Ev yapımı kriz deyince yanlış ekonomi politikaları sonucu kendi kendimize
yarattığımız ekonomik krizleri anlamak gerekir.
1994 ve
2001 krizleri bu anlamda ev yapımı krizlerdi. Dışarıda belirgin olumsuz
gelişmeler yoktu. Ama içeride Türkiye ekonomisinin karşı karşıya olduğu
sorunların teşhisinde ve reçetelerde yapılan yanlışlar 1994 ve 2001’de ekonomik
krizlere neden oldu. 2008-09 krizi ise dışarıdan ithal edilmişti. O dönemde
doğru ekonomi politikaları ile krize tepki verildiğinden Türkiye ekonomisi
krizden hızlı çıktı. Oysa şimdi tamamen geçmişte kaldığını düşündüğümüz eski
tarz ev yapımı kriz ihtimali ufukta görünür oldu.
Üstelik tam da olumsuz gelişmelerin söz konusu olduğu bir dönemde.
Amerikan faizleri yükselişin arifesindeler. Ucuz para döneminin sonuna
yaklaşıyoruz. Avrupa ise bir türlü canlanamıyor. Sıfır hatanın şart olduğu bir
dönemden geçiyoruz. Ne var ki, cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından dümene
geçmesi beklenen yeni ekonomi yönetiminin 1990’lardaki gibi fahiş hatalara imza
atması çok muhtemel.
Başbakan’ın mevcut para politikasına karşı olduğu herkesin malumu. Başkanlık
sistemine geçmek genel seçimde referandum çoğunluğunu elde etmekten geçiyor.
Bunun için de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin oy oranı yüzde 50’yi aşmak
zorunda. Böyle bir sonuç cepte keklik değil. Başbakan, daha canlı bir ekonomi
istiyor. Yüzde 3,5-4,0 arası seyreden büyüme Başbakan’ı kesmiyor. Haksız değil.
Bu büyüme temposuyla kişi başı reel gelir artışı son iki yıldır yüzde 2
civarında. Yoksulluğu azaltmaya devam etmek için yetersiz. Dahası, düşük
büyüme, vergi gelirlerini reel olarak azaltmaya başladı ama kamu harcamaları
tam gaz devam ediyor. Mali disiplinin bozulmaması için dolaylı vergilerin
artması, dolayısıyla daha yüksek büyüme gerekiyor.
Başbakan, faizlerin düşürülmesi ile iç talebin canlanacağını, buna
karşılık böyle bir canlanmanın ne enflasyonu ne de döviz kurunu olumsuz
etkilemeyeceğine inanıyor. Bence yanılıyor. Son iki yıldır Başbakan Yardımcısı
Babacan ve Merkez Bankası yönetimi, zorlu bir çabanın içindeler. Dengeli büyüme
adı altında bir yandan enflasyonu aşağıya çekmeye, diğer yandan da ihracatın
ithalattan daha hızlı artmasıyla cari açığı azaltmaya çalışıyorlar. Bu yılın
ilk çeyreğinde bu zor bileşim kısmen başarıldı. Yıllık büyüme yüzde 4,3 olarak
gerçekleşti. Bu büyümeye net ihracat pozitif katkı yaparken, dolayısıyla cari
açık azalırken, iç talepte de ılımlı bir canlanma oldu.
Ancak enflasyonda katılık sürüyor. Temmuzda TÜFE’de beklenen düşüş
gerçekleşmedi. Yıllık enflasyon yüzde 9,3. Çekirdek enflasyonda da artış devam
ediyor. İki yıllık tahvilin faizi önceki gün yüzde 9,5’e yükseldi. Merkez
Bankası’nın faizi ise 8,25’te. Bu arada döviz kuru da Türkiye gibi yüksek cari
açığa sahip ülkelerde yükselmeye başladı. Merkez Bankası’nın son faiz
indiriminin hatalı olduğunu savunmuştum. Korkarım haklı çıkıyorum.
Bu koşullarda mevcut makroekonomik çerçeveyi bozmak krize yol açabilir.
Başbakan cumhurbaşkanı seçildiği takdirde, kendisinin ekonomik görüşleri ile
bağdaşık yeni bir ekonomi yönetimi oluşturması tutarlılık adına şaşırtıcı
olmayacak. Babacan’ın kurulacak yeni hükümette yer almayacağı sanırım sır
olmaktan çıktı. Babacan giderse Merkez Bankası yönetiminin de siyasal baskılara
fazla dayanamayacağını düşünüyorum.
Sanırım yeni ekonomi yönetiminin ilk işi faizleri düşürerek para
politikasını daha da gevşetmek olacaktır. Bu gevşeme TL’ye hızla değer
kaybettirir. Enflasyon da artmaya devam eder. 1990’lardan farklı olarak esnek
kur ve düşük bütçe açığı yaratılan şokun etkisini hafifletebilir ama yine de
birkaç aylık bir yalancı bahardan sonra Türkiye ekonomisinin durgunlaşmasını
kimse engelleyemez. Ekonominin katı gerçekleri bazen yaşanmadan öğrenilmiyor.
(Bu yazı 8 Ağustos 2014'te Zaman gazetesinde yayınlanmıştır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder