, which was pursuing a crazy course as the current account deficit
(CAD) was rapidly widening because of strong domestic demand-led growth. They
were right, but growth slowed more than they were expecting. So, if we follow
the logic of Mr. Erdoğan, one can easily accuse Deputy Prime Minister Ali
Babacan and Central Bank Governor Erdem Başçı of being the chief plotters!
Anyway, the growth rate in 2013 will not be less than 4 percent.
Will the Dec. 17 “coup” cause more damage than Gezi Park? Probably yes,
but not because of the corruption scandal itself but because of the reaction
of the government to the graft allegations. I tried to explain in my previous
columns that I do not expect a recession amid a financial crisis but rather
decreasing investments that will lower the actual growth rate to around 2-3
percent and accelerate the increase of unemployment that is already
perceptible. This unpleasant economic perspective will be the result of
increased concerns regarding political stability and the rule of law and not
over the corruption scandal. The strong criticism coming from the EU is
helping to seriously jeopardize the EU anchor that is essential to foreign
direct investment (FDI).
However, it is up to Erdoğan as well as the Justice and Development Party
(AK Party) management to move away the unpleasant perspective. It will
suffice to come back to democratic reforms securing the plurality and the
separation of powers in Turkey.
|
1 Ocak 2014 Çarşamba
Yolsuzluk, ekonomi ve seçmen davranışı
Yeni yılın ilk yazısı. Herşeye
rağmen 2014’ün Türkiye için istikrarlı, demokrasinin ve barışın gelişeceği,
refahın artacağı bir yıl olmasını dileyelim. Ama gidişat malum. İktidar
partisinin inanmış destekçilerini bir yana bırakırsak herkesin sorduğu soruyu
sanırım basitçe şöyle formüle edebiliriz: Türkiye nereye gidiyor? Zor soru. Son
yazımda siyasal belirsizliğin had safhada olduğunu belirtmiştim.
Sayın Başbakanın nereye
götürmek istediği belli. Güçül bir başkanlık sisteminde başkan olmak ve
Türkiye’yi inandığı gibi, bildiği gibi yönetmek istiyor. Bunun için yüzde 50 oy
oranını korumak amacıyla seçmenlerini son yolsuzluk skandalını iktidarını
devirmeye yönelik dış güçler ile yerli işbirlikçilerinin bir komplosu olduğuna
inandırmaya çalışıyor. Daha vahimi, gizli yürütülmesi elzem olan soruşturmaları
ve yargı sürecini kontrol altına almaya çalışıyor. Dahası, son derece tehlikeli
bir söylemi benimsemiş durumda: İstiklal savaşından, vatan hainlerinden söz
ediyor.
İlginç bir araştırma
İşin içinden nasıl
çıkılacağını doğrusu kestiremiyorum. Ama şundan eminim: Tünelin ucunda ışığı
görebilmemiz için 30 Mart kritik bir dönüm noktası olacak. Haziran 2011’de
iktidar partisinin kazandağı yüzde 50 desteğin sayın Başbakanın tek adam
tutkusunu kamçıladığı kanaatindeyim. Oysa yüzde 50’nin verdiği güç çok daha
farklı bir yönde kullanılabilirdi. Artık iktidar partisinin oy oranında esaslı
bir düşüş şart oldu.Tehlikeli gidişatı ancak seçmen durdurabilir. Bunun için
AKP’ye destek veren ama partinin demir çekirdeği içinde yer almayan seçemlerin
yapacağı uyarı hayati öneme haiz.
Bu mümkün mü? Yolsuzluk
soruşturmaları, vahim iddialar, iktidarın anti demokratik girişimleri tarafsız
seçmeni nasıl etkilyecek? Bu sorulara yanıt ararken çok ilginç bir araştırma
keşfettim. Bu araştırmanın bulguları bize ışık tutabilir. Newyork
Üniversitesin’den Joshua Tucker adlı bir siyaset bilimci Electoral Review adlı
derginin 2013 Eylül sayısında bir makele yayınlamış:”Ekonomi, yolsuzluk ve oy:
İsveç ve Moldova’dan deneysel bulgular”. Tucker şu soruya yanıt arıyor:
Yolsuzluğa karşı duyarlılığın yüksek olduğu bir ülke ile düşük olduğu bir
ülkede seçmen ciddi yolsuzluk iddialarının varlığında ekonomik gidişata bağlı
olarak nasıl davranır?
Bu soruya yanıt verebilmek
için yolsuzluğa çok duyarlı İsveç ile (Uluslararası yolsuzluğu algılama
endeksinde 177 ülke arasında 3. Sırada) çok az duyarlı Moldova’da (aynı
endekste 102. Sırada) deneysel bir anket yapmış. Bulguları şöyle: İsveçli
seçmenler ekonomik gidişat nasıl olursa olsun iktidarı cezalandırıyor. Buna
karşılık Moldova’da, eğer ekonomi iyi gidiyorsa yolsuzluk iddiaları seçmen
davranışını fazla etkilemiyor. Ama eğer ekonomi kötü gidiyorsa Moldavyalı
seçmen iktidarı cezalandırıyor.
Peki 30 Martta ne olur? Önce
Türkiye’nin söz konusu endekste 55. Sırada olduğunu belirteyim. Yani yolsuzluğa
duyarlılıkta İsveç ile Moldova arasında bir yerdeyiz. Ekonomik gidişata gelince.
Son yazımda da belirttiğim gibi ekonomik kriz beklemiyorum. Herşeye rağmen,
Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve tutarlı politikaları ile sıkı mali disiplin
sayesinde makroekonomik istikrarın faza örselenmeyeceğini tahimin ediyorum.
Buna karışılık siyasal belirsizilk, AB ile derinleşemekte olan çatışma ile
hukuk devletinin geleceğine yönelik endişeler yatırımları olumsuz etkileyecektir.
Bu yıl daha düşük büyüme, işsizlikte de daha belirgin bir artış bekliyorum.
30 Marta sadece üç ay kaldı.
Bu etkenler kenidini sınırlı da olsa hissetirecektir. Öyleyse? İktidar
partisinin oylarının bu koşullarda ne kadar etkileneceğini tahmin etmeyi size
bırakıyorum.
Yolsuzluk, ekonomi ve seçmen davranışı
Yeni yılın ilk yazısı. Herşeye
rağmen 2014’ün Türkiye için istikrarlı, demokrasinin ve barışın gelişeceği,
refahın artacağı bir yıl olmasını dileyelim. Ama gidişat malum. İktidar
partisinin inanmış destekçilerini bir yana bırakırsak herkesin sorduğu soruyu
sanırım basitçe şöyle formüle edebiliriz: Türkiye nereye gidiyor? Zor soru. Son
yazımda siyasal belirsizliğin had safhada olduğunu belirtmiştim.
Sayın Başbakanın nereye
götürmek istediği belli. Güçül bir başkanlık sisteminde başkan olmak ve
Türkiye’yi inandığı gibi, bildiği gibi yönetmek istiyor. Bunun için yüzde 50 oy
oranını korumak amacıyla seçmenlerini son yolsuzluk skandalını iktidarını
devirmeye yönelik dış güçler ile yerli işbirlikçilerinin bir komplosu olduğuna
inandırmaya çalışıyor. Daha vahimi, gizli yürütülmesi elzem olan soruşturmaları
ve yargı sürecini kontrol altına almaya çalışıyor. Dahası, son derece tehlikeli
bir söylemi benimsemiş durumda: İstiklal savaşından, vatan hainlerinden söz
ediyor.
İlginç bir araştırma
İşin içinden nasıl
çıkılacağını doğrusu kestiremiyorum. Ama şundan eminim: Tünelin ucunda ışığı
görebilmemiz için 30 Mart kritik bir dönüm noktası olacak. Haziran 2011’de
iktidar partisinin kazandağı yüzde 50 desteğin sayın Başbakanın tek adam
tutkusunu kamçıladığı kanaatindeyim. Oysa yüzde 50’nin verdiği güç çok daha
farklı bir yönde kullanılabilirdi. Artık iktidar partisinin oy oranında esaslı
bir düşüş şart oldu.Tehlikeli gidişatı ancak seçmen durdurabilir. Bunun için
AKP’ye destek veren ama partinin demir çekirdeği içinde yer almayan seçemlerin
yapacağı uyarı hayati öneme haiz.
Bu mümkün mü? Yolsuzluk
soruşturmaları, vahim iddialar, iktidarın anti demokratik girişimleri tarafsız
seçmeni nasıl etkilyecek? Bu sorulara yanıt ararken çok ilginç bir araştırma
keşfettim. Bu araştırmanın bulguları bize ışık tutabilir. Newyork
Üniversitesin’den Joshua Tucker adlı bir siyaset bilimci Electoral Review adlı
derginin 2013 Eylül sayısında bir makele yayınlamış:”Ekonomi, yolsuzluk ve oy:
İsveç ve Moldova’dan deneysel bulgular”. Tucker şu soruya yanıt arıyor:
Yolsuzluğa karşı duyarlılığın yüksek olduğu bir ülke ile düşük olduğu bir
ülkede seçmen ciddi yolsuzluk iddialarının varlığında ekonomik gidişata bağlı
olarak nasıl davranır?
Bu soruya yanıt verebilmek
için yolsuzluğa çok duyarlı İsveç ile (Uluslararası yolsuzluğu algılama
endeksinde 177 ülke arasında 3. Sırada) çok az duyarlı Moldova’da (aynı
endekste 102. Sırada) deneysel bir anket yapmış. Bulguları şöyle: İsveçli
seçmenler ekonomik gidişat nasıl olursa olsun iktidarı cezalandırıyor. Buna
karşılık Moldova’da, eğer ekonomi iyi gidiyorsa yolsuzluk iddiaları seçmen
davranışını fazla etkilemiyor. Ama eğer ekonomi kötü gidiyorsa Moldavyalı
seçmen iktidarı cezalandırıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)